17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Deprem kestirimi üzerine... Bilimin açıklamada, dolayısıyla modellemede henüz yetersiz kaldığı alanlardan birisi depremlerin önceden bilinebilmesidir. Levent Sevgi, Doğuş Üniversitesi, [email protected] Sağlık Bilim ve İnançlar Prof. Dr. Coşkun Özdemir, [email protected] D eprem kestirimi çok kısa (saatler mertebesinde), kısa (günler mertebesinde), orta (aylar mertebesinde) ve uzun vadeli (yıllar mertebesinde) olmak üzere, genelde dört gruba ayrılmakta. Önümüzdeki otuz yıl içinde diye başlayan uzun vadeli kestirimler kentsel planlama, risk ve afet yönetimleri için önemli. İnsanlara “kaçın deprem oluyor” diyebilmek amacını taşıyan çok kısa ve kısa dönemde deprem kestirimi ise belirlenmiş belirsizlik sınırları içerisinde nerede, ne zaman, ne büyüklükte ve ne olasılıkla deprem olacağını söyleyebilmektir. Yani, anlamlı deprem kestirimi, olası bir depremin yerini, büyüklüğünü, yıkıcılığını, zamanını ve olasılığını kabul edilebilir hata sınırları içerisinde söylemeyi gerektirir. Bu ise ancak ölçülerle desteklenmiş bir model üzerinden hesaba dayanmak zorunda. Örneğin, “Deprem, %65±5 olasılıkla Büyükada merkezli ve 25km±10km çaplı bir alanda, 7.2±0.5 büyüklüğünde, 910 arasında bir şiddette, ±5 gün sapmayla 25 Mart 2012’de olacak” diyebilmek anlamlı bir deprem kestirimidir. Oysa “2012 yılında Marmara bölgesinde büyüklüğü 5.0 ya da daha fazla yıkıcı bir deprem olacak” demenin deprem kestirimi açısından bir anlamı yoktur. Kayıtlar, ortalama olarak her yıl büyüklüğü 35 arası hafif şiddette yaklaşık 50 bin, 56 arasında orta şiddette 1000’e yakın, 67 arası şiddetli 100’ün üzerinde ve 7’nin üzerinde çok şiddetli yaklaşık 20 deprem olduğunu göstermekte. Bunların önemli bir kısmının, topraklarının %92’si deprem riski altında olan Türkiye’de olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Akademisyeninden kasabına, imamından bakkalına kadar bunu herkes söyleyebilir. Konumuz bu tip tahminler değil! Zaman zaman medyada yer bulabilse de, artık saatler mertebesinde çok kısa vadeli kestirim yapana pek rastlanmıyor; bunların temelsiz olduğu konusunda ise genel bir görüş hâkim. Kehanet düzeyindeki kestirimler azalsa da, birkaç günden birkaç aya kadar olan kısa vadeli kestirim savları hâlâ gözlenmekte. Oysa, çok karmaşık yapıya sahip yer kabuğunun kestirim amaçlı kullanılabilecek güvenilir bir modeli henüz ortaya konulabilmiş değil. Bu nedenle bir depremin güvenilir sınırlar içerisinde kestirimi henüz olası olmadığı gibi, yakın gelecek için ümit veren bilimsel çalışmalar da ne yazık ki yok (konuyla ilgili geniş bilgi için bkz: [1] L. Sevgi, “Depremler, Kehanet ve Bilimsel Yaklaşım,” CBT 973,12 Kasım 2005, [2] L. Sevgi, “A Critical Review on Electromagnetic Precursors and Earthquake Prediction,” ELEKTRIK, 15(1), pp.115, April 2007). bir zaman sonra bazılarınca sanki olmuş, bazılarınca da kesin olacak bir deprem gibi de anılmaya başlandı. Oysa, 1975 yılından bu yana ölümlü büyük depremlerin hiçbiri bu bölgelerde olmadı (2011: B9.1, Doğu Japonya/Tohoku, 20 binden fazla ölü 2008: B7.2, Kuzey Japonya, 23 ölü, 2007: B6.8, Japon Denizi, 15 ölü, 2004: B6.8, Orta Japonya, 68 ölü, 1995: B7.2, Batı Japonya/Kobe, 1800’den fazla ölü, 1994: B8.1 Kuzey Japonya/Hokkaido, 8 ölü, 1994: B7.5, Batı Japonya/Kobe, 2 ölü, 1993: B7.8, Okushiri/Hokkaido, 200’den fazla ölü, 1993: B7.8, Hokkaido, 1 ölü,1983: B7.7, Kuzey Japonya, 104 ölü). Son dönemlerde ise bu yanılgı uzmanlarca açıkça eleştirilmeye başlandı. En önemlisi Nature dergisinin Nisan 2011 sayısında çıkan Prof. Geller’e ait eleştiridir (R. J. Geller, “Shakeup tme for Japanese seismology”, Nature 472, April 2011: 407409). Bu ve benzeri eleştiriler ve Fukuşima felaketi sonrası yaşanmakta olan tartışmalar bir başka yazıda ele alınması gereken bir konu. B CBT 1286/ 18 11 Kasım 2011 Yer kabuğundaki kırıkların konumu, birbiriyle etkileşimi, uzunlukları ve derinlikleri gibi bilgilerden ve kayıtlı döneme ait istatistiksel veriden çoğunlukla orta ve uzun dönemde hangi bölgede ve ne büyüklükte deprem olabileceğinin söylenebileceği yaygın kabul görmekteydi, ta ki Nisan 2011’de Nature dergisinde J. R. Geller’in eleştirilerine dek. Japonya’da Fukushima nükleer santralının yıkımına neden olan 11 Mart 2011 tarihli, 9.1 büyüklüğündeki Tohoku depreminden sonra bu orta ve uzun vadeli kestirimler bile sorgulanmaya/eleştirilmeye başlandı. Japonya’nın Tokai bölgesinde uzun dönemli kayıtlar 100150 yıl aralıklarla büyük depremler olduğunu göstermekte. Bunların sonuncusu 1854’te olan 8.4 büyüklüklü deprem. Plaka tektoniği kuramının yaygın kabul görmeye başlamasıyla 1960’lardan sonra uzun dönemli deprem kestirimi çalışmaları hızlandı ve 1970’lerde bir grup Japon sismoloğunun yapmış olduğu çalışmayla Tokai, Tonankai ve Nankai bölgelerinde sismik boşluklar olduğu ve otuz/kırk yıl içinde büyüklüğü 8.0’in üzerinde bir deprem üreteceği yaygın kabul gördü. Ulusal düzeyde her türlü kentsel dönüşüm/planlama, risk ve afet yönetimi çalışmaları bu kabule göre yapılmaya başlandı. Literatüre Tokai Depremi olarak giren bu simülasyon YIKILAN ÖNGÖRÜ Benzer durum, 23 Ekim 2011 VanErciş depreminde de gözlendi. “Türkiye’de nerede ne büyüklükte deprem olacağını kesin olarak söyleyebiliyoruz, ancak ne zaman olacağını söyleyemiyoruz” diyen ve bölgeyi uzun süredir mercek altında tutan uzmanlar “deprem bilinmeyen bir fayda oluştu”, “bu fay bilinmiyordu”, “bu fay gözlenemedi”, “bu bölgede aktif fay yoktu”, “deprem beklenen faylardan hiçbirinin üzerinde olmadı”, “deprem ilk kez ters fay üzerinde oldu”, “beklenen bir deprem değildi” gibi farklı ifadelerle şaşkınlıklarını orürk sismologlarının da orta ve uzun vadetaya koydular. Tü li kestirimlerle ilgili inançlarını sorgulamaya başlaması yakındır. Uluslararası saygın jeofizik ve deprem kurumları belirtilerden yola çıkarak deprem kestiriminin olmazsa olmaz koşullarını şöyle sıralamakta: (i) Kaydedilen belirtinin yer kabuğundaki gerilme, kayma ve enerji birikimiyle ilişkisi açıkça ortaya konmalı, (ii) Belirti, en az birkaç istasyonda gözlenebilmeli, (iii) Kayıt cihazlarının kalibrasyonları açıkça gösterilmeli, (iv) Belirtideprem ilişkilendirilmesinin tüm kuralları ve nedenleri ortaya konmalı, (v) Yanlış alarmlar ve gözlenemeyen belirtiler açıkça belirtilmeli ve tartışılmalı, (vi) Belirti ve anormalliklerin tanımları net olarak yapılmalı, (vii) Kaydedilen belirtiler uzaklık, büyüklük bilgisini mutlaka içermeli, (viii) En önemlisi, belirtideprem nedensel ilişkileri bilimsel olarak ortaya konulabilmeli. Türkiye bir deprem ülkesi ve yıkıcı depremler her zaman olacak; ancak, deprem kestirimi kolay ve bugünden yarına halledilecek bir konu değil. Bilimsel kestirim, geçerlilik analizleri yapılmış ve veri doğrulama sürecinden geçmiş sağlam modellerle olası. Olmazsa olmaz koşul, araştırıcının veri toplama, ilişkilendirme, neden/sonuç bağı kurabilme, yöntem, model, epidemiyoloji, risk, gerek/yeter koşullar, bilgiye dayalı karar mekanizması ve en önemlisi bilimin sınırları gibi konular hakkında yeterli birikimle donatılmış olması (bkz: L. Sevgi, N. İnce, “Bilimde Okur Yazarlık: Bilim, Teknoloji, Toplumsal Algılama ve Etik”, CBT 897, 29 Mayıs 2004). Vatandaşın bu tartışmalara yabancı kalmaması ise Bilimde Okur Yazarlık eğitimi verilebilmesine bağlı (bkz: L. Sevgi, “Rakamlarla konuşmak: Bilimde okur/yazarlık ve toplumsal algılama”, CBT 918, 23 Ekim 2004). Bilimin henüz yetersiz kaldığı alanlarda her zaman depremi önceden hissedenler, tahmin edenler toplumda boy gösterecek; bu normal karşılanmalı. Ancak bu kişilerin akademik çevrelerden çıkabilmesi ve medyada hâlâ prim yapabilmesi ise düşündürücü. VANERCİŞ ŞAŞKINLIĞI! ir toplumda iyi bir sağlık hizmetini sağlayabilmek için sadece iyi doktorların, iyi sağlık birimlerinin, iyi hastanelerin olması yeterli değildir, ayni zamanda halkın akılcı ve aydınlanmacı bir eğitimle yetişmiş ve bilinçlenmiş olması gerekir. Yazık ki Türk halkı bilime, bilimsel düşünceye oldukça uzaktır. Doğan Kuban’ın yurdumuzdaki örgütlü cehaletten söz etmesi boşuna değildir. Bunu birçok kez yinelemek zorunda kalıyorum. Bir programda sunucunun “Sevgili vatandaşlar, akraba evliliğinden zarar gelmez, çünkü buna Allah izin vermiştir” diye seslendiğine tanık olmuş, yerimden fırlayarak çevremdekilere bu adamın cehaletini ve neye mal olduğunu anlatmıştım. Bu zavallı sunucu sözde din ve Allah adına konuşuyordu ama halkına hitap ederken genetik diye bir bilim dalının varlığından, kalıtımın kurallarından haberdar değildi. Ben bu insanları “bu cehaletinizle verdiğiniz zarar için yarın Allahın huzurunda hesap vereceksiniz” diye uyarmaya çalışıyorum. Çünkü bu insanlar bu ve benzeri sözleri ile inandıkları Tanrının bilimden haberdar olmadığını kabullenmek gibi bir davranışta da bulunmuş oluyorlar. Yurtdışında bulunduğum sırada çok akıllı, literatürü ve bilimdeki gelişmeleri izleyen ve 30 yıldan beri yaşamını tekerlekli sandalyede sürdüren bir kas (SMA) hastası aracılığı ile STV kanalındaki bir programdan haberdar oldum. Ekrana çıkarılan SMA tanılı bir bebek tanıtılırken spiker “Acaba, Allah bu çocuğu bu duruma sokarken, o anneye ne demek istedi, bunun hikmeti nedir” gibi bir sorgulama yapıyordu. İşte size korkunç bir cehalet örneği daha. O annenin düşürüldüğü durum bir ilahi ceza ile eş anlamlı değil mi? Bu hastamız bu beyanlardan çok rahatsız olarak RTUK başkanına bir mektup yazıyor ve bilimin bize öğrettiklerini anlatıyor. Bir cevap alabildiğini sanmıyorum. Ben TV lerde yer alan bilim karşıtı programlarla ilgili duyurularım için hiçbir yanıt almıyorum. Buna Sağlık Bakanlığı da dahil.. Bilimden, bilimsel gerçeklerden haberdar, bu hastalığın (kendi hastalığı) anne ve babanın taşıdığı birer kusurlu genden ileri geldiğini, bu nedenle akraba evliliğinin burada önemli bir rol oynadığını, ayrıca her 40 kişide bir insanin bu geni taşıdığını bilen hastalarımız, program yapımcısı ile de konuşmak fırsatını buluyorlar. Öteden beri Diyanet İşleri Başkanlığına din adına yapılan bu akla, bilime aykırı çok sayıdaki davranışlar nedeni ile büyük görev ve sorumluluk düştüğünü düşüne gelmişimdir. Bunu yerine getirdiğinden hiç emin değilim. Bir çok defa gittiğim Amerika’da kör inançların nelere mal olduğuna bir kez daha yakından tanık olmuştum. Dünyanın en zengin en güçlü ülkesinin başkanı dünyayı kana bularken bunu Tanrı iradesi ile yaptığını söylüyor ve çoğunluğu bu safsataya inandırıyordu.. En iyi üniversitelere sahip, en çok bilgi üreten bu memlekette yaşayan insanların yaklaşık yarısı kozmosun 6000 yıl önce yaratıldığına (demek ki Sümerlerden sonra), dünyadaki kötülüklerin Adem ve Havvanın işlediği günahlar, kötü ruhlar, şeytan ve cinler yüzünden oluştuğuna inanıyor. Amerikayı ve halkını iyi tanıyan Gündüz Vassaf bu halkın %20 sinin güneşin dünya etrafında döndüğüne inandığını söylüyor. Bu dindarlar için öncelikli olan moral sorunlardır (eşcinseller ve kürtaj gibi). En büyük zamanı ve çabayı bunun için harcıyorlar. Yoksa yeryüzündeki insan ıstırabı, Irakta günde yüzbinlerce kişinin ölümü, Ortadoğu’da ardı arkası kesilmeyen facialar çok önemli değildir.. Tüm günahları yüklenip temizleyecek olan İsa yakında gelecek ve her şeye el koyarak tüm dünyayı düzene sokacak, kötülükleri, kötü insanları yok edecektir. Bize dini, İslamı en iyi en akla uygun bir şekilde tanıtanlardan Prof. Yaşar Nuri Öztürk bu benzer inançların bizde de oldukça yaygın olduğunu söylüyor. Ben bir TV programında İslamcı yazar Ali Bulaç’ın bir soru üzerine, İsa’nın dünyaya dönüp haç kıracağı ve Hazreti Muhammedin buyruğuna gireceğini ifade edişine tanık olmuştum. İşte size inançlar dünyasından sahneler. Cübbeli Ahmet hocanın programlarını da dinliyorsunuzdur sanırım. Şengör’ün kulakları çınlasın. Böyle bir dünyada bilime inananlar nasıl bir misyon üstlenebilirler, güçleri neye yeter dersiniz?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle