25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Üniversiteler kimin? Toplumsal ahlakın1 hemen her şeyin belirleyicisi olduğu, toplumla kamu arasındaki farkın ileri boyutta kendini gösterdiği, bireylerin/kişilerin gereksinim/çıkardeğer/erdem gerilimini çokça gereksinimlerinden, hatta onun da ötesinde çıkarlarından yana çözdüğü ortamlarda üniversiteler, toplumunkamunun en sorunlu bölgeleri/kurumları olarak ortaya çıkıyorlar. Prof. Dr. Betül Çotuksöken* * www.betulcotuksoken.com; betul@betulcotuksoken.com FAHRETTİN PETEK Bir araştırmacının ardından Ahmet Civaş, CNRS Araştırma Görevlisi S B CBT 1246/ 18 4 Şubat 2011 u kısa girişteki anıştırmalardan da anlaşıldığı gibi, üniversitelerimizin çok sayıda sorunu vardır ve henüz üniversitelerin kimin, hangi türden ilişkiler ağının ürünü olduğu tam olarak bir türlü anlaşılamamıştır. Hâlâ bu noktada olmamızın nedenleri toplumsal hazır bulunuşluğumuzda, kamusal/kurumsal/hukuksal alanımızın örgülenişinde/örgütlenişinde saklıdır diyebiliriz. Ayrıca, “Aydınlanma”, “erginleşme”, “olgunlaşma”, “özerklik”, “özgürlük/akademik özgürlük” gibi kavramlarla olan ilişkimizin yeterince açıklığa kavuşamamasını da burada hesaba katmak gerekmektedir. Modern öncesi dönemde de2 1933’ten bu yana da hangi niyetle olursa olsun, erkini çoğun kendi içinde taşımayıp, siyasal erkin nesnesi olarak var olan/var edilen üniversitemizde/ üniversitelerimizde gerilimli, çatışmalı durumlar sürmekte; kamuyu taşıması gereken “aklın kamusal kullanımı”, başka deyişle “aklın bilgiye dayalı kullanımı” (Kant) bir türlü niyetin (içsel) ve eylemsel (dışsal/görünür) olanın, temeli, kalkış noktası olamamaktadır. Bilindiği gibi üniversiteler ortaçağın icadıdır. Ortaçağ üniversitesi öğrencilerin ve üniversite hocalarınındır. Ortaçağ üniversitesinden Humboldt Üniversitesi’ne gelindiğinde, artık üniversiteler araştırmacı kimliğiyle öne çıkan hocaların ve öğrencilerin olmayı sürdürmüştür. Peki, günümüzde üniversiteler kimindir? Kurum olarak üniversitelerin imzaladıkları “Charter”lara3 ve bunlara dayalı olarak imzaladıkları ikili anlaşmalara, ortak oldukları ya da olmaya çalıştıkları eğitim reformu çabalarına4 ve belgelerine bakıldığında özerklik, özgürlük bağlamında yol alındığı görülüyor; ama bu yol alışın yeterince içselleştirilemediği, üniversitelerin sayfalarında yer alan özgörev (misyon), özgörüş (vizyon), temel değerler belirlemelerinin, elbette hepsi öyle olmamakla birlikte, çoğunlukla, salt sözde kaldığı; bu belirlemelerin yine bir ortaçağ deyimiyle flatus vocis5 olduğu, kimi bunalım dönemlerinde ya da sorunlarla, yeni gereksinimlerle karşı karşıya kalındığında, sorun çözme etkinliklerinde/süreçlerinde daha iyi anlaşılıyor. Özellikle şu noktaya dikkati çekmek istiyorum: Eylemlerimizin arkaplanında yer alan zihinsel duruşumuzun sağlamlığı, bunalım ya da kriz ortamlarında sınanır. İşte üniversitede yüz yüze geldiğimiz bunalımları, çoğu zaman bilgiyle değil, toplumsal ahlakın belirleyiciliğinde, duygusal bir çerçevede, keyfilik içinde ve hatta “şiddet”le çözmeye çalışıyoruz. Başlıktaki sorumuzu yineleyelim: Günümüzde üniversiteler kimin? Öğrencilerin mi? Hocaların mı? Her ikisinin de mi? Devletin mi? Yatırımcıların mı? Ulusal/uluslararası şirketlerin mi? Siyasal iktidarların mı? Bağış ekonomisinin, sivil toplum kuruluşlarının öznelerinin mi? Değişim ekonomisinin, serbest piyasanın aktörlerinin mi? Toplumun mu? Kamunun mu? Aklını toplumsal ahlakın ilkelerine göre kullananların mı; yoksa aklını bilgiye dayalı olarak, kamusal bir biçimde kullananların mı? Yazının başından beri sözünü ettiğimiz ve yaşamının son yıllarında, tam bir olgunluk döneminde kaleme aldığı yazılarında, hem “Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısıyla hem de “Fakülteler Çatışması” başlıklı yazısıyla gündeme getirdiği sorularla/sorunlarla hâlâ güncelliğini sürdüren, neredeyse tarihüstü olan Kant’tan ödünç alınmış bir deyimdir “aklın kamusal kullanımı” deyimi ve bu deyim, üniversiteler bağlamındaki birçok sorunu görmemizi de sağlamaktadır. Aydınlanma Nedir? (1784) yazısını ayrıntılı olarak okuyanlar, kendilerini, bunalımlı durumlarda bir kez daha sınayabilirler: Üniversite hocaları, üniversite yöneticileri, karar vericiler gerçekten akıllarını kamusal olarak, başka bir deyişle, kitlenin önünde bilgiye dayalı olarak mı kullanmaktadırlar; yoksa Kant’ın deyimiyle, yalnızca “memuriyetlerini düşünerek, akıllarını özel olarak mı kullanmaktadırlar?” Özellikle yöneticiler ve karar vericiler de keyfi tutum içinde midirler? Üniversite hocaları ve yöneticileri, karar vericiler şu sorunun da yanıtını açıklıkla vermelidirler: Kant’tan esinle ve günümüzün yaygın eğilimini dikkate alarak, fakülteler sıradüzeninde (hiyerarşisinde) serbest piyasanın ölçütlerine göre kimi fakülteler “yüksek fakülte”, kimileri de “aşağı fakülte” olarak mı görülmektedir? Kant’ın döneminde yüksek fakülteler hukuk, tıp, ilahiyattı. Günümüzde de benzer bir hiyerarşi kurmak mümkün. Olup bitene yakından baktığımızda değişen pek bir şey yok diyesi geliyor insanın, Kant’ın listesine olsa olsa, mühendisliği, salt pratiğe gömülmüş kimi yeni mesleklerle bağlantılı “fakülteleri” aslında “meslek okulları”nı, yüksekokulları ekleyebiliriz. “Serbest piyasa”da karşılığı olmayanların ya da serbest piyasayla buluşan muhafazakârlıkla taçlandırılmış olmayanların yeri yok bu yeni oluşumda! Bu yeni hiyerarşide göz ardı edilenlerin başında örneğin, bir iki bölümü dışında genellikle fenedebiyat fakülteleri geliyor.6 Septem artes liberales7 avuçlarımızdan kayıp gidiyor! Theoria’sı olmayanın praxis’inin de olamayacağı hâlâ anlaşılmış değil yeterince. Elbette anlayamayız: Üniversite bizim icadımız değil ki, bu kurumların, theoriapraxis bütünlüğüyle öğrenci ve hoca birlikteliğinin sonucu olduğunu anlayabilelim! Üniversitenin bu birlikteliğin mekânı olduğunu her zaman fire vermeden bilenler/hissedenler var; ama onların sayısı hem öğrenci olarak hem de hoca olarak gerçekten çok az ve onlar gerçekten acı çekiyorlar! Diğerleri de “Veliler ne der? Karar vericiler nasıl karşılar?” anlayışı içinde koltuklarının kısa erimli rahatlığına her geçen gün biraz daha gömülüyorlar! Oysa üniversite öğrencilerin ve hocaların, yöneticilerin ve karar vericilerin, sivil toplumun, vakıfların, devletin; evet ama, hangilerinin? Aklını bilgiye dayalı olarak, kamusal olarak kullananların olmalı elbette! 1 Çoğun, “Veliler ne der?”, “Komşum ne der?” deyişlerinde özetlenebilen ahlak anlayışı. * www.betulcotuksoken.com; betul@betulcotuksoken.com 2 Darülfünun yıllarını, sürekli olarak açılan kapatılan Darülfünun’u burada anımsayabiliriz. 3 “Erasmus University Charter” ve hatta “Magna Charta Universitatum”u anımsamalıyız burada da 4 Örneğin, Bologna Süreci. 5 Boşsöz 6 Bu konuda daha ayrıntılı bir tartışma boyutu açmak artık kaçınılmazdır. 7 Yedi özgür/serbest sanat/liberal arts ayın merhum hocam Fahrettin Petek, bilimsel araştırmalarına Paris Descartes Üniversitesi Biokimya Kürsüsü’nde Jean Emile Courtois yönetiminde 1951 yılında başladı. Bilim dünyasında ilk adımlarını attığı bu laboratuvar, daha sonraları ortaya çıkan glikobiyoloji alanının beşiği sayılabilir. Petek, çalışmalarını 1978 yılına kadar, bitkisel ve hayvansal karbohidratların ara metabolizma ürünleri olan oligozitler üzerinde sürdürdü. Bu dönemde analitik ayırım teknikleri ve sıvı faz kromatografi metodları geliştirdi. Hocaları arasında, özellikle Paul Fleury’nin kendisini çok etkilediğini söylüyordu. Hayranlığının nedeni, kürsünün kurucusu olan bu ünlü eczacının, çok ilerlemiş yaşına rağmen “yeni” yi bulma merakını yitirmemiş olmasıydı. Oysa, hele o zamanlar, yeni bir madde elde etmek, arıştırmak ve bulunan maddenin özelliklerini ortaya çıkarmak müthiş bir gayret ve sabır gerektiriyordu. Fransa Bilimsel Araştırma Ulusal Merkezi (CNRS) görevlisi olan Petek altmışlı yılların sonunda genç meslektaşı Janine Doly ile birlikte poli(ADPriboz) yapısının belirlenmesine katkıda bulundu. 1978’den itibaren, ParisSud Üniversitesi Eczacılık Bilimleri Fakültesi’nde, kendi kurduğu laboratuvarda çalışmalarını oligozit üreten enzimler (glikozidazlar) üzerine yöneltti. Yeni protein arıştırma teknikleri geliştirerek bilgilerini öğrencilerine aktarmaya devam etti. Ama sürekli olarak yapılması gerekenleri düşünüp uygulamaya dayanan çalışma yöntemini değiştirmedi. Coşkusunu, el becerisini ve düşünce yeteneğini benimle de paylaştı. 1977 yılında, Petek 55 yaşındaydı, ben 22. O zamandan beri, çok tartıştık, yayınlar yaptık, anılarımızı anlattık, (ben daha çok dinledim doğal olarak), birlikte engeller aştık, başarılar elde ettik; kısacası, kader birliği kurduk. Hocam, 1985’te emekliye ayrıldıktan sonra bile, CNRS’in Villejuif’deki Kanser Araştırma Merkezinde ve Paris Descartes Üniversitesi’nde çalışmaya devam etti. “Elimde pipet, deney yaparken sizlerden ayrılmak isterim”, diyordu. Kendisini temel araştırmaya adayan Fahri Petek’in yetiştirdigi öğrenciler ülkemizin ve diğer ülkelerin üniversite veya araştırma merkezlerinde önemli konumlara geldi. Bilimsel yaşamında kazandığı başarı yanında, kendisiyle birlikte çalışanlara yardıma hazır içten davranışları ve ilettiği yaşam sevgisi sayesinde sağlam dostluklar kurdu. Ülkesini seven ve haksızlıklara başkaldıran bu çalışkan insanı aramızda daha uzun süre yaşatacağız, sevgili Neriman Hanım, Gaye, Kerim ve aziz dostlar. Aydınlık geleceğe adanmış bir ömür: İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür Berthold Brecht 24 Aralık 2010 tarihinde Paris, Paul Brousse Hastanesi’nde 88 yaşında hayata gözlerini yuman dünyaca ünlü biyokimya
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle