17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNCEL TIP Mustafa Çetiner MISIR KOÇANINDAN ELDE ED LEN [email protected] www.mustafacetiner.com Etanol 21. yüzyılın yakıtı olabilir mi? Mayalanma olmasaydı acaba ne yapardık? Mayalanma süreci mikropların milyarlarca yıl önce karbonhidratlardan enerji elde etmek amacıyla geliştirdikleri bir özelliktir. Derken biz insanlar tarihöncesi dönemlerde mikroplara özgü bu süreçten kendi amaçlarımıza uygun biçimde yararlanmanın bir yolunu bulduk. Binlerce yıl boyunca insanlar şekerden alkol üretmek ve onu tanrılara sunmak amacıyla bu süreçten yararlandı. Ancak zamanla alkol için çok daha aklı başında bir uygulama alanı bulundu: yakıt. lk olarak 1826 yılında içten yanmalı motorların çalıştırılması için kullanılan ve o zamanlar etil alkol adıyla bilinen bu organik bileşik, 20. yüzyılın başlarında Avrupa’da önemli bir konuma ulaştı. Ne var ki, alkol esaslı bu yakıt, ancak 1970’lerde yaşanan enerji bunalımının ardından etanol içerikli yakıtların vergiden bağışık tutulmasını kararlaştırdı. Vergi bağışıklığı ve onu izleyen destekleyici ödenekler, yabancı kaynaklı yakıtlara olan bağımlılığı yine de yok edemedi. A.B.D’de motorlu araçlar için üretilen etanoller mısır esaslı olduğundan, tüm bu uygulamalar mısır endüstrisine yaradı. 2005 yılında, petrol fiyatlarındaki yükselişle birlikte, mısırdan elde edilen etanolün karbon içermediği ve yenilenebilir bir yakıt olduğu görüşü giderek yaygınlaştı ve böylece mısır kökenli etanole yeniden ilgi duyulmaya başlandı. Gelgelelim, mısırdan elde edilen etanolün sağladığı ekonomik yararlar son yıllarda tartışılır oldu. Mısırın besin yerine yakıt olarak kullanılması olası bir yiyecek kıtlığı, fiyat şokları ve siyasal dengesizlik gibi başka birtakım sorunları gündeme getirdi. Kimi araştırmalar biyoyakıt üretiminin ormanların yok edilmesine ve buna bağlı olarak da sera gazı salımlarının artmasına neden olduğunu ortaya koyuyor. Ancak biyolojik yakıta destek verenlerin çoğu, mısırdan elde edilen etanolün ideal bir çözüm olmadığını kabul ediyor ve bunun bitkilerin yenmeyen bölümlerinden üretilen en üst düzeyde bir biyolojik yakıt olan selülozik etanol için yalnızca geçici bir önlem olduğuna inanıyorlar. Selülozik etanol, ekonomik açıdan altın çağını yaşamaya henüz hazır olmasa bile, dışarıdan bakıldığında tüm koşullar önünün açık olduğuna işaret ediyor. Selülozik biyoyakıtın biyokütle verimi daha fazla, ayrıca bu yakıt bitkilerin yenmeyen bölümlerinden elde edildiğinden, besin kaynakları üzerinde olumsuz bir etki yaratması da söz konusu değil. Ne var ki, canlı hayvanlar kimi zaman bunlarla beslendiği için de, fiyatların mısır fiyatlarına koşut olarak yükseldiği görülüyor. Öyle ki, çiftlik hayvanlarının beslenmelerine ayrılan mısır koçanlarından biyoyakıt üretilmesi besin kaynaklarının yanı sıra, toprak kullanımı ve sera gazı salımını da etkileyecek. Dahası, hem biyoyakıt hem de besin üretimi için toprağa gerek olduğundan bu ikisinin birbirinden ayrılması son derece güçtür. Biyoyakıt üretimi daha çok para getiriyorsa, besin ürünlerinin yetiştirilmesine ayrılan topraklar büyük bir olasılıkla biyoyakıt üretimine yönlendirilecektir. Olay, çok yönlü ve sorunlu.. Rita Urgan, Kaynak Scientific American ğuna inanılan ve 3050 kadar farklı canlı ailesinden gelen binlerce ERV içermektedir. Ne var ki, endojenleştirme süreci yalnızca retrovirüslerin tekelinde değildir. Bir ay kadar önce araştırmacılar aralarında insanın da olduğu çeşitli memelilerin genomunda borna virüsüne rastladılar. Virüsün yaklaşık 40 milyon yıl önce memeli bir atamızın üreme hücrelerine karışmış olabileceğine inanılıyor ve benzer buluşlar sayesinde insan genomunun o gizemli yarısının açıklığa kavuşturulması bekleniyor. Başka araştırma grupları da insandaki düzenleyici dizgelerin %25’inin virüs kökenli unsurlar içerdiğine tanık oldular. Bu da insan ERV’lerinin genlerin düzenlenmesine ciddi bir katkıda bulundukları yönündeki görüşü güçlendiriyor. “Virüsleşme” süreci günümüzde de sürüyor olabilir. HIV virüsü lentivirüsler olarak bilinen bir retrovirüs sınıfına giriyor. Virüs uzmanları kısa bir süre önceye dek lentivirüslerin endojenleşmediklerini düşünüyorlardı. Oysa artık bu virüslerin tavşanların ve gri fare maymunlarının üreme hücrelerine girdikleri biliniyor. Bu da HIV1 virüsünün insanın üreme hücrelerine girecek güçte olabileceği ve evrim sürecimizi yepyeni ve beklenmedik yönlere taşıyabileceği anlamına geliyor. Öyle ki, bugün başımıza bela olan bu virüs gelecek kuşakların biyolojik yapısında can alıcı bir yer tutabilir. Rita Urgan, Kaynak: New Scientist, 30 Ocak Yaşam Bir Turnosol Kâğıdıdır Kimi anlar vardır, gözünüzün önünden perde kalkar, yaşama dair göremediğiniz, anlayamadığınız, çözemediğiniz bilinmezler apaçık dökülüverir ortaya. Kendinize şaşarsınız. Nasıl fark edemediğinize kızarsınız. Ya da biliyorsunuzdur aslında ama aklınıza getirmek istemiyorsunuzdur. Deprem olacağını bildiğiniz bir şehirde yaşamaya çalışmak gibi… Ama gerçek size aldırmaz, bir gün, bir an gelir gerçekle yüzleşmekten kaçamazsınız. Bir gün büyük deprem olur mesela, her şey altüst olur… Bir gün insanları, onların gözünüzdeki yerinizi, kendinizi çırılçıplak görüverirsiniz. Çevrenizdeki insanlara şaşırıverirsiniz. Ummadıklarınızdan gördüğünüz desteği, umduklarınız sizden esirgiyordur aslında, anlayıverirsiniz. Yaşadıklarınız, insanları tanımak için “turnusol” kâğıdıdır. Anlarsınız ki, kerpiç evleri gibi plazaların tepelerindekileri de koftur bu ülkenin. Başkalarının emekleriyle ve onlardan aşırdıkları ile var olmaya çalışanlar, birkaç bölüm yayınlanıp kaybolan televizyon dizilerinin kahramanları gibi gerçek yaşamda aslında “yokturlar”. Bu yokların temel özellikleri sanki varmış gibi davranmalarıdır. Maharetleri; bilmeyip biliyor gibi davranmayı becerebilmeleridir. İnsan tavlayarak sahnede kalır, kendi önceliklerinden başka hiçbir değere inanmazlar. Profesyonel yaşamında taş üstüne taş koyamayanlar, taşları kendileri yaratmış gibi davranarak var olmaya çalışır. Yaşamları “miş” gibi geçenler, olup ta aslında olmayanlar, ne pahasına olursa olsun sahnede olmak, bir köşe tutmak için debelenirler yaşamları boyu. Gerçekle değil görüntüyle ve o görüntünün hak etmeden kendisine kazandırdıkları ile ilgilidirler sadece. Başkalarının emekleri, düşünceleri ve yıllanmış birikimleriyle var olmayı yaşam biçimi seçenlerin önemli sayıldığı bir ülkedir bu ülke. Onun için de gericiliğin, bilgisizliğin, bilimsizliğin ve yobazlığın kucağındadır. Yıllarca yok sayılan halk gruplarının, işsiz ve çaresiz insanlarının umutsuz arayışlarına kayıtsız kalanların, o haykırışı duyamayan sözde aydın ve seçkinlerin eseridir yaşadığımız günler. Her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel ödenmelidir. Adalet bir gün herkes için gerekir. Bu gerçeği işine geldiğinde anımsayanların mağdur olduklarında sızlanmaya hakları yoktur. Gölgesiyle yüzleşemeyen ürkek kalabalıkların, resmi bütünüyle göremeyen, kendine dönük, sadece kendisiyle ilgili kısımları algılayan ve eleştirenlerin, katı ahlakçıların “ne oluyor bize” deme hakları yoktur. Gündelik pratiklerinde “ne tarafa meyil etsem bana daha yarar” diye soranların, işsizlikten, korkudan, yeteneksizlikten “sahibinin sesi” olmayı içine sindirenlerin ülkesinde korku her yana sinmiştir. Italio Calvino, “Görünmez kentler” kitabındaki Marozia için der ki; Marozia, en korkunç farelerin dişleri arasından dökülen artıkları birbirlerinin ağzından kapan fare sürüleri gibi, herkesin kurşun dehlizler boyunca koştuğu bir kent bugün... Öyle mi? Ama umut hep vardır. Sınır tanımaz, kararlı ve değiştirebileceğine inananların gür sesleri yükselmeye görsün bir, susar hepsi… Önce o gür sesin sahiplerini saf görür, arkalarından gülerler… Sonra giderek kızarlar, öfkelenirler onlara… Çünkü alışmadıkları, bilmedikleri bir şeydir. Sonunda korkarlar, sinerler… Çünkü parasız, kendi emeğiyle ve gönülden üretmenin hazzını tatmamışlardır, temiz havada soluk alıp vermeyi bilmezler. Haklı ve doğru duruşun gücü gibisi yoktur, bilmezler… Gizlilik anlaşmaları, rüşvetler işe yaramaz… Duru akıl karmaşık kurnazlıktan, saflık karanlıktan çok daha güçlüdür çünkü. Pandoranın kutusu bir açılmaya görsün. Kaybolup giderler... AKILLICA MI? Baştarafı 15. sayfadan devam rol oynuyor ve bu genin farklı değişkeleri AIDS hastalığının ilerleme hızını yakından ilgilendiriyor. Bu nedenle, farklı HLAB allelleri HIV1 üzerinde ayıklamacı bir baskıyı dayatıyor olabilirken, HLAB geninin nüfus içinde görülme sıklıkları da HIV virüsünden etkileniyor olabilir. Bu da, etkin durumdaki simbiyogenez sürecidir. Bu durum insan genomunun oluşumuna nasıl bir ışık tutabilir? HIV1, RNA genomunu barındığı canlının kromozomlarına aktarmadan önce DNA’ya dönüştüren bir “retrovirüs” türüdür. Endojenleştirme adıyla bilinen bu süreç bulaşıcı bir virüsü bulaşıcı olmayan endojen bir retrovirüse (ERV) dönüştürür. Endojenleştirme süreci retrovirüslerin genetik ortakyaşama yeni bir boyut kazandırmalarına olanak tanır. Genellikle bu durum retrovirüsün bir kan hücresine bulaşmasıyla oluşan normal bulaşma sürecinin bir uzantısıdır. Ancak virüs barındığı canlının üreme hücresine (sperm ya da yumurta) girerse, gelecek kuşakların genetik yapılarının bir parçası durumuna gelebilir. nsanoğlunun geçmişinde sürekli olarak bu tür bir endojenleştirme süreci yaşanmıştır. Bu süreç genomumuzdaki onca virüsün kaynağını oluşturmaktadır. nsan genomu, evrimsel geçmişimizde yaşanan salgın hastalıkların kalıtı oldu nsanların yarısı virüsten oluşuyor GENOMUMUZ V RÜS KAYNIYOR YÜZDE 25’ V RÜS KÖKENL CBT 1275/16 26 Ağustos 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle