22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Eğitimde fırsat eşitliği mutlaka sağlanmalı Yoksa, sosyal devlet ilkesi büyük yara alacak ve ülkedeki eğitim kurumları ve insanımız olumsuz yönde etkilenecek. Mümtaz Başkaya baskaya@superposta.com Düşünsel sıçrama ihtiyacı! Her sorunun karmaşıklık düzeyi, o düzeyle uyumlu düşünme araçlarını gerektirir. Şifresi unutulmuş bir çantayı açma sorunu için kullanılabilecek araçlarla, şifresi unutulmuş bir bilgisayarı açma araçlarının sofistikasyon düzeyi aynı olmayacaktır. Tınaz Titiz G CBT 1275/ 18 26 Ağustos 2011 eçtiğimiz günlerde üniversite yerleştirme sonuçları açıklandı. Bu durumda, hayli çok sayıda gencimiz ya açıkta kaldı ya da istediği ve özlem duyduğu bir bölüme giremedi. Özellikle son yıllarda yapılan sınavlardaki yoğun hatalar ve şifre olayları yaşanan olumsuzluklara tuz biber ekti. Kişiye özel uygulamaların yapılması da kafaları karıştırmaya devam ediyor. Ayrı kitapçık dağıtma, sonuçları öğrenmek için ayrı şifre ve benzer uygulamalar da bu karışıklığı arttırıyor. Halbuki bu tür işlemeler açık ve net olmalı. Çünkü kimin ne yaptığı bilinmeli. Özellikle bazı öğrencilerin kayrılıp kayrılmadığı gibi. Bazı öğrenci aileleri, bu sınavların sonunda belki de işin kolayına kaçıp kendi çocuklarının iyi çalışmadığını ve bu yüzden iyi bir bölüm kazanamadığını düşünebilir ve o yönde hareket etmiş olabilirler. Ancak bunca yığılmanın ve bu nedenle çok sayıda öğrencinin üniversite ve benzeri sınavlara girmesi ile çok kişinin açıkta kalması normaldir. Dört bardak suyu, bir bardağa aldırmanın fiziksel bir çözümü yoktur, elbette ki fazlası taşacaktır. Ancak tartışılması gereken konular, öğrencilerin başarısı veya başarısızlığı olmasa gerektir. Çünkü çözüm, kökten ve ülke gerçeklerine uygun biçimde olmalıdır. Zaman zaman siyasal iktidarlar bu konuyu kendi çıkarlarına göre kullanıyorlar. Eğer iktidara gelirlerse, üniversitelere sınavsız girişi sağlayacaklarını seçim vaatleri olarak sunuyorlar. Ancak kendileri de çok iyi biliyorlar ki böyle bir uygulamayı başarmanın yolu yok. Başardıkları, bu yolla kazanacakları oylar oluyor. Daha sonra, güya gerçekçi olma yolunu seçiyorlar ve akılları başlarına gelmiş havasını yaratıyor ve sözlerini unutmuş görünüyorlar. Ancak sosyal bir devlet olmanın başlıca kuralı, her alanda eşitlikçi uygulamalar olmalıdır. Sağlıkta, konut edindirmede ve daha birçok alanda olduğu gibi, eğitimde de bu ilke uygulanmalı ve sosyal devlet ilkesi geçerli olmalıdır. Eğitimde fırsat eşitliği, herkese eşit eğitim hakkı tanınmasıdır. “Eğitimde fırsat eşitliği” Kavramı, toplumun tüm bireylerinin ayrım yapılmaksızın, yeteneklerini en uygun biçimde geliştirmede eğitim hizmetlerinden eşit ölçüde yararlanma şansına sahip olmaları olarak tanımlanmaktadır Bu hakkı tanıyacak olan da devlettir. Esas olan insana yatırım olduğuna göre, bu devletin temel görevidir. Eğitimde fırsat eşitliği sağlanamadığı sürece, bu ülkenin sonu hüsrandır. Batı ile doğu, kent ile kırsal yerleşimler arası farklılıklar sıfır düzeye indirilmedikçe diğer alanlarda olduğu gibi eğitimde de büyük haksızlıklar olmaya devam edecektir. şin bir başka boyutu da, sınıfsal çelişkilerin oluşudur. Kabaca, zengin her türlü olanağa kavuşacak, fakirse bütün bu olanaklardan mahrum kalacaktır. Bu sosyal devlet olgusu içinde reva mıdır? Bir sürü istatistikler açıklanır, kişi başına düşen gelirin duyurusu yapılır, ancak çoğu kimsenin yaşam standardı oldukça düşüktür. Bu düşük gelir doğal olarak eğitime de yansır. Eğitimin paralı oluşu da bu derinliği artırdığı açıktır. Paralı eğitim, bu fırsat eşitsizliğini arttıran en önemli unsurdur. En başında, bu yanlış uygulama ortadan kaldırılmalıdır. Başarılı olup ancak üniversiteye gidemeyen binlerce öğrenci varken ve daha birçok kişinin eğitimde fiziki şartlar oluşturulmadan aynı sınava girmesi sağlanırken, üstüne üstlük böyle paralı eğitim zorlamasına gerek var mı? Yurttaştan alınan vergilerle eğitim sağlansa olmaz mı? Böyle bir yanlış uygulama, en başında sosyal devlet anlayışına ve eşitlik ilkesine uymuyor. Bir başka eşitsizlik de devlet okullarının etkisizleştirilmesi konusudur. Fiziki şartların, eğitim durumunun istenen seviyelere getirilemeyişi, dershanecilik uygulamalarının asıl eğitimin önüne geçirilmesi büyük sorundur. Yüklü dershane ücretlerinin çoğu öğrenci velileri tarafından karşılanamayışı bilinen bir konudur. Ayrıca vakıf ve paralı üniversiteleri de eşitsizlik yaratmada ele almak gerekir. Paran varsa gel oku mantığı kötü bir durumdur. Bu da eğitimde fırsat eşitsizliği yaratan önemli bir unsur. Kısacası, çözüm devlettedir. B irisi için “kilidi kırıp yenisiyle değiştirmek“, “sabredip 1000 adet deneme yapmak” vb. basit araçlar yeterli iken, diğeri için örneğin “işletim sistemine hakim olmak”, “bütünüyle reset etmek” vb. daha karmaşık bilgilere ve o bilgileri kullanabilecek düzeyde düşünsel araçlara ihtiyaç olabilir. Fakat bir sorun var.. “Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz” atasözümüz ya da Apollon tapınağının girişindeki “kendini bil” yazısı sıradan bir öğüt gibidir ama, biraz düşünülünce gerçekleştirmenin ne denli güç olduğu hemen anlaşılabilir. Birisini ya da kendini “bilmek”, bilinecek olanın çeşitli tutum ve davranışlarını yargılamak demek olduğuna göre, yargı ölçütlerine ihtiyaç vardır. Örneğin, lokantada yemek yerken, yemeğine ortak olmak isteyen bir kediyi tekmeyle kovan kişinin bu davranışı, hayvanlardan bahsederken “afedersiniz hayvan” diye başlayan birisi için onaylanacak bir davranış iken, canlıların bütünlüğünü idrak etmiş bir diğeri için affedilemez bir yanlıştır. Bu yargılamadaki ölçüt görüldüğü üzere “insanın, canlılar dünyasındaki yeri” bağlamındadır ve birisi insanı putlaştırıp en tepeye koyarken diğeri canlılar ailesinin eşit ama farklı bir üyesi olarak değerlendirmektedir. Buna göre, her değerlendirmede kullanılan ölçütler kişilerin kendi ölçütleri olacak, sahip olmadığı bir ölçüte göre değerlendirme yapması imkânsız değilse deepey güç olacaktır. Benzer biçimde, kişiler, yaşamlarının her anını dolduran sorunları çözmeye çalışırken de, kendi bireysel sorun çözme araçları dağarcığındaki kullanmaya alışık olduğu aletleri kullanacaklardır. Kurumlar ve toplum için de durum benzerdir. Gündelik yaşam sorunları ikliminde birlikte yaşarken hemen hemen benzer araçları kullanan insanlar arasında sorun çıkmaz. Fakat, alışılmış karmaşıklık düzeyinin üzerinde sorunlarla karşılaşıldığında da yine alışılmış aletlerle sorunlar çözülmeye çalışılır. Yeni ve daha başa çıkılamaz sorunların başladığı yer burasıdır.. Kişilerin ya da onların oluşturduğu kurum, toplum gibi daha üst yapıların kullanmaya alışkın oldukları aletlerle, alışkın olmadıkları karmaşıklıktaki sorunları çözmeye çalşmaları, başka hiçbir neden olmasa dahi yeni ve daha da karmaşık sorunların ortaya çıkması için yeterlidir. Üstelik, bu olgunun anlaşılmayıp, sorun çözmedeki başarısızlığın nedenleri olarak farklı etkenlerin aranması ki bir bölümü doğru da olabilir ve bulunacak bu etkenlere göre yeniden ve yeniden girişilecek yeni çözüm girişimleri sonunda, yepyeni ve hiç tanışılmamış karmaşıklık düzeyindeki sorunların ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Uyaranları kimse dinlemez.. Giderek karmaşıklık düzeyi artan sorunlar ikliminde, alternatif ama mevcutla aynı karmaşıklık düzeyindeki açıklama ve çözüm sahipleri, doğan bu olumsuz iklimin kendi savundukları yaklaşımların benimsenmemesi nedeniyle oluştuğunu iddia edeceklerdir. Bu iklim içinde, daha yüksek karmaşıklık düzeyindeki “sorun anlama”, “sorun tanımlama” ve “sorun çözme” yöntemlerini savunanlar da kuşkusuz bulunabilir; ama alışılmış anlama, tanımlama ve çözme araçları öy lesine bir ezber ortamı yaratmıştır ki, alışılmışa karşı ses duyurmak mümkün değildir. Bir örnek.. Kürt Sorunu’nun 2011 Ağustos itibarıyla geldiği durumda, ana muhalefet partisi lideri mealen şöyle diyor: “Siyasi partilerin görevi sorun çözmektir. Mevcut iktidar partisi ise sorun çözemiyor. Bizim önerilerimiz dinlense siyaset bu sorunu çözer” Bu yaklaşımın bütünü konusunda çeşitli kurumlar arasında görüş farklılıkları olması doğaldır. Fakat ilk cümle olan “siyasi partilerin görevi sorun çözmektir” parçasına itiraz edecek bir siyasi hatta akademik kurumun ortaya çıkması pek olası değildir. Çünkü mevcut paradigmaya göre sorunları çözmek siyasi partilerin görevidir. Nitekim seçimler sırasında birbirinden farklı siyasi partilerin temsilcileri tek nokta etrafında birleşegelmişlerdir: Bizi seçerseniz sorunlarınızı çözeriz! Bu paradigma, belirli karmaşıklık düzeyine kadar sorunları çözebilir.. Siyasi partilerin görevi sorun çözmek ise, toplumu oluşturan birey ve kurumların çeşitli ilgi ve çıkarları doğrultusunda oluşturacakları dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üstbirlik vs’nin işlevi nedir. ‘80li yıllarda bir Arnavutluk seyahatinde, başkent Tiran ile şkodra arasındaki yolu bir Arnavut bakan ile birlikte alırken, adım başındaki “union” tabelalarını görünce merakla çünkü o tarihlerde sendikalaşma yasaktı“bu union’lar neyin nesidir?” gibisinden kibarca sormuştum. Arnavut bakan büyük bir hayretle yüzüme bakmış ve şöyle demişti: “Ben Türkiye’de de union’lar olduğunu sanıyordum. Bu kuruluşlar hükümetin emirlerini işçilere ileten kuruluşlardır. Siz nasıl iletiyorsunuz?” Benzer biçimde, eğer siyasi partilerin görevleri sorunları çözmek ise, onca örgütlenmenin tek işlevi olabilir: Görüşlerini hükümete bildirmek; hükümetin de kendi görüşü yönündekileri destek olarak kullanması! Bu paradigma, belirli bir sofistikasyon düzeyine kadarki sorunları çözebilir. Bu yaklaşıma da eğer örgütlenmelerin fikirlerini yeterince alıyor ise yarı demokrasi denilebilir. Fakat halk böyle bir demokrasinin fazlaca bir faziletini görmediği için de sık sık otoriter idareleri mesela askeri idareleri destekler ya da en azından otokratik sivil idareleri arzular. Ama ne yazık ki sorunların karmaşıklık düzeyini kendimiz seçemiyoruz.. Resmi haritalarda gösterilenlerin dışındaki çeşitli sınırları giderek daha karmaşık süreçler sonunda ortaya çıkan toplumlar arasındaki çıkar çatışmaları, öyle karmaşıklıkta sorunlar üretmektedir ki, bunların oluşumunda çoğu zaman yerel toplumların çok az katkısı vardır. Pişirilip kotarılmış sorunlar toplumların önlerine konulmaktadır. Irak, Afganistan, Pakistan, Libya, Mısır, Türkiye gibi toplumların karşı karşıya bulundukları sorunlar, onların sorun çözebilme kabiliyetleri ile orantılı olarak kendilerince seçilmemiştir. Bu sorunların, yarı demokratik paradigmaya göre işleyen toplum yapılarınca bırakınız çözülmesi, anlaşılması bile imkansızdır. Eldeki en güçlü araç, “sorunları siyasi partiler çözer; diğer tüm örgütlenmeler de fikir beyan ederler” şeklindedir. Siyasi partilerin görevi sorun çözmek değil, ortam hazırlamaktır..
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle