Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Almanya bir Atatürk çıkartamazdı 27 Ağustos 2010 Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’deki köşesinde Celal Şengör Hoca “Atatürk Tanrı’nın Türklere Lütfu mu?” başlıklı yazısıyla tarihin akışına ilişkin olsaydı’lardan yola çıkarak, tarihin akış yönü hakkında düşünceler üretti. Sayın Şengör’ün bu yazısı bize Engels’in ömrünün son yıllarında yazdığı ve genellikle “Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar”* diye bilinen ve W. Borgius’a gönderdiği mektubu anımsattı. Yrd.Doç. Dr. İrfan Mukul, irfanmukul@hotmail.com engör yazısının girişinde, “Bir düşünelim, Atatürk çapındaki bir dâhi, Türkiye gibi nüfusunun yalnızca onda biri okuyup yazabilen, Ahmet Haşim’in anlattığı gibi 1919’da daha mayalı ekmek yapmaktan aciz, evini hayvan yuvaları gibi inşa eden, kendini kemiren hastalıklara karşı çaresiz, en batıl, en aptalca inançların pençesinde onun bunun uşağı olmaya dünden hazır, kendinden ve çoluk çocuğundan başka hiçbir şey düşünmeyen, toplum bilinci olmayan, çevresinden bihaber bir ülkenin başına gideceğine, mesela Hitler’in yerine Almanların başına gitseydi,” diyerek tarihte bireyin rolünü vurguluyor. Daha sonraki satırlarda Celal Hoca “Bu hayalin sonu yok” dedikten sonra “ama şu muhakkak. Atatürk 1933’ten sonra Almanya’nın başında olsaydı, insanlık 20. yüzyıl denen kâbusu yaşamak zorunda kalmazdı. Atatürk’ün bizim başımıza gelmiş olması Tanrı’nın bir lütfü değil, benim görebildiğim kadarıyla, tarihin acı bir tesadüfidir. İnsanlık büyük bir şans kaçırmıştır. Niçin böyle söylüyorsun diyeceksiniz,” diye soruyor ve günümüz Türkiye’sinden örnekler verdikten sonra, “Cahil ve bağnaz Türkiye, Atatürk ışığından sonra karanlığa gömüldüğünü” söyleyerek yazısını tamamlıyor. Bizim itirazımız Celal Hoca’nın ilk söyledikleriyle ilgili. Bakın söz konusu mektubun bir bölümünde Engels şöyle diyor: İnsanlar tarihlerini kendileri yapar, şimdiye dek, ortak bir plana uygun ortak bir istençle veya hatta açıkça tanımlanmış belirli bir toplumda değil. İstekleri çatışır ve işte bundan dolayıdır ki bütün böyle toplumlar tümleyeni ve belirimi ilinek olan (rastlantısal, özünde olmayanaccident) zorunluluk ile yönetilir. Burada kendi ağırlığını hep ilinek aracılığıyla koyan zorunluluk gene, eninde sonunda ekonomik zorunluluktur. Bu bağlamda büyük denen adamlara değinmek gerekir. Ş Şöyle bir adamın ve kesinlikle o adamın, belli bir zamanda belli bir ülkede ortaya çıkması, doğal olarak, salt rastlantıdır. Ama o adam ortadan kaldırılırsa, yerini dolduracak biri gerekir ve bu adam bulunacaktır, iyi veya kötü, ama zamanla bulunacaktır. Napolyon’un, bu kendine özgü Korsikalının, kendi öz savaşıyla tükenmiş Fransa Cumhuriyeti’nin zorunlu kaldığı askeri diktatör olması bir rastlantıydı; ama Napolyon olmasaydı, o yeri başka biri doldururdu (Hitler’in yeri de Hitler gibi biriyle doldurulurdu); olgularla kanıtlanmıştır ki, her zaman, zorunlu olur olmaz bir adam bulunmuştur: Sezar, Augustus, Cromwell vb.. Thierry, Mignet, Guizot ve 1850’ye kadar ki bütün İngiliz tarihçiler, o kavrama ulaşmak için çalışıldığını apaçık gösteren kanıtlardır ve aynı kavramı Morgan’ın keşfetmesi de kanıtlar ki bunun zamanı gelmişti ve o kavram yalnızca keşfedilmek gerekiyordu. Aynı mektubun başka bir yerinde Engels diyor ki: …Toplumun teknik bir gereksimi varsa, bu, bilimi on üniversiteden daha çok ilerletir. Bütün hidrostatik (Torricelli vb.) 16. ve 17. yüzyıllarda, İtalya’da dağlardan inen akarsuları düzenleme zorunluluğundan doğdu. Ancak elektriğin teknik uygulanırlığı bulunduktan sonradır ki elektrik üzerine ussal bir şeyler biliyoruz. Ama ne yazıktır ki Almanya’da bilimlerin tarihini o bilimler sanki gökten zembille inmişler gibi yazmak gelenek olmuştur. Bütün bu söylenenlerden şu çıkartılabilir: Atatürk çapında insanlar, insanlık tarihinde çok sık görülmezler; görüldüklerinde ise, eylemlerinin muazzam bir etkisi olması kaçınılmazdır. Fakat hiç kimse en olağanüstü dehalar bile, dönemin ATATÜRK TARİHSEL KOŞULLARIN SONUCU gelişen akımının karşısında duramaz. Atatürk’ün, kendi çabalarıyla, milli mücadele politikalarının temelleri konusundaki kararlı tutumuyla Cumhuriyetin kurulması ve korunması eyleminde çok büyük rol oynamadan önce, ilkin, aydınlanma hareketine katılmıştır. Kurtuluşun, aydınlanma geleneğinden etkilenmesi ve onun tarafından biçimlendirilmesi gerekiyordu. Buradan hareketle Atatürk’ün bulunduğu dönemin tarihsel koşullarının bir sonucuydu diyebiliriz. Tarih ve toplum bilimlerinde “onun yerine şu olsaydı” yargılarından hareket edilemez. Atatürk’ü ortaya çıkartan toplumsal, tarihsel ve ekonomik koşullar göz ardı edilemez. Marks, “tarihte yaşanmışolmuş bir olay, başka türlü yaşanamayacağı için öyle olmuştur” der. Almanya bir Atatürk çıkartamazdı. Hitler’i çıkartan okumuş, orta sınıftır. Atatürk’ü çıkartansa “onda biri okuma yazma bilen” bir kitledir. Tarihe üretim ilişkilerini dikkate almadan bakmak yanıltıcı olabilir. Örneğin, aydınlanmanın sürecinde sermaye makineleşmeye geçtiğinde köyden kente göç eden insanların aydınlanması için uğraş veriyordu. Batı’da sanayileşme ile kitle eğitimi bu dönemde yaygınlaşmıştı. Çünkü üretim ve daha fazla kâr için bu gerekliydi. 20. ve 21. yüzyılda ise sadece ülkemizde değil bütün dünyada sermaye, bilimin ve ona bağlı teknolojinin hızla ilerlediği ve kullanıldığı bir çağda, geniş kitleleri “ortaçağa” yeniden yönlendirdiğini görmekteyiz. O halde, Celal Hoca’nın “Kore, Vietnam, Cezayir, Irak, Afganistan Olur muydu? Atom bombası belası olur muydu? Bush olur muydu?” sorularına verilecek yanıt: “evet, olurdu.” Bu, egemen sermayenin dünya halklarının yeryüzü kaynaklarına daha kolay el koyabilmesi arasındaki ilişkiyle açıklanabilir. Önemli olan evrende ve doğada olup biteni anlama aracı olarak aklın ve bilimin kullanılıp kullanılmadığıdır. Atatürk, “Onda biri okuma yazma bilen, en batıl, en aptalca inançların pençesinde onun bunun uşağı olmaya dünden hazır” bir halkı “hayatta en gerçekçi yol göstericinin bilim ve fen” olduğu yönünde aydınlatmaya çalışmıştır. Ama üretim ilişkileri, sömürme düzeneğinin sahipleri bugün dünya ile birlikte Anadolu’yu 16. yüzyıla yeniden sürüklemeye çalışıyor. * Marx, Engels, Selected Correspondence, Progress publishers, Moscow 1975. s.441–43 Yaşam Koçluğu diye bir şey var… Özdemir Özkan, Ozdemirozkan2005@gmail.com Y CBT 1284/ 18 28 Ekim 2011 aşam koçluğu sunumlarımda altını çizerek söylediğim iki sözcüğü yineleyecek olursam; “Her yaş ve her meslek için mutlaka bir yaşam koçu ve koçluğu vardır”; diğeri “Şu anda üniversite hatta lise düzeyindeki okullarda okuyan öğrenciler hayata atıldıkları zaman hiç duymadıkları mesleklerle karşılaşacaklardır. Koçluk, mentorluk şimdiden duyulan bu mesleklerdendir.” Bu sav sözüme somut destek 10 Nisan 2010 tarihli Cumhuriyet gazetesinden geldi. Okuyalım; “Vücut parçası imalatçısı” aranıyor: Doktor, öğretmen, avukat olmayı düşleyen gençlerin önüne yakın gelecekte ‘vücut parçası imalatçısı’, ‘iklim değiştirme uzmanı’, ‘uzay rehberi’, ‘hafıza arttırma cerrahı’ ve ‘sanal karmaşa uzmanı’ gibi sıra dışı meslek seçimler de gelecek…” Bu haberden yola çıkarak ülkemizde son birkaç yıldır adını duyurmaya başlayan yaşam koçluğundan söz etmek istiyorum. Ortaya çıkışı soğuk savaşın bitimi ile birlikte olan yaşam koçluğunu, her ileri ve yeni olguda olduğu gibi demokrasisi ve sanayisi gelişmiş ülkelerde duyuyor ve görüyoruz. Öncelikle CEO unvanlı üst düzey yöneticiler için öngörülen koçluk, ortaya koyduğu somut gelişmeler sonucunda orta kademe yöneticiler ve daha alt düzeydeki çalışanlar için işverenler tarafından özellikle uygulanmaya konuluyor. Giderek yaygınlaşarak da tüm sivil toplumu kapsayacak hale geliyor. Bu tür işletmeleri incelediğim zaman özellikle CEO’lar ve o kademeye yakın yöneticilerin bir özelliği göze çarpmakta: Çok genç oluşları. Genellikle bilinen; bu makamların yıllar süren ve yıpratıcılığı yadsınmaz bir çalışma hayatının tüm risklerini bir bir geçerek, hiyerarşik bir düzlemde elde edildiğidir. Oysa yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi çok genç yaştaki üst düzey yöneticiler bu makamlara koşarak da değil adeta zıplayarak geldikleridir. İşte bu noktada koçluğun o en kabul edilen insan gelişimi ile ilgili özelliği ortaya çıkmaktadır: Her insan tamdır ve gereksinme duyduğu kaynaklara eksiksiz sahiptir. Bilinen ya da bilinmeyen nedenlerle bu kaynaklarını harekete geçirmeyen dolayısıyla kullanmayan ya da “daha sonra”ya bırakanlar, neleri kaybettiklerini bu kaynaklarını kullandıkları anda anlayıveriyorlar. İşte bu noktada devreye giren koçluk insanların, kurumların, şirketlerin kendilerinde var olan kaynaklarını zamanında ve eksiksiz olarak kullanmaları için onlara yol arkadaşlığı yapmaktır. Birey ya da kurumsal olarak kendinizde var olan kaynaklarınızı sonuna kadar kullanabiliyorsanız, mesele yok, siz zaten bir koçsunuz. Eminiz ki bu durumda yaşantınızdan memnunsunuz, yaşantınızı istediğiniz gibi yönetebiliyorsunuz ve hedeflerinizi tutturdunuz. Aksini düşünüyor ve yaratıcılığımı ve başarılarımı sınırlamak istemiyorum, korkularım yaşantımı engelliyor onlardan kurtulmak istiyorum, iç sıkıntılı ve monoton bir yaşantı yerine umut ve heyecan dolu bir gelecek istiyorum, küçük bir değişimin hayatıma müthiş bir etkisi olur diyorsanız, bilmelisiniz ki yaşam koçluğu yolculuğu tam sizin içindir. Türkiye’deki yaşam koçlarına gelince; her türlü desteği ve kösteği yedeklerine alarak zorlu yolda bilinçli yürümeye devam ediyorlar. Onlar ülke insanının gelişimine yüzde yüz katkı sağlayacaklarına inandıkları yaşam koçluğu için her türlü çabalarını sürdürmeyi görev olarak biliyor. Bu düşünce ile koçluk derneklerinde ve platformlarda buluşuyor ve yenilikleri paylaşıyorlar. Bunlardan biri “Koçluk Platformu Türkiye”. Vizyonu büyük. İlk hedefleri de Türkiyeli koçları bir araya getirmek ve yeni programlar hazırlamak. Bir diğeri “İnsana Dair Her Şey / Koçluk Platformu”. Yoğun uğraşlar veriyorlar. Çünkü onlar, yaşam koçluğu diye bir şey var bilinsin istiyorlar.