23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ÇATIŞMALARIN EVRİMSEL KÖKENİ: İnsanları birbirine düşürmek kolay, barışı sağlamak zor! Çatışma ve kavgaların evrimsel kökeni anlaşıldıkça daha barışçıl bir gelecek umudu doğuyor. Antlaşmazlıkların giderilmesi için tarafların birbirlerini daha iyi tanıması, değişebileceklerine inanmaları ve hoşgörüyü besleyen kültürel değişikliklerin yaşama geçirilmesi gerekiyor. u anda insanlık tarihinin en barışçıl döneminde yaşıyoruz; bunun için kendimizi şanslı sayabiliriz. Başka bir deyişle bugün başka bir insan tarafından öldürülme olasılığımız hiç olmadığı kadar düşük. İnsan şiddetine ilişkin The Better Angels of Our Nature Doğamızın Daha İyi Melekleriiisimli eserinde Steven Pinker* böyle düşünüyor. Geniş kapsamlı istatistiksel verilerden yararlanan Pinker, şiddetli çatışmalardankan davaları, soykırımlar, savaşlarkaynaklanan ölümlerin son 6.000 yıldır inişe geçtiğine dikkat çekiyor. Ancak insanlık tarihinin bütünü içinde bu, kalıcı bir evrimsel değişiklik yaratamayacak kadar kısa bir süre. Pinker, insan doğasının kültürel değişimlere –politik, yasal, ticari ve ahlaksal koşut olarak değiştiğini ve başka insanların çektiği sıkıntıları daha iyi anlama yetisine kavuştuğumuzu ileri sürse de, grup şiddeti, tüm acımasızlığı ile insanın varoluşunun en yaygın özelliği olmayı sürdürüyor. Diğer hayvanlar kısıtlı besin kaynakları ve paylaşılamayan eşler konusunda kavga çıkartabilir, ancak insan hem biyolojik hem de kültürel nedenlere bağlı olarak Bir Kütüphanenin Yüzüncü Yılı Ş vunma taktikleri geliştirirler veya saldırı düzenlerler. En yakın akrabamız olan şempanzeler komşu şempanze gruplarıyla sık sık kavgaya tutuşurlar. Gerçekten de Harvard Üniversitesi’nden primatolog Richard Wrangham’a göre, şempanze ve insanlarda toplu saldırı psikolojisi birbirine benziyor. Fakat şempanzelerin tek derdi, bölgesel üstünlüğü ele geçirmek olduğu halde, insanların kavga nedeni çok daha karmaşık. Maryland Üniversitesi’nden Michele Gelfand, insan saldırganlığının şempanzelerden farkını şöyle açıklıyor: “İnsan saldırganlığının eşi benzeri yoktur; fikir uyuşmazlıkları, inanç farklılıkları ve kültürel kimlik çatışmaları saldırı nedeni olabilir.” Dahası, çatışma, insanlardaki toplumsal örgütlenmenin de ayrılmaz bir parçasıdır. “İnsanoğlu tek bir türdür; ama bu türün içinde birbiriyle anlaşamayan gruplar halinde yaşarlar” diye konuşan Paris’teki Jean Nicod Enstitüsü’nden antropolog Scott Atran, “İşin ilginç tarafı bu grupları birbirine düşman hale getirmek de müthiş kolaydır” diyor. 40 yıl önce ünlü sosyal psikolog Henri Tajfel, yaptığı deneylerle, son derece önemsiz, eften püften kültürel kimlik belirleyici unsurlar yardımıyla örneğin bir gruba kırmızı, diğer gruba mavi gömlek giydirmek gibi insanları birbirine düşürmenin ne denli basit olduğunu kanıtladı. O tarihten bu yana sosyal psikologlar, bu alanda önemli ilerlemeler kaydettiler ve insanların niçin bu kadar kolay gruplaştıklarını anlamaya çalıştılar. onur duygusunun kapsamı ailenin dışına taşarak kabile, ulus ve dini mezhepleri içine alacak kadar genişliyordu (Philosophical Transactions of the Royal Society B, vol 367, p 692). ları okuyucunun kendi grubundaki bireylerin fiziksel veya duygusal acı çekmeleri ile ilgiliyken, başka öykülerde okuyucunun düşman bellediği diğer gruptaki bireylerin veya Güney Amerikalı insanların (Arapların ve İsraillilerin tarafsız kaldığı bir toplum) acı çekmesini işliyordu. Araplar ve İsrailliler, öykülerin sonunda kendi insanları ve Güney Amerikalılar için eşit miktarda merhamet duygusu beslediklerini açıklarken, karşı grubun insanları için empati beslemediklerini itiraf ettiler. Fakat beyinleri manyetik rezonans görüntüleme yöntemiyle tarandığında ortaya beklenmedik görüntüler çıktı. Bu sonuçlara göre bir savaşçı, düşman tarafın çektiği acılardan etkilenmemek için beyninde bir empati aralığı yaratıyordu. Bu empati aralığının kapanmasının da yolu “düşmanın” yaşam öyküsüyle ilgili bazı ayrıntıların kendisi tarafından bilinmesiydi. Benzer bir mantık, çatışmaların sonlandırılması için diyalog yoluna başvurulmasında da geçerlidir. Bruneau bu durumu şöyle açıklıyor: “Arabulucuların temel stratejisi, tarafların olaylara bakış açılarını, karşı tarafa açıkça anlatmaktır. Bunun sonucunda tarafların birbirine davranışları yumuşar.” Ancak bu uygulama güçlerin asimetrik olduğu koşallarda işe yaramaz. Dominant grubun üyeleri, karşı tarafa daha büyük bir empati ile yaklaşırken, baskı altındaki gruptakiler seslerini duyurma gayreti içindedir. Bu da birbirlerinin seslerini duymakta zorluk çektikleri anlamına gelir. Stanford Üniversitesi’nden psikolog Carol Dweck, karşı tarafın algılanışındaki çok küçük bir değişikliğin bile barışa giden yolu açabileceğine inanıyor. Dweck’e göre karşı tarafın değişmeyeceğine kesinlikle inanan bir grubun, karşı tarafla ilgili görüşleri genellikle olumsuz yöndedir. Ancak başka bir araştırma, karşı tarafın daha esnek olabileceğine ilişkin bir beklentinin olumlu duygulara yol açabileceğini gösteriyor. Ortadoğu’daki Arapİsrail anlaşmazlığının çözümü için yollar arayan Atran ve Ginges, karşı tarafın kutsal değerlerine saygı duyduğuna ve geçmişte yapılan yanlışlıklardan dolayı özür dileneceğine ilişkin bir inancın yerleşmesi durumunda, uzlaşma umudunun artabileceğine dikkat çekiyor. Bütün bu bulgular insanlığın tümü için ne anlama geliyor? Tarafsız yargı sistemlerinin gelişmesi, köleliğin kaldırılması, kadınlara ve azınlıklara eşit hakların tanınması gibi sosyal ve kültürel değişikliklerin yaşama geçirilmesiyle, dünyamız şimdiden daha barışçıl bir ortama kavuşmuş durumda. Pinker bu gelişmelerin tetiklemesi ile insanoğlunun içindeki şiddet yanlısı güçlere gem vuracağına ve barış yanlısı güçleri özgür bırakacağına inanıyor. Türkçesi: Reyhan Oksay Kaynak: New Scientist, 22 Eylül 2012 *Steven Arthur Pinker (1954) ünlü KanadalıAmerikalı deneysel psikolog, bilişsel bilimci ve popüler bir yazar. Pinker, evrimsel psikolojinin ve bilgisayarlı zihin kuramının savunucusu olarak da bilinir. **Henri Tajfel (1919, Polonya – 1982, İngiltere) önyargı ve toplumsal kimlik konularında öncü çalışmalarıyla tanınan sosyal psikolog.[ B KARŞI TARAFIN ÖYKÜSÜ GRUPLAR ARASINDA DÜŞMANLIK karları için mücadeleye hazır olan insanların çoğunlukta olduğu gruplar, ortak çıkarlarla fazla ilgilenmeyen, bireysel çıkarlarını daha üstün tutan insanların yaşadığı gruplara göre daha avantajlı konumdadır. Tarih boyunca bu grupların daha kazançlı çıktığı biliniyor. Bunun arkeolojik kanıtlarını elde etmek için 12.000 yıl öncesine gitmek ve kabile yaşamının etnografik bulgularını incemelek gerekir. Bowles’in tahminlerine göre ortalama olarak o dönemlerdeki ölümlerin %14’ü gruplar arası çatışmalardan kaynaklanıyordu (Science, vol 324, p 1293). Gruplararası çatışma insanın doğasından kaynaklanıyor ise, kültürler de bu çatışmaları pekiştiriyor olabilir. Kültür, insanların kendilerini karşı gruptakilerden farklı görmelerine zemin hazırlar.. Bunun için kıyafet yönetmelikleri, farklı beslenme tercihleri ve adetlerin uygulanmasındaki farklılıklar . Kültür, ayrıca, uğrunda mücadele edilmesi gereken değerleri de belirler. Ve bazı kültürler diğerlerinden daha düşmanca bir eğilime sahip olabilir. Gelfand bu konuda şöyle konuşuyor: “İnsanlar çatışmaların toplumsal kurallarını belirler. Ve bu kurallar kültürden kültüre farklılık gösterdiği için saldırganlık eğilimlerinde de çok büyük farklılıklar oluşur.” Bu noktada toplumun bireyci mi yoksa toplumcu mu olduğu kritik bir sorudur. Bu sorunun yanıtına bağlı olarak grup üyelerinin grubun çıkarları için kendilerini feda etmeye ne kadar istekli oldukları ortaya çıkar, çünkü toplumcu gruplarda insanlar kendilerini grupları ile özdeştirmişlerdir. Dolayısıyla gruba ait olanlarla olmayanlar arasında çok keskin bir hat vardır. Gelfand bu görüşü sınamak için uluslararası bir ekip ile işbirliği yaparak, ABD ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 7 toplumcu ülkedeMısır, Irak, Ürdün, Lübnan, Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri onur kavramının insanlar için ne anlam ifade ettiğini araştırdı. Onuru hedef alan en ufak bir saldırı, bireylerin onurlarını grubunki ile özdeştirmeleri durumunda, anında şiddetli bir misilleme ile karşılık buluyordu. Araştırmadan çıkan sonuçlara göre ABD’de bu tür tepkiler nadiren görülürken, diğer 7 ülkede bireylerdeki Grubun onurunu savunmak adına kendini feda etme eğilimi, psikologların kutsal değer olarak tanımladığı kavrama örnek oluşturur. New York’taki New School’dan psikolog Jeremy Ginges kutsal değerleri şöyle tanımlıyor: “Bu değerler çoğunlukla cemaatin tüm üyeleri için geçerlidir ve para veya yiyecek gibi maddi şeyler karşılığında alınıp satılmaz. Kursal değerler mutlaktır, pazarlık konusu edilemez ve ödün verilmez. Günümüzdeki çatışmaların pek çoğunun altında kutsal değer kavramı yatıyor.” Atran ve Ginges birlikte yürüttükleri bir çalışmada, kutsal değerlerin beyinde mutlak ve bağlayıcı ahlaki buyruklar olarak işlem gördüğünü ortaya çıkarttı. Kutsal değerlerin mutlaka dinsel bir içeriğinin olması gerekmez. Konuşma özgürlüğü, bağımsızlık, demokrasi ve çevre koruma gibi konular da bazıları tarafından kutsal değer olarak kabul edilir. Yine de dinler ve dini ayinler değerlere kursallık katma konusunda önemli bir rol oynar. Atran ve Ginges’in yürüttüğü bir başka çalışmaya göre insanlar dini ibadetleri için ne kadar uzun zaman harcarlarsa, hem dini hem de dini olmayan değerlere o kadar fazla kutsallık atfeder. Oxford Üniversitesi’nden antropolog Harvey Whitehouse, Ritüel, Toplum ve Çatışma adını verdiği son çalışmasında, ritüellerin insanların kendilerini toplumla özdeştirmelerine yardımcı olduğunu ortaya koydu. Bunun yollarından biri, askeri birliklerin kazadımı yürüyüşleri veya dini tarikatlardaki zikir ayinleri gibi senkronize eylemlerdir. Senkronize fiziksel hareketlerin şiddete yönelik saldırı emirlerine itaati kolaylaştırdığı biliniyor (Journal of Experimental Social Psychology, vol 48, p 453) İnsanın kendisini bir grupla özdeştirmesi ile o grup için mücadele etmesi aynı şey değildir. İnsanlar karşılarındaki insanların duygularını anlama yeteneğine sahiptir ve özellikle acı ve üzüntüyü daha kolay hissedebilirler. Beyin başkalarının acılarını sanki kendimiz acı çekiyormuşuz gibi işlemden geçirir. Peki savaşan askerler bu tepkinin üstesinden nasıl gelirler? Bu sorunun yanıtını araştıran MIT’den (Massachusetts Institute of Technology) Rebecca Saxe ve Emile Bruneau, son yürüttükleri bir deneyde Arap ve İsrailli deneklere çeşitli öyküler okuttular. Öykülerin bazı KUTSAL DEĞERLER BARIŞ NASIL SAĞLANIR? KÜLTÜR VE FARKLILAŞMA ADET VE TÖRENLERİN ROLÜ birbiriyle çatışabilir. Öyle ki yalnızca ulusal onur ve değerlerimizi savunmak için bile savaşabiliyoruz. İşte bu nedenle insanların birbiri ile niçin çatıştığını anlamak çok zor. Yine de son yıllarda sosyal psikologlar insan topluluklarının birbirlerine niçin ters düştüğü konusunda bazı ipuçları elde ettiler ve bu bulgulara dayanarak son yıllarda insanların grup şiddetinden uzaklaşma eğilimine de açıklık getirme şansına kavuştular. Bu bilgilerin bir de pratik yararı var: Bugünün en çetin sosyal anlaşmazlıklarına çözüm getirme olanağı da bu şekilde doğmuş oldu. Toplu saldırganlık yalnızca insanlara özgü değildir. Sürü halinde gezen kurtlar rakip sürüye karşı ortak sa GRUP ŞİDDETİNİN NEDENLERİ CBT 1338/ 10 9 Kasım 2012 Bağlı bulunduğu grubun çıkarlarını korumak için canını vermeye hazır olmak, savaşın kaçınılmaz olduğu dünyamızda ödül getiren bir özelliktir. Grubun ortak çı ÖZVERİLİ BİREYLERİN OLUŞTURDUĞU GRUPLAR CBT 1338/11 9 Kasım 2012 Şaşırtıcı olan karşı gruba düşmanca duygular besleme eğilimi ile insan doğasının çok daha saygın bir yönüyle ilgili olan dayanışma ve özveri eğiliminin birlikte evrilmiş olması. Bu da çelişkili bir durumdur. Örneğin, bağlı bulunduğu grubun çıkarlarını korumak adına yaşamını tehlikeye atarak karşı grupla çatışmaya girmek.. Santa Fe Enstitüsü’nden ekonomist Samuel Bowles bu çelişkili durumu şöyle açıklıyor: “Bir insanın bağlı bulunduğu gruba karşı beslediği aşırı sevgi, beraberinde bu grubun dışında kalanlara düşmanca duygular beslemesine yol açıyor. Böylece ortaya tuhaf bir karışım çıkıyor. Başka bir deyişle şefkat ve şiddet aynı kişide vücut bulmuş oluyor. Bunu Azize Theresa’nın Rambo’yla karşılaşmasına benzetebiliriz.” DÜŞMANCA DUYGULAR VE DAYANIŞMA Zeki Arıkan urada sözü edilen ve yüzüncü kuruluş yılını kutladığımız kütüphane, İzmir Milli Kütüphanesi’dir. Yüzyıl önce İzmirli yurtseverlerin özverileriyle Salepçioğlu Hanı’nın selamlık bölümünde temelleri atılan bu kütüphanenin yüz yaşını algılaması mutlu bir olay…Onun öyküsü bu ülke tarihinin de bir parçasıdır. İzmir; XIX. yüzyılda büyük ticarethaneleri, okulları, matbaaları, gazeteleri, eğlence yerleri, tiyatroları , gazinoları ve ünlü Kordon’uyla bir Avrupa kentini aratmıyordu. İzmir’e yerleşmiş olan yabancılar bölgenin zenginliğini uzak diyarlara taşır, burada rahat bir yaşam sürerlerdi. İzmir, başında bir valisi, bir askeri garnizonu ile alınamaz ve koparılamaz bir “vilayeti şahane” sayılıyordu. 15 Mayıs 1919 tarihinde, Yunanlılar Kordon’a asker çıkardıkları zaman bunun Türk milli vicdanında derin bir tepkiye yol açacağını hesaplamamış olsalar gerekir. Hükümet, hiçbir kargaşalığa yol açılmamasını salık veriyor, herkesin işiyle,gücüyle meşgul olmasını istiyordu. Böyle bir anlayış ve tutum karşısında Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’i anavatana kazandırması bir efsanedir, bir destandır. İzmir’deki Levanten, yabancı ve gayrimüslimlerin kalabalık okulları, ciltler dolusu kütüphaneleri yanında her sınıfı bir öğretmenin sorumluluğuna verilmiş Türk rüşdiyesi (orta dereceli okul) acınacak durumdaydı. Bir gün Vali Midhat Paşa, Halit Ziya’nın da bulunduğu sınıfa geldi. Perişanlığı gören vali, bir de Fransızca dersi konularak dengeyi sağlamaya çalıştı. Halit Ziya, rüşdiyeden sonra ancak Mehitaristlerin okuluna giderek kendisini kurtarabildi. Yoksa bu parlak zekâ da sönüp gidecekti… İzmir’in Türk nüfusu ancak Tanzimat’tan sonra yavaş yavaş kendisini toparlamaya çalışır. Burada görev yapan valilerin rolünü özellikle vurgulamak gerekir. İzmir’de ilk yenilik olayını, Vali Hacı Naşit Paşa, hükümet konağında bir balo vererek göstermiştir. Naşit Paşa, bir gece İzmir’in ne kadar kibar insanı varsa onlara zengin büfesini açtı (1883). Vali bu cesareti nasıl gösterdi? Pek bilinmiyor. Daha önce, Midhat Paşa’nın valiliği oldukça kısa sürmüş fakat geleceğin İzmir’inin inanılmaz bir tasarımını çizmişti. Bugün kendi adıyla anılan cadde, daha sonra uygulamaya konulan ulaşım ağı onun eseridir. Halil Rıfat Paşa ise kenti imar etmesinin ötesinde Halit Ziya ve Tevfik Nevzat’ı İzmir’de günlük bir gazete çıkarmakla görevlendirmişti. İttihatçıların ünlü valisi Rahmi Bey de İzmir’in modern kent haline gelmesi için büyük bir çaba gösterdi. İkinci Meşrutiyet, İzmir için de bir dönüm noktasıdır. Kooperatif (ortaklama) uygulamaları başlar. “İktisadi Milli” sözü gündeme gelir. Avusturya mallarına karşı yürütülen boykot, bütün imparatorlukta ulusal bilincin kökleşmesini sağlar. Türk şirketleri kurulmaya başlar. İzmir idadisi (lisesi) büyük gelişme gösterir. Basın dünyası patlar. İzmir’in günlük yaşamına yepyeni gazeteler ve kavramlar girer. İzmir’in aydınları, özellikle Hizmet gazetesi sahibi Kadızade İbrahim Refik, Milli Kütüphane için kolları sıvar. İttihat ve Terakki’nin Selanik’te yapılan dördüncü kongresinde alınan kararlar belirleyici olur. Bu kararlara göre her vilayet merkezinde bir “Milli Kütüphane” kurulmalı, basılan yayınları, kitapları toplamalı ve halkın yararına sunmalıydı. İzmir’in aydınları epeydir böyle bir çabanın içindeydiler. Bunların çabalarıyla Milli Kütüphane vakfı kuruldu. Mali sorunları çözmek için de bir sinema açıldı. Daha sonra Vali Rahmi Bey, geniş bir arsayı Milli Kütüphane için ayırdı. Parlak bir törenle temel atıldı. Mimarlığını Tahsin Sermet’in üstlendiği kütüphane, ancak Cumhuriyet’in 10. yılında resmen açıldı. Atatürk bu kütüphaneyi üç kez ziyaret etmek onurunu gösterdi. Kütüphane bağışlarla giderek zenginleşti. Aslında bir halk kütüphanesi niteliğinde olan bu kuruluş, gerçek anlamda “milli kütüphane” kimliğini kazandı. Ona bu kimliği kazandıran çeşitli dillerdeki eserlerin zenginliğidir. Yazmalar, eski ve yeni yazı Türkçe kitaplar, gazeteler ve dergiler… Grekçe, Latince eserler, Fransız edebiyatının en zengin örnekleri, seyahatname koleksiyonları, yine Fransızca Türkçe Sözlükler kütüphanenin temel malzemesidir. İzmir’de Frenk matbaalarında basılan ilk Türkçe kitaplar da solgun yaprakları ve özgün ciltleriyle burada. Bütün bunlar Milli Kütüphane’nin akıl almaz zenginliği konusunda bir fikir vermektedir. Sonra İzmir’deki yabancıların sözgelimi Fransızların Propaganda Koleji öğretmeni Nassif Mallaouf’un yazdığı Türkçe dilbilgisi, FransızcaTürkçe sözlükleri de barındırıyor. XIX. yüzyılda Fransa’da basılan Osmanlı tarihine ilişkin çok önemli eserler ve yine Fransızca süreli yayınları burada bulabiliyoruz. Sayın Prof. Şengör’ün yazılarında sık sık sözünü ettiği P. de Tchihafcheff’in Paris’te basılan (1853 1869) 6 ciltlik Küçük Asya coğrafyasının burada bulunması insanı şaşırtıyor. Bu zenginliğin ilk farkına varanlardan felsefe doktoru Ziya Somar, 1940’lı yıllarda İzmir tarihine ilişkin ilk özgün eserleri üretti. Kooperatiçilikle ilgili kitabını buraya bağışlarken başına şu notu düştü: İzmir’in en mübarek insan kâsesi Milli Kütüphane’ye…
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle