02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNCEL TIP Mustafa Çetiner [email protected] www.mustafacetiner.com Sağlık CBT 1300/17 17 Şubat 2012 Sarımsak insanlık tarihi boyunca tıp alanında tedavi edici özellikleri nedeniyle kullanılagelmiş, soğanlı bitkilerden biridir. Orta Asya kökenli olan sarımsak, Mısırda, Çin’de ve izleyen süreçte Avrupa’da şifalı bir bitki olarak yıllardır kullanılmıştır. Sarımsağı Çin’den Avrupa’ya taşıyan İspanyol, Portekiz ve Fransız tüccarlardır. Sarımsak ile ilgili bilinen iddia onun kan basıncını düşürüyor olmasıdır. İtiraf etmek gerekirse bu iddiaya yakın zamana dek hep gülüp geçtim. İç Hastalıkları Uzmanı olarak çalışırken “sarımsak yiyebilir miyim” diye soran yüksek tansiyon hastalarına birlikte yaşadıklarınıza sorun diye yanıt verirdim. O kokuya dayanması gerekecek olan onlar. Ancak son yıllarda sarımsağın gerçekten de kan basıncının düşürülmesi konusunda etkili bir bitki olabileceği iddia edilmeye başlandı. İnsan, hayvan ve hücre kültürü çalışmalarında sarımsağın kan basıncının artmasından sorumlu “anjiotensin II” isimli maddenin aktivitesini engellediği, damar duvarını genişletici etki gösterdiği zaten biliniyordu. Ancak bir kaç yıl öncesine kadar insanlar üzerinde yapılmış yeterince ikna edici klinik çalışma yoktu. İlk klinik çalışmalar, 1980’li yılların ortalarında başladı. Bu çalışmalar beklenenin aksine sarımsağın kan basıncı üzerine herhangi bir etkisi olmadığını düşündürüyordu. Konuyla ilgili ilk önemli meta analiz, yani bu konuda yapılmış klinik çalışma sonuçlarının toplu olarak değerlendirildiği ilk bilimsel makale 1994 yılında yayımlandı. Bu meta analiz sonuçları sarımsağın hafif kan basıncı yüksekliklerinde etkili olabileceğini ancak hipertansiyon tedavisinde yeri olmadığını gösterdi. Sarımsağa bilimsel bakışı değiştiren ikinci meta analiz ise 2008 yılında yayımlandı. Analizin olumlu anlamdaki şaşırtıcı sonuçları sarımsak ile ilişkili ön yargıların da bir anlamda yeniden sorgulanması gereğini doğurdu (BMC Cardiovasc Disord. 2008, 16;8:13). Bu yeni meta analizde 1955 ile 2007 yılları arasında sarımsakla ilişkili yapılan toplam 25 bilimsel çalışma dikkate alınmış, bunların 11 tanesi değerlendirme için uygun bulunmuştu. Analiz sonuçları sarımsak tabletlerinin kontrol grubuna göre büyük tansiyon ortalama değerini 4.6 mmHg azalttığını gösteriyordu. İlginç olan yüksek tansiyon hastalarında bu düşüşün neredeyse iki katına çıkmasıydı. Gerçekten de büyük tansiyon değeri 140 mmHg ve üstü olan hastalarda ortalama düşüş 8.4 mmHg, küçük tansiyonu 90 mmHg ve üzerinde olanlarda ise 7.3 mmHg idi. Aslında sarımsağın kan basıncını düşürücü etkisini hafife almamak gerekir. Nitekim günümüz yüksek tansiyon tedavisinde kullanılan ilaçlardan olan beta blokerler ile kan basıncında ortalama 5 mmHg, ACEI ismi verilen ilaç grubu ile 8 mmHg, “Anjiotensin II” blokerleri ile ise 10,3 mmHg düşüş sağlanmaktadır. Büyük tansiyon değerinde 35 mmHg, küçük tansiyon değerinde ise 23 mmHg’lık bir düşüşün kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarına bağlı sakatlık ve ölüm riskini %20’lere varan oranda azalttığını da göz önüne alırsanız sarımsağın önemi daha da ortaya çıkar. Tabii bu bilgiler, sarımsağın bir tansiyon ilacı gibi kullanılabileceğini, bir tansiyon ilacının yerini tutabileceğini göstermiyor. Elimizdeki verilerin yetersiz olduğunu söylemek gerekir. Sarımsak sonuçta bir ilaç değil bir bitkidir, sarımsakta kan basıncını düşüren esas faktör içerdiği “allicin” isimli maddedir. Çalışmalar, günlük 600900 mg sarımsak tozunun 3,65,4 mg allicin içerdiğini ve bu miktarın yukarıda sözü edilen kan basıncını düşürücü etkiyi sağladığını gösteriyor. Eğer sarımsağı bir bitki olarak yiyebilme cesaretiniz ve çevrenizdekilerin yaydığınız kokuya tahammülleri var ise sarımsak tabletleri yerine doğal sarımsak da tüketebilirsiniz. Çalışmalara bakarsanız sarımsağın kan basıncınızı düşürüp kalp ve dolaşım sisteminizi koruyucu bir etki gösteriyor olması mümkün görünüyor. Sarımsak İyi mi? Egzama bir tek yetişkinlerde mi görülür sanıyorsunuz? Büyüklerimizin sık sık ‘egzamalarım yine azdı’ diye yakındıklarını duyarız, ancak bunu bir de çocuğunuzdan duyduğunuzu düşünün. Garip ama aslında oldukça sık karşılaşılan bir gerçek; egzama aynı zamanda çocuklarda da görülüyor. Hatta çocukluk döneminde görülen deri hastalıklarının büyük bir bölümünü “egzama” döküntüleri kapsıyor. Dr. Ülgen Zeyneloğlu, Deri Hastalıkları Uzmanı, Vehbi Koç Vakfı Amerikan hastanesi gzama” terimi eski Yunancadan alınmış bir sözcük olup; “kaynayan”, “kızışan” anlamına gelir. Kızarmış, sulanan, pullanan deri görünümünü de tanımlayan bu terim, konuşma dilinde aynen kullanılmış ve sonraları tıbbi literatüre de bu hali ile geçmiştir. Egzamanın değişik türleri bulunmakla beraber bunlar arasında çocukluk çağında en sık rastlanılanları: Atopik egzama Seboreik (yağlı) egzama Kundak bölgesi egzamalarıdır. “Dünya nüfusunun yüzde 1020’sinde atopik egzamanın yaşamın bir bölümünde görüldüğü hesaplanmıştır.” Bu egzama tipi oldukça sık görülür. Hastaların yüzde 95’inde ilk kez 5 yaşından önce ortaya çıkar. Alevlenmelerle seyreden, kaşıntılı, kalıtsal bir deri hastalığıdır. Kaşıntı, hastanın yaşam niteliğini bozacak boyuta ulaştığında, bazı bebeklerde sabaha kadar yaşanan uyku sorunları görülür. Eski Yunancadan alınan “Atopi” terimi, “uygun yerde olmayan” ya da “garip”, “şaşırtıcı” anlamında bir sözcük olup, hem derinin hem de solunum yollarını oluşturan mukoza yüzeyindeki aşırı yangısal tepkimeyi belirtmek için kullanılır. Atopik dermatitli bazı hastalarda, alerjik saman nezlesi, göz yangısı ve beraberinde astıma da rastlanır. Atopik egzamada deri, kırmızı renkli, sulanmış, çatlamış ve şiştir. Bir süre geçtikten sonra sulanma kesilip, deri kurukabuklu bir görünüm alır. Aşırı ovma ve kaşıma nedeniyle derinin kendini korumak adına kalınlaşması sonucunda kaba çizgili, kalın bir deri görünümü ortaya çıkar. Bebeklerde atopik egzama özellikle yüzde ve yanaklarda görülür. İleri çocukluk yaşlarında eklemlerin kıvrım yerlerinde (diz arkası, dirsek içyüzü ve boyun çevresinde) atopik egzama belirginleşir. Erişkin döneme kadar sürdüğünde, vücudun herhangi bir yerinde yaygın olarak ortaya çıkabilir. Hastalığa neden olan birçok faktör vardır. Kalıtsal yatkınlık, çevreden gelen kimyasal uyarılar (gıda, solunum yollarını uyarıcı alerjenler, stafilokok mikrobu vb.) ve bağışıklık hücrelerinin düzgün işlev görmemeleri temel nedenler arasındadır. Deriye çevreden bir uyarı geldiğinde, bu süreçler birbiriyle ilişkiye girerek egzama görünümünü oluşturur. Atopik egzama uygun tedavilerle denetim altına alınabilir. Tedavinin temel hedefi, deriyi nemli tutmak, bulaşıcı hastalık etkenlerinden korumak, yangı sürecini azaltmak ve kaşıntı duygusunu gidermektir. Bu amaçla nemlendiriciler, kortizonlu kremler, soğuk yaş pansumanlar, antihistamin ilaçlar, zaman zaman antibiyotikler kullanılır. Hastalık sürecini alevlendirebilecek dış faktörlerden (örneğin: ev tozlarındaki akarlar, yünlü giysiler, metal takılar gibi) uzaklaşmanın yanı sıra doktor tarafından “E hazırlanan tedavi çizelgesine tam olarak uymak, belirlenen doz ve süreye sadık kalmak önemlidir. Bazı çocuklarda atopik egzama zaman içinde kendiliğinden geçtiği halde, erişkinlerde tedavi şarttır. ATOPİK EGZAMA Genellikle saçlı deride yağlı, mumlu görünümlü kepekler, Ü l gen Zey nel oğl u kabuklar ve kızarıklıkla ortaya çıkar, daha sonra vücudun diğer yerlerine de yayılabilir. Yeni doğan döneminden itibaren ilk 6 ay içinde görülen bu egzama türü 1 yaşına doğru yavaş yavaş geçmeye başlar. Hastalık, ergenlik döneminde ve daha sonra da 40 yaş ertesinde belirebilir. Derinin ürettiği yağlı, mumsu maddenin hormonlarla ve bazı mikroplarla etkileşimi sonucu bu tablonun ortaya çıktığı düşünülmektedir. Uygun tedavilerle (ilaçlı şampuanlar) daha kolay iyileşme sağlanan bir bebeklik çağı egzamasıdır. Kundak bölgesinin bebek bezleriyle, idrar ve dışkıdaki kimyasallar ve mikroplarla oldukça uzun bir süre temas etmesi sonucu oluşur. En sık rastlanan mikrop türü “pamukçuk” olarak bilinen “kandida”dır. Parlak kırmızı sızıntılı bir deri görünümü ortaya çıkar. Yangının ve pamukçuğun oluşumunu önleyen yerel ilaçlar ve bebeğin kundağının sık değiştirilmesi ile tedavi edilir. Uygun bakım yapıldığında hastalık yinelemez. Mongol lekeleri aileleri endişeye sevk eden, bebeğin derisinde doğumdan itibaren görülen mavigri karışımı lekelerdir. Bazen kahverengi ya da mavisiyah renge çalabilen bu lekeler, kuyruk sokumu bölgesinde veya sırtın alt bölgelerinde görülür. Kalçalarda, kol ve bacakta ya da gövdenin yanlarında da ortaya çıkabilir. Beyaz tenli bebeklerde görülmesi esmer tenlilere kıyasla daha enderdir. Mongol lekelerinin Asyalı ve Amerikalı koyu renkli bebeklerde yüzde 80’e varan oranlarda görüldüğü bildirilmiştir. Anne karnında gelişen embriyoda, mongol lekelerinin, nöral yarıkta oluşup, üst deriye doğru göç eden “melanosit” hücrelerinin (bu hücreler melanin adlı renk maddesini üretir) alt deride iken göçünü durdurması ve burada kalmaları sonucu oluştuğu düşünülmektedir. Tedavi önerilmeyen mongol lekeleri, çoğu durumda yıllar içinde kaybolmaktadır. SEBOREİK (YAĞLI) EGZAMA KUNDAK BÖLGESİ EGZAMASI MONGOL LEKELERİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle