23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Rouseau, Aydınlanma, Sömürü Rousseau tartışması: Sevgiyle andığımız İlhan Ağabey’in (Selçuk), yazılarında sık kullandığı bir anekdot vardı. Ünlü Türkolog İrene Melikof’a sormuşlar; “Yavuz mu daha zalimdi, Şah İsmail mi?” Melikof, “zaman zalimdi” demiş. Prof. Dr. Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com) nsanları yaşadıkları zamana göre değerlendirmek gerek. Bozkurt Güvenç Hocamız da yazısında buna işaret ediyor (CBT1328/31 Ağustos 2012,s.2). Yüzlerce yıl önce yaşamış insanları bugünkü bilgi ve toplumsal koşullarda değerlendiremeyiz. Köprülerin altından çok sular akmış, dünya çok değişmiştir. Kendileri gibi, görüşleri de tarih olmuştur. Dolayısıyla fikirlerinin sadece tarihsel, daha doğrusu bilim/düşünce/uygarlık tarihi yönünden önemleri vardır. Bir sağlıkçı olarak İbni Sina örneğini vermek istiyorum. İbni Sina diğer niteliklerinin yanında aynı zamanda, zamanının en büyük hekimlerindendir. Yazdığı “Hekimliğin Temel Kitabı” diye Türkçeye çevirebileceğimiz “El Kanun fi’tTıp” adlı eseri, İslam dünyasının yanında, Latinceye de çevrilerek yüzlerce yıl Avrupa’da da hekimlerin başucu kitabı olmuştu. Bu bakımdan, zamanının çok ilerisinde bir bilim ve düşün adamıdır. Doğumunun 1000. yıldönümü olan 1980’de Batı’daki bilim kurumlarında da anıldı, hakkında makaleler yazıldı ve toplantılar yapıldı. Buna karşın, bugün bu kitap sadece tıp tarihi bakımından önemlidir. Bugünkü ortaöğretim biyoloji kitapları bundan daha çok bilgi içerirler. Platon, Rousseau, Marx ve diğer ünlü düşünür, filozof ve bilim insanları için de aynı şey söz konusudur. Bunları aşmamız gerek. Bu nedenle Rousseau tartışmasına girmek istemedim. Sayın Celal Şengör’ün, konuya ilişkin ikinci yazısında (CBT 1329/7 Eylül 2012,s.19) Fransız İhtilalini, “insanlığın başına gelmiş en büyük felaket” olarak nitelemesi üzerine, tartışmanın Rousseau üzerinden bu alana yöneleceğini düşündüm. Özellikle sosyal bilimcilerin tartışmaya katılmalarını bekledim. Fakat bugüne kadar bu konuya değinilmemesi ve ayrıca Sayın Şengör’ün son yazısında (CBT 1334/12 Ekim 2012,s.18) sömürgecileri övmesi üzerine ben de tartışmaya katılmaya karar verdim. Fransız İhtilali, insanlık tarihinde evrimsel sıçramaya neden olan en önemli devrimlerden biridir. Özgürlük, eşitlik, insan ve yurttaş haklarını ve daha da önemlisi laikli İ ği insanlığa kazandırdı. Feodal düzeni yıkmış, serf/köleliğe son vermiştir. Aydınlanmanın özü “kendi aklına güvenmek” değil midir? “Devlet benim” diyen kral ve diğer soylularla çıkar birliği içinde olan Kilise tarafından, “efendilerine hizmette kusur etmezlerse öteki dünyada cennete gidecekleri” gibi masallarla yüzyıllarca uyutulup sömürülmüş insanların, kölelikten kurtulup eşit haklara sahip özgür yurttaş olmadan, kendi akıllarına güvenmeleri olası mıdır? Bu nedenle Aydınlanma Devrimi Fransız Devrimi ile yaşama geçebilmiştir. Kuşkusuz devrim sürecinde yanlışlıklar yapılmıştır. Şengör’ün belirttiği, “Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur” sözü haddini aşmaktır. Ancak bu, devrimcilerin bilim karşıtı, yukarıda saydığımız statükocu karşıdevrimcilerin bilimden yana olduklarını göstermez. Sayın Şengör, “bizim bugün ülkemizde gördüğümüz bazı mahkemelere benzer devrim mahkemelerinden” söz etmektedir. Yüzyıllarca insanlığın korkulu rüyası olmuş engizisyon mahkemelerine ne demeli? Bilimsel devrimin öncülerinden Coppernicus, Papa’ya ithaf edip bin bir laf cambazlığı ile fikirlerini kamufle ederek yazmış olduğu kitabını, ancak ölüm döşeğine düştükten sonra yayımlatmıştır. Nitekim onun gibi ihtiyatlı davranmayan Giardano Bruno ve Jun Hus gibi bilim insanları, bilimsel görüşleri yüzünden yakılmışlardır. Fransız Devriminden sonra, yakıldıkları alanlara bunların heykelleri dikilmiştir. Çetin Altan’ın “devrim ve zifaf kansız olmaz” sözü yılışık bir espri olmakla birlikte, ne yazık ki “devrimler kendi çocuklarını yer” sözü bir gerçeği ifade etmektedir. Devrimle birlikte çıkarlarını kaybedecek sınıflar her yolu kullanarak devrimi engellemeye çalışır ve bu da doğal olarak kanlı hesaplaşmalara neden olur. Fransız Devriminde karşı devrimcilerin, Şengör’ün sözünü ettiği korkunç Aziz Bartelemeos katliamını gerçekleştirenlerin ardılları olmaları, hesaplaşmanın çok kanlı olması ve onlarca yıl sürmesinin nedenidir. Şengör, İngiltere ile karşılaştırdığı Fransa’daki bugünkü toplumsal çalkantıları ve tüm kötülükleri bile Fransız Dev rimine bağlamakta. Öncelikle şunu belirtelim ki, Fransız Devrimi yalnız Fransa’yı değil, İngiltere dahil başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı (Osmanlı’yı bile) etkilemiştir. Nitekim bunu gören Avrupa’daki monarşiler, aralarına Osmanlı’yı da alarak bir araya gelmişler ve hanedanlarını korumak için çareler aramışlar, bu arada devrimi engellemek için Fransız karşıdevrimcilere yardım etmişlerdir. Sayın Şengör, devrim mahkemelerinin giyotine yolladığı kişilerin tek suçlarının, “özel mülkiyete sahip zengin olmaları” olduğunu öne sürmektedir. Oysa Fransız Devriminin öncüleri de zenginlerdir. Burjuvaların, ekmek bulamadıkları için kendilerine “pasta yiyin” diyen iktidardaki AristokratKilise ittifakına karşı öfkeli baldırı çıplakları (donsuzları) yanlarına alarak, gerçekleştirdikleri bir devrimidir. Devrimden sonra, devrimin vurucu gücünü oluşturan baldırı çıplaklar ve serflikten kurtulup fabrikalarda işçi olan köylüler, bu kez iktidarı ele geçiren burjuvalar tarafından sömürülmeye başlanmıştır. Bu amaçla burjuvalar, eski kanlı düşmanları Kiliseyle barışmışlar ve din yeniden sömürü aracı olmuştur. Bu nedenle Aydınlanmayı, Şengör’ün öne sürdüğü gibi romantizm değil, burjuvazi yıkmıştır. Emperyalizm aşamasına geçildiğinde, din tüm dünyada sömürü aracı olarak kullanılmaya başlandı. Bu konuda Jomo Kenyatta’nın çok bilinen sözünü aktarmaya gerek yok. Kendi ülkemizden örnek verebiliriz. 1948’de ABD ile yapılan Marshall yardımı anlaşmasının maddelerinden biri, okullara din dersi konulmasıdır. Daha sonra uygulamaya konulan “Türkİslam Sentezi” ve bugünkü “Ilımlı İslam” politikaları da bir ABD projesidir. Bu nedenle bilim ve aydınlanma karşıtı postmodernizm zırvalıklarının tarihsel köklerini aramaktan ziyade bugün arkasında kimin olduğuna bakmak gerek. Emperyalizm, bilimi de sömürü aracı olarak kullanmakta, gerektiğinde bilim insanlarını(!) da satın alarak onlara sözde bilimsel araştırmalar yaptırmakta. Sayın Şengör’ün Collége de France’daki konuşmasının sansürlenmesi korkunç bir şey. Benzer bir olayla yakın bir süre önce sosyal medyada izlediğim bir videoda karşılaştım. ABD’de evrim konusundaki bir konferansta, konuşmacı profesörden önce bir papaz kürsüye çıktı ve Tanrı’ya şükür duası okudu. Bizim üniversitelerimizde ise bu tür olaylar artık sıradanlaştı. Bu durumdan insanlığın kurtulması için, tüm dünyada Fransız Devrimi benzeri yeni bir devrime mi gerek var? üretimdeki payı %35 olduğunda ise, arta kalan %65 yine fosil yakıtlardan ya da bunun bir bölümü, komşu ülkelerin ürettiği AB şebekesindeki çoğu nükleer (Fransa’dan) ya da fosil kaynaklı enerjilerden sağlanacaktır. Bugün Almanya’da, nükleer santralların kapatılmasından doğacak enerji açığını kapatabilmek için, bir dizi fosil yakıtlı santralın yapımı ya da projesi sürmektedir/1/. Fosil yakıtların daha çok kullanılması sonucu ise CO2 miktarının en azından %20 artacağı da hesaplanıyor. Öte yandan halk, YE’leri desteklemek amacıyla, elektrik faturalarına kWsaat başına eklenen 3,5 sentin 2013’ten itibaren 5.5 sente çıkarılmasını protesto ettiğinden ve yapımına yakında başlanması gereken 3800 km’lik yüksek gerilim hatlarının yanı sıra rüzgâr kulelerini de yanı başında istemediğinden, bu sorunların nasıl çözümlenebileceği bilinmiyor / 2/. /1/http://www.fvee.de/fileadmin/publikationen/PolitischePapiereanderer/11.06.LeopoldinaEmpfehlungennachFukushima/1 1.06.LeopoldinaPolitischeEmpfehlungen.pdf ‘Almanya’da fosil ve nükleer çağının sonu mu?’ Yüksel Atakan, Dr., Radyasyon Fizikçisi,– Almanya; ybatakan@gmail.com Sayın Baha Kuban 11 Ekim 2012 günü köşe yazısında özellikle Almanya’nın, nükleer santralları Mayıs 2011’de kapatma kararı sonrası ortaya çıkan elektrik üretim boşluğunu, yeilenebilir enerjiyle kapatma gayretlerini açıklıyor. Bu konuda Almanya’daki gerçek durumu Cumhuriyet Bilim Teknik okuyucularının doğru bilgilendirilmesi için açıklayalım: Yenilenebilir enerji (YE) kaynaklı elektrik üretiminin, nükleer (NE) kaynaklı olanı geçtiği doğrudur, ancak bu, nükleer santrallardan 8 adedinin geçen yıl kapatılması ve işletmedeki nükleer santralların da yasa gereği, gerektiğinde sık sık durdurularak, elektrik ağına (şebekeye) öncelikle YE’ kaynaklı elektriğin verilmesi sonucudur (2011’de toplam elektrik üretiminin %18’i NE, %20’si YE’den kaynaklanmıştır). Kömürden elektrik üretiminin toplamdaki payı ise Almanya’da 2011 yılında ( linyitten %25 ve taşkömüründen%19 olmak üzere) toplam %44’tür. Tüm fosil kaynaklı yakıtların toplam elektrik üretimindeki payı ise %58 dir. %20’lik YE’lere bakıldığında, güneş enerjisi kaynaklı (fotovoltaik) üretimin, tek bir yılda ancak 13,5 milyar Avro’luk devlet desteğiyle sağlanabilen artışına rağmen toplam üretimin sadece %3’üne ulaştığı, rüzgar enerjisinden üretimin %7, biyokütle (odun vb. yakılması) %5, su (hidrolik) enerjisi kaynaklı üretimin, toplamdaki payının ise %3 olduğu görülür. Eskiden beri üretilen biyokütle ve su enerjisi kaynaklı üretim konumuzun dışında tutulursa, büyük devlet desteği alan fotovoltaik ve rüzgâr kaynaklı YE’lerin toplam katkısı %10 kadardır. Bu küçümsenemez, ancak nükleer santralların devre dışı kalmasıyla elektrik üretim boşluğunu yine fosil yakıtlı santralların karşıladığı ve karşılayacağı açık. 2020 yılında YE kaynaklı elektrik üretiminin toplam CBT 1338/ 19 9 Kasım 2012
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle