17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;[email protected] Anorexia ve açlığa bağımlılık: OECD’nin ‘Biyoekonomi Raporu’na göz atmayı bu hafta da sürdürüyoruz. Bu arada ülkemizle ilgili sorumuzu da anımsayalım... “2030’a Doğru Biyoekonomi”(2) Geçen haftaki yazımı, “Türkiye, kendi geleceği açısından, biyoteknolojinin ekonomiye katkısı konusunda ne düşünüyor” anlamında bir soruyla bitirmiştim. Gerçekten de, çağımız biyoteknolojisinde gözlenen gelişmelerin bizim ekonomimize de önemli katkılarının olabileceğini düşünüyor muyuz? Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin biyoteknolojiyi geliştirmeye yönelik bilimsel araştırmalardaki payını artırmayı; biyoteknolojide kendi ARGE gücümüze dayanarak yeni ürünler, yeni üretim yöntemleri geliştirmeyi; geliştirdiğimiz ürünleri yurtiçinde üretmeyi ve bu üretimimizi de giderek artırmayı öngörüyor muyuz? Öngörümüz buysa, biyoteknolojiden yeterince yararlanabilmek için, bu teknolojinin geniş uygulama alanları bulabileceği sanayi, tarım ve sağlık sektörlerini hedef alarak geliştirdiğimiz bir bilim, teknoloji ve yenilik politikamız var mı? Böyle bir politikamız varsa, örneğin, kamuoyunda bu teknoloji konusunda var olan tedirginliği de gidererek bu alanda yol alabilmek için devletin üstleneceği görev ne olacaktır? Bu bağlamda üniversitelerimizden talebimiz, beklentimiz nedir? Ülkemizin bilim ve teknolojide izlediği politikalardan sorumlu mercilerin bu sorulara yanıtı şu olabilir: “Biz, katma değer yaratmak ya da toplumsal bir fayda sağlamak amacıyla hücre, doku, organ ve organizmalara müdâhale edilmesine, organizmalarda genetik yapı değişikliğine gidilmesine, örneğin Rekombinant DNA teknolojisinden yararlanılmasına karşıyız.” Yanıt buysa, ‘bu yanıtı verenlerin herhâlde haklı nedenleri vardır ve muhakkak, bu nedenlerin bilimsel açıklamalarına da sahiptirler’, diye düşünmek gerekir. Ama, bu yanıtlarında gerçekten haklıysalar, o zaman aynı mercilerden, genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) ve ürünlerinin ithalinin de yasaklanmasını sağlamalarını beklemez misiniz? Oysa, CBT okuyucularının yakından bildikleri Biyogüvenlik Yasası’nın 3’üncü maddesinde açıkça belirtildiği üzere, “GDO veya ürünlerinin ithâlâtı, ihrâcâtı, deneysel amaçlı serbest bırakılması, piyasaya sürülmesi ile genetiği değiştirilmiş mikroorganizmaların kapalı alanda kullanımına bilimsel esaslara göre yapılacak risk değerlendirmesine göre karar [dolayısıyla da izin]” verilebiliyor. Demek ki, çağımız biyoteknolojisini reddeden bir tutum söz konusu değil. O zaman, ‘3’üncü maddede sayılan fiiller arasında ‘üretme’ fiili niçin yok’ diye sormaz mısınız? Ama merak etmeyin; bu fiil, GDO ve ürünleriyle ilgili olarak yasaklanan fiillerin sayıldığı 5’inci maddede var. Bu maddeye göre “genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların [Türkiye’de] üretimi” yasaktır! CBT okuyucuları aynı yasanın ülkemizde yürütülen biyoteknoloji araştırmaları açısından yaratabileceği sıkıntıları da biliyorlar. Eğer bizim biyoteknolojideki politikamız, ARGE ve yurtiçinde üretime köstek, ithâlâta ‘usulüne uygun olarak’ destekse Türkiye’nin vay hâline... Niçin mi? “2030’a doğru Biyoekonomi” raporunda, hatırlayacaksınız, “yeni bir politika ya da büyük bir atılım söz konusu olmasa bile, 2030’a gelindiğinde, OECD ülkelerinde biyoteknolojinin GSYİH’ya olan katkısının %2,7’ye varabileceği” tahmininin yer aldığına işaret etmiştim. Tabiî, bu oran bir ortalama... Aslında, Avrupa Birliği’nin 2004 ortalaması bile bunun çok üzerinde: %5,6... Aynı oran ABD’deyse %5,8... Rapor’da, bu oranların büyüklüğü konusunda bir karşılaştırma yapılabilmesi için, 2004’te, ABD’de, enformasyon ve komünikasyon teknolojilerine dayalı sektörlerin GSYİH’daki payının %7,4 olduğuna dikkat çekiliyor. Rapor’da, sâdece Avrupa Birliği ve ABD’de değil, gelişmekte olan ülkelerde de bu katkı oranının %2,7’nin üzerinde olacağı belirtiliyor. Bunun nedeniyse açık: Özellikle, ekonomileri hızla büyüyen büyük nüfuslu ülkeler, enerji ve daha iyi beslenme talebini karşılayabilmek için biyoteknolojiden mutlaka yararlanmak zorundalar (unutmayalım, Brezilya, Çin ve Hindistan OECD’ye üye değiller; dolayısıyla OECD için verilen ortalamaya bu ülkeler dâhil değil). Ve hiç şüpheniz olmasın, gelişmişi gibi gelişmekte olanı da, bu yararı, biyoteknoloji alanında kendi ARGE ve üretim faaliyetlerine dayalı olarak artırabilmenin peşinde; başkalarının GDO ürünlerinin deneme alanı ve pazarı olmanın değil... Yeni bulgular İstatistiklerin güvenli olduğu Amerika’da her yüz genç kadın ve kızdan en az bir tanesinin anorexia veya bulimia nervosa tanısı aldığı, bunlardan en az yarısının tedaviye cevap vermediği, mortalitenin ise beşte bire yakın olduğu bildirilmekte. Bu dramatik rakamların aşağı çekilmesi için çok yoğun ve ciddi araştırmalar yapılıyor. Doç. Dr. Ece Orhon, [email protected] Y akın zamana kadar uygun kişilik yapısı zemininde erken travmalar, aile içi ilişkiler ve son zamanlarda medya etkisi sorumlu tutulmuştur. Yeni görüşler ise yeme bozukluklarının altında hormonal, genetik ve özellikle nörobiyolojik bozuklukların da olabileceği, bunların belirlenmesi ile hastalıkla başetmenin daha başarılı olabileceği şeklindedir. Yeme bozukluklarının tedavisi ile uğraşanlar, uzun zamandır hastalarının ilgi çekici ve çok özel bir davranış biçiminin farkında idiler: Bu hastalar çok uzun süre aç kaldıklarında daha uyanık, enerjik, hatta kendilerine özgü biçimde mutlu görünüyorlar, daha sonra bu özelliklerine yönelik farkındalık ve sonuçta kendi kontrollerinde uzatılmış, derinleştirilmiş, yoğunlaştırılmış, programlı ve bilinçli ‘’açlık’’ epizodları geliştiriyorlardı. Fark edilen önemli bir diğer özellik de, bu kişilerin maddi veya manevi, hemen her tür ödül veya kayıplara karşı tamamen kayıtsız olmaları idi. Opioid etkisini andıran bu durum, deneysel olarak ilk kez 1988’de morfin enjekte edilen farelerde gözlemlenmiştir. 2007’de bir grup nörobilimci farelerin beyinlerindeki nucleus accumbens’lerinin içine ecstasy enjekte ettiklerinde, hayvanların tipik anorexia davranışı sergilediklerini gözlemledi. Enjeksiyon sonrası fareler daha canlı ve hatta keyifli idiler. Fakat hiç yemek yemiyor, uzun süreli açlık sonrasında bile gıda aramıyorlardı. Uzun çalışmalar sonucu insan beyninin nucleus accumbens’inde oluşan CART (Cocainand AmphetamineRegulated Transcript) yapısındaki bir tür opioid’in etkisi ile yemek iştahının tamamen ortadan kalktığı, açlığın bir ödül olarak algılandığı, hatta uzun vadede kişinin açlık sonucunda oluşan CART’a bağımlı olması veya açlıktan başka hiçbir şeyin zevk vermediği bir tür madde bağımlılığının (Addiction to Starvation Teorisi) gelişebileceği öne sürüldü. kazanan ve kaybeden normal kadınlar sevinç veya üzüntü sergilerken, beyinlerinin Anterior Ventral Striatum bölgesi aktive oluyordu. Anorexic’lerde ise herhangi bir duygusal tepki ve Anterior Ventral Striatum aktivitesi yoktu, fakat Dorsal Striatum bölgeleri normallere göre daha aktifti. Nörobilimcilere göre, Dorsal Striatum’da yeme bozukluklarında en baskın özelik olan ‘’anksiyete ile iç içe geçmiş kontrol ve mükemmeliyetçilik’’ temsil edilmektedir. Bu özellikleri tayin ettiği düşünülen genetik yapı veya yatkınlığı ortaya çıkartmak için 2002 yılından beri çalışılıyor ve sorumlu kromozomun bulunduğu iddia ediliyor. Günümüzde üzerinde anlaşılan görüş şudur: Embriyonik dönemde var olan bir ‘yeme bozukluğu geni’, doğumdan itibaren uygun kişilik özelliklerinin gelişimini sağlamakta, sonraki yıllarda da menstruasyon, östrojen baskısı, uzun süreli diyet denemelerinin yanı sıra, aşırı egzersiz veya henüz bilemediğimiz diğer içsel veya medya v.s. gibi sosyal veya çevresel etkenler ve nihayet “CART ile Biyolojik Tanışma”, hastalığı tetiklemektedir. Hastalığın biyogenetik temelinde açlığa bağlı opioid türü bir maddenin bulunmuş olması, şüphesiz tedaviyi kolaylaştıracaktır. Bu amaçla madde bağımlılığı tedavisinde kullanılagelen Naltrexon HCL yüksek dozda bir antidepresan Serotonin Geri alım inhibitör’ü ile birlikte deneniyor ve özellikle bulimia ile birlikte seyreden anorexia vakalarında yararlı olduğu rapor ediliyor. Biyolojik temelleri tamamen belirlenmiş de olsa, bu hastaların olağanüstü bir güç ile baskılamaya çalıştıkları ağır anksiyeteli depresyonları ve patolojik beden imajı takıntısı ile ilgili herşeyi her yerde her zaman kontrol gayretleri, ciddi farmakoterapilerin yanısıra, çok uzun süreli, hatta yaşam boyu psikodinamik temelli, destekleyici ve bilişsel davranışçı tedavileri gerektirmektedir. Kaynaklar: 1 Morphin induces delayed anorexia in rats: M.Leshem, et al. Psychopharmacology Vol: 94, 1988 2 Addiction and eating disorders, C.Davis, Psychiatric Times, Feb 1, 2001 3 Addicted to starvation: Neurological roots to anorexia: Trisha Gura ,Scientific American MIND, JuneJuly 2008 4 Anorexia linked to mystery molecule: S: Bhattacharya et al. NewScientist March 2003. 5 Pharmacological treatment of bulimia nervosa, W.H.Kaye et al. Psychiatric Times, May 2008. İKİ ÇALIŞMA Bu alanda yapılmış bahse değer iki çalışma var: Normal kadınlar kendilerine verilen portakallı, şekerli suları keyif ve iştahla içerken, beyinlerinin İnsula bölgesi de aktive olmakta idi. Anorexic’ler ise hiç zevk almadıkları gibi İnsula’ları da tepkisizdi. Diğer araştırmada ise, kumar makinesinde CBT 1208/ 6 14 Mayıs 2010
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle