17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TEKNOLOJİPOLİTİK İç hastalıkları konusunda Türkiye’de düzenlenen en geniş kapsamlı kongre olan, “Ulusal İç Hastalıkları Kongresi”nin ondördüncüsü Antalya’ da gerçekleştirildi. Baha Kuban [email protected] Almanya, Danimarka ile birlikte fosil ve nükleer enerji yüklerinden en hızlı kurtulmayı planlayan ülkeler arasında. En kapsamlı iç hastalıkları kongresi Almanya’da fosil ve nükleer çağının sonu mu? Danimarka bu alanda başı çekiyor, hükümetin açıklamalarından anladığımız kadarıyla Danimarka, bu köşede daha önce de yer verildiği gibi, 2050’de fosil çağına son vermeyi, enerji ihtiyaçlarının %100’ünü yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılamayı kafasına koymuş durumda. Danimarka, 5 küsur milyon nüfusu ile küçük bir ülke; toplam enerji tüketimi Avrupa Birliği toplamı içinde %1 civarında. İstanbul’un üçte biri ediyor ya da etmiyor nüfus olarak ama Almanya öyle mi? Almanya, 80 milyonu aşan nüfusu, Avrupa Birliği’nin motoru olan ekonomisi ve yine AB’nin toplam birincil enerji tüketiminin %20’den fazlası ile Avrupa’nın sanayi devi. Böyle bir ülkenin, Fukuşima sonrası nükleer enerji üretimini toptan kapatacağını açıklaması (ülkenin toplam elektrik ihtiyacının %23’ü), 2020’de tüm enerji gereksiniminin %35’ini (Avrupa Birliği hedefi %20) yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılayacağını açıklaması çok daha ciddi bir önerme! Bu hedef öylesine farklı bir gelişme doğrultusunu işaret ediyor ki her kesimden fosil ve nükleer muhiplerinin inanılmaz muhalefeti ile karşı karşıya kalıyor. Kararlı bir hükümetin, bugüne kadar fosil ve nükleer enerji tedariğinden geçinen finans ve sanayi çevrelerini nasıl hizaya sokabildiğini Almanya örneğinden görmek mümkün. Merkel hükümetinin bu radikal değişime neden tav olduğunu, arka plandaki sayısız ekonomik ve siyasi çıkar savaşlarını bir kenara bırakıp şimdilik Almanya’nın bu iddialı hedefleri ile ilgili Türkiye ve dünya kamuoyunda dolaşan gerçekdışı ya da abartılmış haber ve yorumları Almanya enerji gerçeği ile karşılaştırmakla yetinelim. Almanya’da elektrik tüketiminin 1990 – 2011 arasında yaklaşık %12 artmış olduğunu, bununla birlikte örneğin kömür esaslı elektrik üretiminin %56.7’den %43.5’e, yani %10’un üzerinde bir oranda gerilediğini görüyoruz. Aynı dönemde ülkede yenilenebilir kaynaklı güç üretiminin %3.6’dan %19.9’a çıktığını belirliyoruz. Bu artışın asıl kaynağı rüzgâr ve biyokütle. Bu veri önemli, çünkü ortalıkta dolaşan en hafif deyimle “yanıltıcı ifadelerden” birine göre Almanya, kesintili güneş ve rüzgâr enerjisi oranlarındaki artış yüzünden daha fazla kömür yakıyormuş! Tek kelimeyle yanıtlıyoruz, yalan! Alman hükümetinin, kolayca ulaşılabilir veritabanları ve internet sayfaları açıkça ortaya koyuyor: ülkenin yenilenebilir enerjiden ürettiği elektrik, bugün hem nükleer hem kömürden elektrik üretimlerini geçmiş durumda. Almanya, pek çok Avrupa ülkesi gibi elektriği hem ithal ediyor hem de başka ülkelere satıyor. Almanya’nın nükleer santralları kapatma ve iddialı yenilenebilir enerji hedeflerini açıklamasının hemen ardından ortalıkta dolaşan bir başka “yanıltıcı ifade” de şöyle; “tabii kapatır, nasılsa Fransa’dan ucuz nükleer elektrik satın alabiliyor!” Peki gerçek ne? Almanya 2011 yılında ve ondan önce de pek çok yıl, Fransa dahil birçok ülkeye elektrik satmakta. Yani, elektrik üretimi tüketiminden fazla. Almanya nükleer santralları kapatacağını 30 Mayıs 2011’de açıkladı. Daha az bilinen bir gerçek, bu tarihten çok önce Almanya’da nükleer enerji kaynaklı elektrik üretiminin düşmekte olduğudur. 1990’dan 2001’e küçük bir artış dışında Almanya’da nükleer elektrik tedariği özellikle 2006’dan itibaren hızla düşmüş ve 2011’de 1990’a göre neredeyse %30 daha düşük olarak gerçekleşmiştir. Asıl hikâye tabii 1990’dan itibaren ve özellikle yenilenebilir enerji yasasının geçmesi sonrasında güneş, rüzgâr ve biyokütle kaynaklı elektrik tedariğindeki sıçramalardır. Bugünün yenilenebilir enerji üretimi 120 küsur TWs ile 1990’ların neredeyse 6 katıdır. Almanya’nın toplam tüketiminde yenilenebilir elektrik payı şimdiden %20’yi bulmuştur . Bazı efsanelerin süresi doluyor. Türkiye, önümüzdeki 2030 yılın enerji tedarik stratejilerini hâlâ kömür ve nükleer üzerine kurmaya çabalarken geleceğe kalkan trenler başka peronda bekliyor. T ürk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği (TİHUD) tarafından düzenlenen 14. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi kapsamında Prevantif kardiyoloji, gebelik ve iç hastalıkla“P rı, erişkinlerde kanser taraması, akılcı ilaç kullanımı, kronik karaciğer komplikasyonları, yaşlılarda gözden kaçabilen durumlar, yaşlı hastaya yaklaşım, inmeden nasıl korunalım” gibi pek çok konuya yer verildi. Kongreye her yıl olduğu gibi bu yıl da 3300’ü aşkın sayıda hekim katılırken, konularında ülkemizde söz sahibi 120’yi aşkın konuşmacı ve oturum başkanı kongrede görev aldı. Kongrede başlıca şu konular ele alındı: hipertansiyonun sorumlu olduğunu söyledi. 2003 yılında hipertansiyon farkındalık oranının %40 iken 2012 yılında % 55’ler düzeyine geldiğini söyleyen Erdem, bu düzelmelere karşın hâlâ önemli oranda hastalığından haberdar olmayan hipertansif hastaların bulunduğunu belirtti. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. İhsan Ertenli, üretkenlik çağındaki kadınlarda görülen romatizmal hastalıklar hakkında bilgi verdi. Ertenli, gebelikle birlikte seyreden romatizmal hastalıkların hekimlerin sık karşılaştığı durumlardan biri olduğuna dikkat çekerek, romatizmalı hastaların da hem tedavi olmaya hem de gebe kalmaya, çocuk doğurmaya ve çocuklarını emzirmeye hakları olduğuna dikkat çekti. Bunun için hem gebelik hem de süt verme döneminde kullanılabilecek ilaçların mevcut olduğunu belirtti. İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kerim Güler, diyabetin dünyayı tehdit eden en önemli hastalıklardan biri olduğuna ve görülme sıklığının yıllar içinde artış gösterdiğine dikkat çekti. Güler, “Türk toplumunda yapılan TURDEP çalışmasının sonuçlarına göre 2002 yılında diyabet toplumun % 7.2’sinde (2.600.000 kişide) görülmekte iken, bu rakam 2010 yılında %13.7 (6.500.000 kişi)’ye çıkmıştır. Ama asıl tehlike prediyabetik durum ve metabolik sendromdaki artış oranıdır. Bozulmuş glikoz toleransı denilen bu tablo aynı çalışmada 2002 yılında %6.7 oranında iken (1.800.000 kişi), 2010 yılında bu rakam %30.4 (13.500.000 kişiye ) ulaşmıştır” diye konuştu. Diyabetin damarları tutan bir hastalık olduğunu açıklayan Güler, kalp, beyin, böbreğin bunlardan en çok etkilenen organlar olduğunu söyledi. ROMATİZMALI HASTALAR DA GEBE KALABİLİR Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği tarafından başlatılan Türk Hekim KOHORTU çalışmasından ilk veriler elde edilmiştir. Bu çalışmada ülkemiz hekimlerinde sık rastlanan kronik hastalıklarda prevalans, insidans ve risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmaktadır. En çarpıcı verilerden biri de hekimlerin kan basınçları ile ilgili verilerdir. Yapılan projeksiyonda hekimlerimizin hipertansiyon farkındalık oranlarının % 40’lar dolayında olduğu saptanmıştır. Halkımızda bu farkındalık oranının % 55’lere ulaştığı göz önüne alındığında, hekimlerin kendi kan basınçları ile ilgili farkındalık oranının düşük olduğu görülmektedir. Bir başka deyişle hekimlerimizin hipertansiyon ile mücadelede halkımız bazındaki başarılarını kendi hastalıkları söz konusu olduğunda gösteremedikleri ortaya çıkmıştır. KOHORTU ÇALIŞMASINDA İLGİNÇ SONUÇLAR DİYABET ORANLARI ARTIYOR Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Nefroloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yunus Erdem, Sağlık Bakanlığı verilerine göre ülkemizdeki her dört ölümün birinden doğrudan ya da dolaylı yoldan CBT 1334/9 12 Ekim 2012 HİPERTANSİYON FARKINDALIĞI ARTIYOR Hacettepe Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Endokrinoloji Öğretim Üyesi Doç. Dr. Selçuk Dağdelen, bedenin sinyal ağını oluşturan hormonların genellikle vücutta bol bulunan ham maddelerden üretildiğini söyledi. İşte bu sinyal sistemimizin 2 yerde zayıf ve dışa bağımlı olduğuna dikkat çeken Dağdelen, birinin dışarıdan iyot alımına bağlı tiroid hormon yapımı, diğerinin de güneş ışığına bağımlı vitamin D olduğunu belirtti. Dağdelen, vitamin D’nin önemini şöyle dile getirdi: “Eskiden vitamin D’nin sadece kemik sağlığımız için çok gerekli bir hormon olduğunu sanırdık. Artık öğrendik ki hemen hemen vücuttaki her organ ve sistem vitamin D’ye ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla eksikliği sadece kemik gücünü azaltmakla kalmıyor; bağışıklık sistemini zayıflatıyor, bağışıklık sistemini şaşırtıp kendi organlarına karşı saldırıya geçirtebiliyor hatta şeker hastalığı ve kalp damar hastalıklarına yatkın hale getiriyor.” Batı’da da Doğu’da da halkların en az 2/3’ünün vitamin D eksikliğinden mustdarip olduğuna dikkat çeken Dağdelen, gebelik ve yaşlılıkta bu ihtiyacın biraz daha arttığını söyledi. Tanı koyması kolay, tedavisi kolay, ucuz ve etkin fakat sinsi bir hastalık olan vitamin D eksikliğinin özellikle yaşlılarda kas güçsüzlüğü, tekrarlayan düşmeler, dengesizlik ve kas krampları, yaygın vücut ağrısı gibi durumlara yol açtığını belirtti. D VİTAMİNİ ÇOK ÖNEMLİ BİR HORMONDUR
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle