01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu ([email protected]) Bireyin bir meydan okumayla karşılaşması ve bunu başarması vücutta dopamin üretimini artırıyor. Bu bir yandan bireyin kendisini daha iyi hissetmesini sağlarken diğer yandan süreci tekrar yaşamak için onu güdülüyor. Bilgisayar oyununda bir seviye geçtikten sonra “durmak yok, yola devam” modunda olmak, biraz da bununla ilgili olsa gerek. Kapitalizm tek bir ülkede yaşayabilir mi? Kapitalizm uluslararası bir sömürü sistemidir. O, sistem olarak Batı Avrupa’da doğdu ama daha doğarken köklerini Asya, Afrika ve Amerika’nın insanlarına ve doğasına sarmalamış bulunuyordu. Osman Bahadır [email protected] Sanki Herşey bir Oyun! Herşeyi bir oyun gibi görmek iyi midir, kötü mü? Hele bir de insan beyninin “gerçek” ile “hayal”i ayırt edemediğini düşünürsek. Herşeyin bir oyun gibi algılanması bugüne dek daha ziyade filmlerin, romanların, şarkıların konusu idi. Artık bu dünyalara bir yenisini daha ekleyebiliriz: Dijital kültür! Birkaç senedir gündeme gelen “oyunlaştırma” (gamification) olgusu, temelde “oyun amacıyla tasarlanmamış ortamları oyun unsurları ile donatmak” anlamına geliyor. Bir gün boyunca yaptığınız aktiviteleri düşünün. Bunların kaç tanesi “oyun” kategorisine girebilir? Sabah kalkıp güne hazırlanıyorsunuz, kahvaltı (belki) ediyorsunuz, işe/okula ulaşmak için (çoğunlukla) toplu taşıma araçlarını kullanıyorsunuz, gününüzün büyük bir kısmı burada geçiyor, Akşam aynı rotadan evinize dönüyorsunuz... İlk bakışta bu tablonun çok küçük bir kısmında oyun unsurları bulunabilir. Ancak oyunlaştırma bakış açısı yukarıdaki tablonun tamamını bir oyunun ögeleri, aşamaları olarak görebilmektedir. Evden işe/okula ulaşma sürecini ele alalım. Diyelim ki eğer evden erken çıkabilirseniz iki vasıta ile gideceğiniz yere 45 dakikada ulaşmanız mümkünken, biraz geç kalırsanız üç vasıta kullanmanız gerekiyor ve bu ulaşım süresi 75 dakikaya çıkıyor. İşte size bir oyun unsuru. Bugün kaç vasıta kullandınız, kaç dakikada ulaştınız? Bu soruları bir oyunlaştırma oyununa giriyorsunuz ve oyun size ekstra puanlar veriyor, belki de sizi bir üst seviyeye gönderiyor. Bir üst seviyede ne olabilir? Örneğin yine iki vasıta ama 45 dakikanın daha altında bir sürede ulaşım. Peki girilen bilgilerin doğru olduğunu kim bilecek? Sizden başka hiç kimse. Çünkü oyunlaştırma oyunlarının bu ilk evresinde bilgi aktarımı biraz da beyana dayanıyor. Siz üç vasıtada bir buçuk saatte gideceğiniz yere ulaştığınız halde oyuna iki vasıta ve 30 dakika diye bilgi girişi yaparsanız, oyun da sizi kutlar, ama hile yaptığınızı bilemez. Zaman içinde bu tür oyunların, lokasyon tabanlı Foursquare gibi oyunlaştırma ortamları ile entegre edileceğini tahmin etmek zor değil. Yine yukarıdaki örneğe dönersek, ulaşım oyununun Foursquare gibi bir “şu an buradayım” türü uygulama ile entegre edilmesi sayesinde ulaşım sürecinizi beyan etmenize gerek kalmaz. Evden çıktığınız anda uygulamayı başlatır, gideceğiniz yerin koordinatlarını da önceden girmiş olursanız, uygulama gideceğiniz yere ulaştığında gerekli hesaplamaları yapacaktır. Oyunlaştırma sürecinin bir dezavantajı bilgilerin beyan etme usulü ile aktarılmasından kaynaklanan sıkıcılığı. Dolayısıyla gelecek yıllarda oyunlaştırılan süreçlerde bu ögeleri kişinin eylemlerini tespit ederek, doğrudan kayıt edecek oyunlar çok büyük bir avantaj elde edecekler. Bilgisayarda oyun oynarken, hangi canavarları öldürdüğünüz ya da hangi gizli hediyeleri kazandığınızı, bu eylemleri gerçekleştirdikten sonra, bir de haricen beyan ediyor musunuz? Hayır! Oyun siz bu başarıları elde ettiğinizde bunların bedelini size anında ödüyor. Öte yandan bireyin bir meydan okumayla karşılaşması ve bunu başarması vücutta dopamin üretimini artırıyor. Bu bir yandan bireyin kendisini daha iyi hissetmesini sağlarken diğer yandan süreci tekrar yaşamak için onu güdülüyor. Bilgisayar oyununda bir seviye geçtikten sonra “durmak yok, yola devam” modunda olmak, biraz da bununla ilgili olsa gerek. K apitalizmin Avrupa’da doğmuş olması tesadüfi değildir. Kapitalizm, doğuşu için zorunlu olan büyük sermaye birikimini asıl olarak 15. ve 16. yüzyılda coğrafi keşifler sırasında yaptı. Önce Portekiz ve İspanya, daha sonra da Hollanda, İngiltere ve Fransa, üç kıtanın, Afrika, Asya ve Amerika’nın insan ve doğa kaynaklarını düpedüz talan, köleleştirme ve katliam yoluyla ele geçirdiler. Bu servetleri Avrupa’ya taşıyarak sermayeye çevirdiler ve daha sonra da bu geniş bölgeleri denizaşırı ticaret ve sömürü sistemiyle kendilerine bağladılar. 17. yüzyılın başta gelen kapitalist ulusu olan ve uluslararası sömürge sistemini tam olarak gerçekleştirmiş olan Hollanda, daha 1648 yılında ticari gücünün tepe noktasında bulunuyordu. Dünyanın büyük bir bölümünün Avrupa lehine yağmalanmasıyla oluşan büyük ticari ve mali sermaye birikimi olmasaydı, el zanaatları teknolojisinden manüfaktür tarzı üretime geçişin bile zor olacağını söyleyebiliriz. Çünkü üretimde verimlilik sağladığı için üretimin çapını da genişleten manüfaktür sistemi, gelişebilmesini birikmiş büyük sermaye miktarına borçluydu. Buhar makinesinin üretime girmesinden sonra özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısında kapitalizm Avrupa’da çok büyük bir gelişme gösterdi. Bu gelişme sırasında Avrupa ülkelerindeki kapitalistler, kendi ülkelerinin işçilerini de, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere amansızca sömürdüler. Bu vahşi sömürünün büyük bir tarihi ve edebiyatı vardır. Bu dönemde sermaye birikimi hızla büyüyor ve işçilerin toplam nüfus içindeki sayıları da artıyordu. Sağlığa aykırı işyeri koşulları, düşük ücretler, çok uzun çalışma saatleri ve baskılar, büyük bir işçi mücadelesine yol açmıştı. İşçi sınıfının sosyalizmle birleşen bu büyük mücadelesi, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bütün Avrupa’yı kapsamıştı. Bazı ülkelerde işçi devrimi bekleniyordu. Ancak ileri kapitalist ülkelerin hiçbirinde devrim olmadı. İşçiler devrim için birçok ülkede ayaklanmalara giriştilerse de egemen güçler bu isyanları zor kullanarak bastırdı. Bununla birlikte kapitalistler bazı işçi haklarını da kabul etmek zorunda kaldılar. Özellikle de geri bir kapitalist ülke olan Rusya’daki işçi devriminden sonra kendilerini daha büyük ve sistemli bir tehlike karşısında hisseden metropol kapitalistleri, işçilere bazı tavizler verdiler ve onların çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirdiler. Böylece bu ülkelerdeki işçilerin de artık zincirlerinden başka kaybedebilecekleri şeyleri olmaya başladı ve işçi aristokrasisi diyebileceğimiz bir zümre oluştu. Avrupalı ve ABD’li kapitalistlerin kendi ülkelerinin işçilerine verdikleri bu maddi payların kaynağı nerededir? Kendi işçilerinden gasp ettikleri artıdeğerin bir bölümünü mü geri vermişlerdir? Fakat biz baktığımız tabloda, büyük kapitalistler topluluğunun toplam servetlerinin hep daha faz la büyümeye devam ettiğini görmüyor muyuz? Devrim tehlikesi karşısında metropol ülkeler kapitalistlerinin kendi işçilerine sunduğu “artı imkânların” kaynağı, hiç şüphe yok ki, günümüzde de devam etmekte olan uluslararası sömürünün, geri ülkelere ilişkin olan bölümüdür. Diyebiliriz ki, merkezi durumdaki kapitalist ülkelerdeki egemen sınıfların elde ettikleri artıdeğerin asıl büyük bölümü, geri kalmış ülkelerin sömürülmesinden sağlanmaktadır. Dünyanın en zengin ülkeleriyle en fakir ülkeleri arasındaki ge lir düzeyi farklılığının büyüklüğü ve bu farkın giderek açılması da bu gerçeğe işaret etmektedir. KÂR ORANININ DÜŞMESİ Bu uluslararası sömürü ilişkileri tablosu karşısında şu soruyu sormamız kaçınılmaz hale gelmektedir: Tek bir ülkenin servet kaynaklarıyla doğmamış olan kapitalizm, tek bir ülkede varlığını sürdürebilir mi? Uluslararası sömürücü ilişkilerini kaybetmiş bir gelişmiş ülke, kapitalist sistem altında varlığını sürdüremez. Çünkü öncelikle, o ülkede bugünkü düzeydeki nüfusun yaşamını sürdürmesini sağlayan ekonomik ve teknolojik sistem, yaşamsal ölçüde kaynak yetersizlikleriyle karşılaşacak ve temel toplumsal ihtiyaçlar karşılanamaz duruma gelecektir. İkincisi, geri ülkelerden gasp edilmiş artıdeğer transferinin kesilmiş olmasından dolayı yatırım eksikliği yaşanacak ve böylece hem işsizlik artacak, hem de işçi ücretleri düşecektir. Üçüncüsü ve en sistemsel olanı, teknolojik gelişmenin bir sonucu olan, kâr oranının düşme eğilimi yasasının şiddetli bir biçimde yıkıcı rol oynamaya başlaması olacaktır. Kapitalist sistemin bu temel yasasına göre, sabit sermaye yatırımlarının değişen sermayeye oranı arttığı ölçüde (yani yeni teknolojik gelişmeler yatırıma dönüştüğü ölçüde) diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla, kâr oranı düşmektedir. Bu, bir ekonomik yasadır. Bu ekonomik yasanın yıkıcı etkilerini gidermenin başlıca yolu, daima yeni alanlara yayılarak sermaye ve mal ihracıyla toplam kâr miktarını arttırmaktır. Ama uluslararası sömürü pazarlarını kaybetmiş bir ülkenin, bu yasanın yıkıcı etkilerinden kurtulması imkânsız olacaktır. Kapitalizm, ancak asıl beslendiği yerden yıkılabilir. SÖMÜRÜDEN PAY CBT 1311/ 12 4 Mayıs 2012
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle