Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HUKUK POL T KASI Hayrettin Ökçesiz Çoğulcu demokrasi, yapacak işi olmadığı için sıkıntıdan bunalan müreffeh insan topluluklarının değişiklik olsun diye ürettikleri bir yaşam biçimi değildir. Tam aksine, bir sorun çözme aracıdır ve karmaşık sorunları çözmek yolunda evrimleşmiştir. Eskilerde derebeylerinin, zalim kralların boyunduruğunda yaşayan ve sorunları o diktatörlerce çözülen o toplumlar, daha sofistike sorun çözme yöntemlerine ihtiyaç duydukça önce çoğunlukçu yarı demokrasileri geliştirmiş, daha sonraları ise sorunların karmaşıklığı arttıkça çoğulcu demokrasilere geçmek zorunda kalmışlardır. Tek kişilerin kolayca buyurup sorun çözdüğü düzeyden daha karmaşık sorunlar, ancak o sorunlara taraf (paydaş) olan kesimlerin ortak akıllarının harekete geçirilmesiyle çözülebilir. Karmaşık sorunların paydaşları da sayı ve nitelikleri itibariyle çok ve karmaşık olduğu için, onları bir salona doldurup çözüm bulmalarını beklemek beyhudedir. Bu nedenle, ortak akıl üretme sürecinin, birilerince oluşturulması gerekmektedir ve bu çok önemli bir işlevdir. Bu işlevi yapacak olan kurum, çözüm geliştirecek ve uzlaşı sağlayacak olan kurumlar değildir. Bu işleve “ortam yaratma” işlevi denilebilir ve siyasi partilerin başlıca görevi bu ortamın yaratılması bağlamındadır. Yaratılacak ortam içinde, sorunlara çözüm geliştirecek, uzlaşı sağlayacak kurumlar ise, çoğulcu demokrasinin ana yapı taşları olan örgütlenmelerdir.Ortam yaratma işlevi, çoğulcu demokratik sürecin şiddetten kesin olarak arındırılması, bir korkusuzluk ortamı oluşturulması, her örgütlenmenin özgürce fikir oluşturup uzlaşı sürecine katkıda bulunması ve toplumda bir uzlaşı kültürü oluşturulmasını içerir. ktidar partisinin görevi bu ortamı yaratmak ve bu yolla ortaya çıkacak çözümleri uygulamaktan; muhalefet partilerinin görevleri ise daha verimli ortamların yaratılması için seçenekler üretmekten ibarettir. Dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üstbirlik ve benzeri ilgi ve çıkar örgütlenmelerinin rollerinin ne denli farklı olması gerektiği ve siyasi partilerin toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimler adına çözüm üretmelerinin çoğulcu demokrasiye ne denli aykırı olduğu görülüyor. Şu an için üzerinde durduğumuz düşünsel platform, karşı karşıya olduğumuz sorunları çözemez. Bu platformun sorun çözme kabiliyeti, sorunlarımızın karmaşıklık düzeyinin altındadır. Bunu lütfen bir düşününüz. Sonra da siyasi partilerden sorunlara çözüm bulmasını istemekten vazgeçiniz. Siyasi partilerin görevleri konusunda yeni paradigmaları gündeme getiriniz. Bu düşünsel araçlar, bu sorun çözme kabiliyeti düzeyi ile bu kritik coğrafyada tutunamayız. okcesizhayrettin@gmail.com http://okcesizhayrettin.blogspot.com Düşündüşleme (*) Değerli Hocam Bakır Çağlar’ın anısına…(**) • Sınır aşan sular gibi, zaman aşan sözlerimiz var. Bunlarla bedeli beden ufuk aşan yolculuklara çıkarız. • Küçük kal. Büyümek insanlıktan çıkarıyor. • Kaplumbağanın telaşını gördünüz mü hiç! • Var olduklarını bilmiyorduk. Şimdi yok olduklarını biliyoruz. • Dar zamanında kaçacak, ya da kaçacağın insanlarla vakit geçirme. • Sürmek değil, olmak hayatı! • Emekle / Düş / Tohumlasın diye toprağı / İme / Düş // Düşünebildiğince • Emek, acı çekiyorsa, haklıdır. İnanç da öyle… • Tüm bunlar kendimizden kurtulmak için mi? Ya kendimizi bulmak için olanlar… Nedir onlar? • (Sosyalizme emek verenlere…) Arıydık bal eyledik / Arındık yol eyledik / Ayrıydık bir eyledik / Görünür kıldık yüzümüzü • Düşündüşleme, düşüne, düşleye bir gezinme orda, burda… • Doğana dek söyle, ölene dek sus! • Umut bir mucize / Mucize bir umut // İnsanın içinde // İnanmakla doğuyor / Birbirine / Ve kendine // Yeryüzü yalnızlığında / Çaresizliğine / Çare oluyor • Işık düşmek ister // Şiir / Düşmek ister // Çiğ gibi / Kirpiklerine // Çığ gibi / Yüreğine // Düşmek İster / Şiir // Usuna // Işık düşmek ister • Siyah renk değildir, dedi. Renk nedir ki, siyahın yanında! • Haz ve heves ne, ödev kim olduğumuzu söyler. Kimesne’liğimiz sanki bir bedende hem kim, hem ne olduğumuzu der gibidir. • Onu, bunu, şunu olmak isteyen kurbağa / yalnızca güldürüyor patlayıncaya! • Güzel anda durur / Durmaz bir yerde. • Çocukluğumdan, bir sarhoşun meyhanenin kapısında, gelip geçene, “Ne kadar güzel, ne kadar hoş / Hayat bu / Gerisi boş” diye nara attığını anımsıyorum. “Kime Ne” meyhanesiydi içtiği yer. • Ölecekleri evlerinde bırakıp / Sokağa atıyorlar kendilerini // Herkes kendini sokağa atıyor // Onlar da bir gün ölecekler evlerinde / Baka kalan gözleriyle / Ziyaretçilerinin ardından • (Eylüle doğru Pınar’a…) Bir daha yapmayacağım yapamayacağım şeylerle dolu hayatım / Belli ki bundan sonra da böyle olacak // Ölmek olacak sonunda / Bir daha yapmayacağım şey // Yapamayacağım şey / Ölmek olacak / Hayatımda // Hep bir kez daha yapacağım şeylerle dolu hayatım / Yazmak örneğin / Küçük kâğıtlarına aklımın / Seni sevdiğimi / Gün gece / Ölünceye değin // Yapamayacağım bir şey olacak / Ölmek / Bu yüzden / Hayatımda. • Düşündüşleme, heykeltıraşın ocaklarda mermerini araması gibi bir şey… • Pek çok şeyi ancak birbirimize (doğaya da) vererek kendimize alabileceğimizi iyice kavradığımızda, her şey daha güzel olacak! • Bedenimiz duyguların bir makinesi... Düşünüyor da! Kendimizi bütünüyle ele geçirmeye; ondan bir mutluluk makinesi yapmaya çalışıyoruz. Biz kimiz? • Adalet hukuka ve devlete astığımız bir tabeladır. • Düşünen insan mutlaka sınırlara çarpar. Düşünmezsen, hiçbir yere çarpmazsın. • Medya önce istediği gibi görünmene, sonra da göründüğün gibi olmana zorluyor seni. Olduğu gibi görünmek her yiğidin harcı değil. (*) ”Flu(x)us – VI. Bir Denizin Kıyısından Bir Avuç Çakıl Taşı”mdan (**)”(…) Hukuku hiç sevmedim. Bir tek şeyini sevdim (…): Hukuk bir teknik değil, bir sanattır. Ben sanat olduğunu kabul ediyorum. Bir insanlık mesleği olarak, teknik değil, sanat.” Bakır Çağlar, (Nakleden Pınar Öğünç, Radikal, 27.7.2011) Çıktı: (flsf), Sosyal Bilimler ve Felsefe Dergisi, sayı: 11, Temmuz 2011; Baykuş Felsefe Yazıları Dergisi, Sayı: 7, Temmuz 2011 CBT 1275/ 19 26 Ağustos 2011 “Yüksek Öğretmen”li bir eğitimci: Nâzım Bayata Salih Özbaran Giderayak işlerim var bitirilecek, Giderayak. Nâzım Hikmet’in bir şiirinde döktürdüğü sözcükler, Yüksek Öğretmenli arkadaşım Nâzım Bayata için esin kaynağı olmuş, kitabının başlığını Giderayak koymuş. Aşağıda yansıttığım bir alıntı ise, Nâzım’ın çok zorlu geçen yaşamını sonu gelmeyecek bir acımasızlığın kucağına hangi fermanla atıldığını gösterirken, adaşının belirlediği hedefin yolunu tuttuğunun da bir işareti gibiydi: “Sabahın köründe okula yeni atanan ve henüz tanışmadığım müdür beni niye çağıracaktı?... “ nşallah hakkınızda hayırlıdır” deyip yazıyı, daha doğrusu çift aylı ve “gizli” ibareli sarı zarfı bana uzattı. Açıp okudum iki satırlık yazıyı […]. “Samsun Ondokuz Mayıs Lisesi , stajyer felsefe öğretmeni Nâzım BAYATA’nın düşünce, tavır ve davranışları öğretmenlikle bağdaşmadığından iki yıl üst üste de stajyerliği kaldırılmadığından, hakkında yapılan müfettiş soruşturması sonucuna göre görevine son verilmiştir. Ancak adı geçenin bakanlığa zorunlu hizmet borcu olduğundan, öğretmenlik dışında başka bir göreve atanması uygun görülmüştür”. Nâzım’ın, iki yıllık felsefe öğretmeniyken 18 Aralık 1965 yılında eline tutuşturulan zarfın içeriğinden bu “takdirnâme”! Böylece sürgün yılları başlamıştı çiçeği burnunda idealist bir öğretmenin. Samsun’da çıkarılan Çaltı dergisi ona “güle güle derken”, “memleketi sevdiği için atıldı” diye yazacaktı. Ama o yılacak kişi değildi; Samsun’dan ayrılırken kendisini hüzünle, bir o kadar da sevgiyle uğurlayan öğrencileri, öğretmen arkadaşları, dostları ona daha bir güç vermiş olmalıydılar. Maraşlı, Şebinkarahisarlı, Niğdeli, Ankaralı yılları, kısacası “yatak dengini ve kitaplarını” toplayıp yollara koyulduğu sürgün hayatı başlayacaktı. Bakanlar, valiler, üst düzey yöneticilerle mücadelesi; buna karşın öğretmen ve öğrencileriyle güzel ilişkileri; tanıdığı, görüştüğü değerli bilim ve edebiyat üstadlarıyla görüşmeleri; TÖS’deki, TÖBDER’deki, ve ÖSYM’deki eylemleri, yaşamını dolduracaktı. Gördüğü işkenceler ise, gülümsenerek anımsanacaktı kendince; ama siyasetin eğitim dünyasına yaşattığı utanc verici olaylar olarak da arşivlere yerleşecekti; okuyucusunun değerlendirmesini bekleyecekti. Günümüzde ibretle okunması gereğine inandığım ve Nâzım’ın Gidereayak başlığı altında toparlamaya çalıştığı anılar kitabınından söz ediyorum. Kişisel çabasıyla yayımladığı ve kendisine durmadan lekeler çalınmış, onlar karşısında yılgınlığa kapılmamış, yaşamından kesitler yansıtan bu derleme nisan ayında imzalanmış olarak elime geçtiğinde pek sevinmiştim. Ankamat Matbaacılık’ta (tarihsiz!) olarak basılmış; editör eksikliğinden ötürü kimi yazım hataları ve yinelemeler olsa da. Sadece kendisine ilişkin 1940’lı yıllardan zamanımıza uzayıp gelen olayların sıralanması değil; sadece anı da değil. Yakın ve genel tarihi tanımlayacak kuramlar için yerel bir katkı; eğitim serüveni, antropoloji, folklor, arama tarama sözlüğü, aile tarihi, gezi rehberi vb. için yararlanılacak bir derleme; tüm bu alanlar için veri tabanı oluşturabilecek zengin örneklerle bezeli bir öz yaşam öyküsü (otobiyografi). Bir köy sosyoloğu gibi çocukluğunu ve gençliğini anlattığı kısımlar; bir eğitim tarihçisi gibi Yüksek Öğretmen Okulu’nda geçirdiği yılları ve atılımları betimleyen sayfalar; kıyıma uğrayan bir Cumhuriyet insanının direnci, öğretmenliğinde yaşadığı sürgünler; sonunda tevazu içinde, kimi zaman dertli, özverili bir aile büyüğü olarak yaşadığı günler, hatta saatlar için tuttuğu güncelerden alıntılar; görgü tanıklığının sağlam verileri. Nâzım 195963 yıllarında okudu Yüksek Öğretmen Okulu’nda, yatılı idi orada; stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nde de derslerini izledi; benim ayni dönemde aynı kurumlarda tarihçi olmaya çalıştığım süreçte. Bu okul bizlerin parasız yatılı olarak kalabildiğimiz, çok çeşitli etkinliklerine tanık olduğumuz liseler için öğretmen yetiştiren bir kurumdu; nice değerli eğitimci, öğretim üyesi, sanatçı ve bilgin yetiştirmişti. 1978 yılında kapatılması açıklanması çok zor olacak bir karar olarak eğitim tarihine geçti. Nâzım da, bu tarihin öncesine ve sonrasına uzanan süreçlere tanıklık etmiş bir kişi olarak yer aldı, almakta, o evrende. Eğitimin günümüzde içine sürüklendiği süreci anlamak için Nâzım Bayata’nın anıları altın değerinde.