24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

J.J. Rousseau J.J.R’yi papazlar da sevmedi tartışmalarının ülkemizdeki temeli U A. M. C. Şengör eanJacques Rousseau hakkında yazmaktan bıktığım için, sevgili dostum Orhan Bursalı’ya bu konuda artık yazmayacağımı söylemiştim. Ancak yayınlar durmadı ve giderek kaliteleri düşerek, benim baştan beri şüphelendiğim bir şeyi ortaya koydu: Türkiye’deki JeanJacques Rousseeau hayranlığının temeli, Rousseau’nun romantik bir gariban âşığı olarak görülmesidir. Garibana âşık olmak bazılarının gözünde önemli bir haslet olabilir, ama bir düşünürün kalitesini belirleyecek bir özellik değildir. Rousseau kendisi ahlak ve erdem düşkünü bir insan olmasına rağmen, bu değerleri savunduğu söyleniyor. O zaman sormak lazım: Hangi kıstasa dayanarak? Rousseau’ya göre bir insan ne kadar ilkelse o kadar iyidir; ne kadar bilim ve sanattan haberdarsa o kadar kötüdür. Yani, mesela esirlerinin kalbini obsidyen bıçaklarla oyup tanrılarına kurban eden Aztekler, on dokuzuncu yüzyılda müstemlekelerine okul, demiryolu, temizlik götüren Avrupalılardan daha ahlaklıdırlar. Bazı romantik solcuların böyle düşündükleri muhakkaktır, ama ben aynı fikirde değilim. Böyle düşünenlerin pek çoğundan farklı olarak ben o müstemlekelerin bugünkü durumlarını ilk elden, oralarda çalışarak gördüm. Ülkemizi yöneten islâmcılar da her ağızlarını açtıklarında ahlâktan bahsediyorlar. Kendi yaptıkları ortadadır. Ben Rousseau’ya AKP sıralarında yer beğenince de Rousseau hayranı vatandaşlarım beni eleştiriyor. Rousseau öğretisi ve bu öğretiyi temellendirme denemesi bakımından Sokrat’a benzer. Her ikisi de öğretilerini tanrı, din, doğal insan gibi hayali kavramlara dayandırmışlar ve kendilerini yüzeysel tanıyanlarca ahlak abideleri olarak görülmüşlerdir. Sokrat insanlığı en az bin sene inim inim inletmiş olan Hristiyanlığın felsefi temellerini, Rousseau ise aynı şeyi benzer yöntemlerle daha sonra yapan yirminci yüzyılın benim modern dinler olarak gördüğüm totaliter rejimlerinin düşünsel (düşsel mi demeliydim?) temellerini hazırlamıştır. Sam Harris’in The Moral Landscape: How Science Can Determine Human Values (Free Press, New York, 2010) adlı eserinde de gösterdiği gibi, ahlakın da temeli bilim olursa o ahlak insanları bedbaht etmeyen bir ahlak olur (burada Lord Bertrand Russell ile fikir ayrılığımız vardır). Yani Rousseau’nun tavsiyesinin tam tersi uygulanırsa insanlık bireyleri rahatsız etmeyecek bir ahlak öğretisine kavuşabilir. Bu konular ise kendi mantıkları içinde, duygusal sömürüye yer vermeden tartışılırsa anlam kazanır. O nedenle «ben bir işçi çocuğuyum» diye başlayan ve Rousseau garibanları sevdiği için biz de onu severiz mealinde sürdürülen sözleri ciddi felsefi tartışmalar olarak göremeyeceğim doğaldır. Pek çok görüşünün abartılı olduğuna şüphe yoktu. Ancak bu, yazarların kendi toplumlarını eleştirmenin yolu idi. Zeki Arıkan siklopedi’nin yazarları arasında yer alıyordu. Rousseau’nun doğaya dönüşünde, Emil’in felsefesinde “iyi vahşi” (le bon sauvage) imgesi önemli bir yer tutar. Avrupa’nın çok uzağına giden seyyahlar, oralarda çok mutlu insanların yaşadıklarına inanır ve dönüşlerinde bunları abartarak yazıya dökerlerdi. İyi vahşiler, çocuklarını kendileri emzirir ve kimseye emanet etmezlerdi. İyi vahşi denilince; iyi, temiz, sağlıklı, mutlu, aralarında sen/ ben kavgası olmayan özgür insanlar anlaşılırdı. Bütün bunların abartılı olduğuna şüphe yoktu. Ancak bu yazarların kendi toplumlarını eleştirmenin yolu bu idi. Montaigne’in de vurguladığı gibi, yeniçerilerin geçtiği bahçelerde yedikleri üzümün ederini, asmalara astıkları palavrası da bunun başka bir örneğidir. J NESCO’nun 2012 yılında anılmaya değer gördüğü büyük insanlar arasında J.J Rousseau da var (1712 1778). Rousseau, doğumunun 300. yıldönümünde bütün dünyada anılıyor. İnsanlık bir kez daha onun üzerine eğilmek fırsatını buldu. CBT’deki yayınlar her türlü takdirin üstündedir. Yıllar önce ben, Rousseau’nun zehirlediği gençlerden biriydim. Şimdi yaşlandım. Onun bana tattırdığı zehir hâlâ yolumu aydınlatıyor. Bundan da pişman değilim. Lisede Rousseau üzerine aldığım bir ödev, bana Işıklar Yüzyılı’nın kapılarını araladı. Onun Türkçeye çevrilmiş bütün eserlerine ulaştım. Haftalık kazancımın yarısı kadar bir para tutan Emil’i aldığım zaman dünyalar benim oldu. İtiraflar’ı okuyunca da ona acımadım değil. Kıyamet gününde Tanrı’nın katına bu kitapla çıkacağını belirtiyor, felaketlerinin doğumu sırasında annesinin ölümüyle başladığını dile getiriyordu.. Açlık, yoksulluk, sefillik yakasını bırakmadı. Belki de rahat bir yaşam bulmak kaygısıyla çareyi İsviçre’den Fransa’ya kaçmakta buldu. Orada Katolikliğe dönmesi, küçük yaşta tecavüze uğraması, tam bir serseri gibi, işsiz, güçsüz, aşsız, yuvasız dolaşması ve Dijon Akademisi’nin açtığı bilimler ve sanatlarla ilgili bir yarışmayı kazanıp şöhrete ulaşması yaşamının başlıca kesitleri… Dijon Akademisi’nin sorduğu, “Bilimler ve sanatların gelişmesi ahlakın ilerlemesine hizmet etmiş midir” sorusu, olumlu bir yönden savunulabilir, belki ortaya büyük bir tez çıkabilirdi. Ama Rousseau bunu yapmadı ve konuya olumsuz bir açıdan yaklaşarak “bozulma”yı insanın kendisinde aradı. Diyor ki: “İnsan bir toprağı başka bir toprağın ürününü beslemeye, bir ağacı başka bir ağacın meyvesini taşımaya zorlar… Hiçbir şeyi hatta insanı bile doğanın yaptığı gibi istemez. Onu bir beygir gibi kendisi için yetiştirmeli, bahçesindeki ağaç gibi kendine göre ona biçim vermelidir”. Rousseau’nun ilk kapsamlı eseri Emil, o zamanki Fransız toplumunda tam bir bomba etkisi yaptı. Estetik kaygılardan ötürü hanımlar çocuklarını emzirmiyor ve hemen süt analarına teslim ediyorlardı. Emil, bu yanlışlığı gösterdi. Eserin yayımlanmasından sonra artık Fransız kadınları dört elle çocuklarına sarılıyordu. Bu bile, onun insanlığa yaptığı hizmetin büyüklüğünü göstermeye yeter. Beni asıl şaşırtan, Rousseau’nun ulaştığı bilimsel, kültürel birikimdi. Yaşamında doğru dürüst bir okula gitmemiş, kimi Fransız zenginlerinin sağladıklar olanaklarla yetişmiş birinin bu düzeye ulaşması pek kolay değildi. Üstelik müzisyendi. Opera besteleyecek kadar da bu alanda güçlü idi. An Rousseau, iyi vahşi imgesinden geniş ölçüde etkilendi. Emil’i doğal koşullar içinde yetiştirmesi bununla açıklanabilir. Emil’de gerçek düşüncelerini Savoa’lı rahip aracılığıyla dile getirdi. Rousseau, ne Protestanları ne de Katolikleri memnun edemedi. Emil, papazların hışmına uğradı. Rousseau, Paris başpiskoposuna yazdığı mektupta “İncil’in akidesine uygun bir Hıristiyan” olduğunu yazıyordu. O, insanlardan kaçıyor, doğaya sığınıyor, mutluluğu Paris salonlarından çok kırlarda, bayırlarda arıyordu. Thomas Carlyle’a göre, “bu zehirlenmiş insan baştan aşağı şüphe içindeydi”. Ama Carlyle, pek çok eksikleriyle birlikte onda bir kahraman ateşini buluyordu. Çünkü Rousseau XVIII. yüzyılın büyük aydınlarından biriydi. Halk egemenliği kavramını, güçlü olarak savunan odur. Fakat cumhuriyetin ancak Cenevre gibi küçük bir ülkede yaşayabileceğine inanıyordu. Hükümdarlığa en güçlü darbeyi o vurdu. Çünkü yasalara inanıyordu. İhtilalin ünlü bildirgesinde yer alan genel irade (volonté générale) kavramını demokrasiye armağan eden Rousseau’dur. Rousseau adı, Türkiye’de ilk kez Reisülküttap Atıf Efendi layihasında geçer. Napolyon’un Mısır seferiyle OsmanlıFransız ilişkileri bozuldu. İhtilal’in farklı bir yorumu yapıldı. Layihada Fransa’daki fitne ve fesadın kaynağının, “Voltaire ve Rousseau demekle maruf ve meşhur zındıkların” ve onlar gibi dinsizlerin eseri olduğu dile getirildi. Tanzimat döneminde ise ona “zındık” denmez ve eserleri Türkçeye çevrilmeye değer bulunur. Emil’in çevirisine bu dönemde başlanır. II. Meşrutiyet döneminde de Contrat Social (Mukavelei İçtimaiye) dilimize kazandırılır. Bütün bunları tamamlayan da Cumhuriyet oldu. PAPAZLAR DA SEVMEDİ İlber Ortaylı’ya Cevabımdır Burak Avcı Burak, bavci22@gmail.com 15 Haziran 2012 tarihinde Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisinde yayımlanan “Hükümet Kurumlarının Atadığı Yeni TÜBA Üyelerinin Bilimsel Başarımları” adlı yazıda Web of Science veritabanını kullanarak elde ettiğim yayın, atıf sayısı ve h indeksi değerlerini kullanarak yeni TÜBA üyelerinin bilimsel performanslarını kamuoyuyla paylaşmıştım. Atanan tüm bilim insanlarını aynı yöntemi kullanarak eşit şartlar altında değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışmanın ardından, özellikle sosyal bilimcilerden gelen eleştiriler doğrultusunda 22 Haziran 2012 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknoloji’de “TÜBA’ya Atanan Sosyal Bilimcilerin Bilimsel Başarımları” CBT 1334/18 12 Ekim 2012 başlığı altında bir yazı daha yayımlandı. Yapılan eleştirileri dikkate alarak özellikle Türkçe yayınları ve kitapları da değerlendirme kapsamına alabilmek için bu yazıda Publish or Perish (PorP) isimli programı kullandım. Birinci yazının ardından 16 Haziran’da Habertürk televizyonunda yayımlanan Tarihin Arka Odası adlı programda, İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı yazıyı tenkit eden açıklamalarda bulundular. Bu yazı programda yapılan eleştirilere cevaben yazılmıştır. Öncelikle şunu belirtmek isterim: Yazının amacı, TÜBA’ya atanan bilim insanlarını yayın ve atıf değerleri üzerinden değerlendirmek ve eleştirmek değil, nesnel verilere dayanarak yeni üyelerin kapsamlı bir fotoğrafını çekmekti. Zaten, yaşım ve konumun itibarıyla, belli bir kariyere sahip bilim insanlarını eleştirmek haddim değil. Programda eleştirilen en önemli konulardan birisi bilimsel indeksleme yapan kurumlardı. Bu kurumların İngilizce olmayan yayınları yeterince taramadıkları öne sürüldü, Türkçe yayın yapan sosyal bilimcilerin bilimsel performans değerlerini böyle bir yöntem kullanılması durumunda hatalı sonuç vereceği di
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle