05 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI İnsanlık savaşların üstesinden gelebilir mi? İnsanlar savaşın üstesinden gelebilirler mi, yoksa savaş insan doğasının ayrılmaz bir parçası mı? John Horgan bu sorunun yanıtını araştırıyor... savaşmanın insanın doğuştan sahip olduğu bir dürtü olmadığına, insanların uzun zamandır savaşı geçmişe gömme yönünde çabaladıklarına inanıyorlar. tikleri 20,000 yıl öncesine dek göçmen avcıtoplayıcı toplumlar olarak yaşadıklarına dikkat çekiyor. Söz konusu zaman dilimi insan türünün evrimsel geçmişinin %90’ından çoğunu oluşturuyor. Fry göçmen avcıtoplayıcı toplumlar arasında da bir olasılıkla şiddetin yaşandığını yadsımasa da, günümüz avcıtoplayıcı toplumlar arasında gerçek anlamda örgütlü bir savaş durumuna hemen hemen hiç tanık olunmadığını belirtiyor. Tersine, şiddetin çoğunlukla bireysel saldırganlıktan kaynaklandığına, genellikle iki erkeğin bir kadın uğruna savaşa tutuşması türünden çatışmalar yaşandığına ve bunların çoklukla kısa sürdüğüne dikkat çekiyor. Fry insanoğlunun sorunları şiddetten uzak bir biçimde çözme yetisine sahip olduğuna inanıyor. da savaşın biyolojik bir dürtüden çok, nüfus patlaması ve azalan besin kaynakları gibi çevresel koşulların yarattığı bir tepki olduğunu öne sürüyor. Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr SÖNMEKTE OLAN SAVA MA DÜRTÜSÜ Savaşla ilgili araştırmalardan elde edilen belki de en hoş ve şaşırtıcı bulgu da insanlığın genelde eskisine kıyasla şiddete çok daha az eğilimli olduğu yönünde. Çağdaş toplumlardaki insanların savaşta ölme olasılıkları geleneksel toplumlara kıyasla çok daha düşük. Örneğin, 20. yüzyılda yaşanan birinci ve ikinci dünya savaşları ve tüm öteki dehşet verici çatışmalarda ölenlerin sayısı dünya nüfusunun %3’ünden azına denk düşüyor. Illinois Üniversitesi’nden Lawrence Keeley’ye göre bu oran, makineli tüfekler ya da bombalar yerine, yalnızca sopa, mızrak ve ok gibi silahlarla savaşan devlet öncesi siyasal sistemlerdeki şiddet B u tür görüşler ilk bakışta kuşkusuz savaşın kökenleriyle ilgili son araştırmalardan elde edilen bulgularla uyumluymuşlar gibi bir izlenim uyandırmakta. Birçok araştırmacı yirmi otuz yıl öncesine dek insanların uygarlaşmadan önce birbirleriyle ve doğa ile uyum içinde yaşayan “soylu barbarlar” olduklarına inanıyordu. Ama artık böyle bir durum söz konusu değil. Budunbilimsel araştırmaların yanı sıra kimi kazıbilimsel kanıtlar da profesyonel orduları olan devletlerin ortaya çıkışından önceki dönemde kabile toplumlarının, zaman zaman bile olsa, topluca ölümcül çatışmalara girdiklerini gösteriyor. Bu arada, bir topluluktaki erkek şempanzelerin kimi zaman başka bir topluluktan erkek şempanzeleri ölesiye dövdüklerine tanık olunması savaşmanın dirimsel kalıtımızın bir parçası olduğu yönündeki yaygın kanıyı daha da pekiştirdi. Atalarımız ve primat akrabalarımız arasında yaşanan şiddetle ilgili bu bulgular insanın doğasıyla ilgili olarak Washington Üniversitesi insanbilim uzmanlarından Robert Susman’ın “5 haberleri” adını verdiği görüşün yerleşmesine neden oldu. Akşam haberlerinde tıpkı “kanlı haber başı çeker” ilkesine uyulması gibi, insan davranışlarıyla ilgili birçok durum da çatışmayı vurguluyor. Ancak Sussman şiddet ve çatışmaya duyulan yoğun ilginin aşırıya vardırıldığına dikkat çekerek,“ statistikler insanlar aras nda yard mla ma ve uyum sa lama çabalar n n sald rganl k ve çat maya oranla çok daha a r bast n gösteriyor,” diyor. Şimdilerde sayıları giderek artan uzmanlar da Sussman’ın bu görüşüne katılıyorlar ve YÜZDE 90 SAVA LA YÜZYÜZE Revizyoncular arasında tarih boyunca yaşanan belgelenmiş savaşların salt biyoloji ile açıklanamayacağını öne süren Yale Üniversitesi insanbilim uzmanlarından Carolyn ve Melvin Ember da bulunuyor. Bu iki araştırmacı geçmişte ve halen yaşayan yaklaşık 360 kültürle ilgili bilgiler içeren İnsan İlişkileri Alan Dosyaları adlı bir veritabanını inceliyorlar. Veritabanında yer alan bu toplumların %90’ından fazlası savaşla yüz yüze gelmiş. Ancak bu toplumların kimileri sürekli savaşırken, kimilerinde zaman zaman çatışmalar yaşanmış; çok azının da hiç savaşmadıklarına tanık olunmuş. Melvin Ember,“Belli bir zaman diliminde dünyanın farklı bölgelerine bakıldığında savaşın yaşanma sıklığında farklılıklar olduğu görülüyor. Bu da, ortada genlerle ilgili bir durumun ya da biyolojik bir eğilimin söz konusu olmadığına işaret ediyor,” diyor. Finlandiya Abo Akademi insanbilim uzmanlarından Douglas Fry da bu görüşe katılıyor. “Savaşın Ötesinde” adlı kitabında Fry savaşın evrensel olduğu görüşünü yerle bir eden 74 “savaşmayan topluma” dikkat çekiyor. Bu toplumlar arasında Afrikalı Kung’lar, Avustralyalı Aborijinler ve İnuitler gibi göçmen avcıtoplayıcı toplumlar yer alıyor. Fry bu örneklerin can alıcı bir önem taşıdıklarına, çünkü atalarımızın yaklaşık 2 milyon yıl öncesinden yerleşik düzene ve tarıma geç SAVA PATLAK VER NCE Rutgers Üniversitesi’nden Brian Ferguson da rine sahip dengeli toplumların oluşumuna dikkat çekiyor. İkinci neden, uzayan yaşam süresinin insanları yaşamlarını şiddet yoluyla tehlikeye atma konusunda daha isteksiz kılması. Üçüncü neden, giderek artan küreselleşme ve her geçen gün daha da gelişen iletişim teknolojilerine bağlı olarak kendi “kabilelerimiz” dışındakilerle dayanışma ve empati kurma duygusunun da artması. Pinker’e göre, çağdaşlığın gücü durumun her geçen gün daha da iyiye gitmesini sağlıyor. Ne var ki, savaş gibi barış da kaçınılmaz bir durum olmayabilir. Dünya üzerindeki uluslar bugün bile kitle imha silahlarıyla dolu dev cephaneliklere sahipler; silahlı çatışmalar bugün de dünyanın çeşitli yerlerini kırıp geçiriyor. Barışı engelleyen temel unsurlar arasında köktendinciliğin özünde yatan hoşgörüsüzlük, toplumsal huzursuzluk ve şiddete yol açabilecek küresel ısınma, işsizliği tırmandırabilecek aşırı nüfus İnsan onuruna hiçbir surette dokunulamaz. Bu tümcenin istisnasının bulunmadığını biliyoruz. Bu normun düşünsel ve olgusal köklerini göz önüne getirdiğimizde bu istisnasızlığı kolaylıkla onaylayacağımızı görebiliriz. Ancak, bu onayımızla birlikte, pek çok ve farklı derecelerde istisnanın, yurttaş olarak, hukukçu ya da felsefeci olarak bizim açık ya da üstü örtülü rızamızla gündelik yaşamı terörize ettiğini kime nasıl açıklayabileceğiz? Hukuka Felsefe Düşünmek II Kimin olursa olsun, söz, gücünü inanılmasından alıyor. Söz, gücün sözü de olabilir. Güç, bizi kendi sözüne inandırarak hükmünü sürüyor. Gücün siyasi pratiğiyse, insan onuruna bu dokunulmazlığın mutlak olmadığını, sergilediği pek çok fiiliyle gösteriyor. Güç bu fiillerinin retoriğini başarıyla kurguluyor. Dokunmanın haklılığı alkışlanır oluyor. Her güç, insan onuruna dokunmaya meylediyor. İnsan onurunun koşulsuz dokunulamaz olduğunu savunanlar sözün gücünü kurmakta ikircikli kalıyorlar ve asla yeterli niceliğe ulaşamıyorlar. Bu yüzden anayasalarda böylesine bir karmaşa, boz bulanık bir hal söz konusu oluyor. Fiilen sayısızca ve pervasızca dokunulan İnsan onuruna hukukla ve felsefeyle de dokunulabileceğinin “hukuka yeniden felsefe düşünmek” anlamında birkaç örneğini burada zikretmek istiyorum: İlk örnekte; Hobbes, Rousseau, Fichte ve Kant’a dayanarak, “düşmandost” kategorilerini kullanmış olan (Nasyonal Sosyalist siyasetin ünlü düşünürü) Carl Schmitt’e uygun biçimde bir “yurttaş ceza hukukudüşman ceza hukuku” ayrımı tasarlanıyor. Devlet ile sözleşme yapmış bireylerin devlete karşı ileri sürdükleri ve devletin tek meşruluk nedeni olan “güvenlik hakkı”nın korunması görüşün temeline yerleştiriliyor: “Her kim kişisel davranışında yeterli derecede bilişsel güvenlik sunamıyorsa, kişi olarak muamele görmeyi bekleyemeyeceği gibi, devlet de ona asla bir kişi muamelesi yapamaz. Aksi halde, diğer kişilerin güvenlik hakları ihlal edilmiş olur.” Hukuk Filozofu ve Ceza Hukukçusu Günther Jakobs, güvenlik hakkına dayalı bu “Feindstrafrecht” – “Düşman Ceza Hukuku” tezine bu sözlerle başlıyor. Diğer örneği; yine bir başka Alman hukuk filozofu Winfried Brugger’in işkencenin yasal olabileceği koşullar üzerine yaptığı çalışmalardan vermek istiyorum. Bu kişi yazılarında işkencenin kendi ülkesinin ve Avrupa’nın hukukuna göre belirli koşullarda nasıl hukuka uygun olacağını göstermeye çalışıyor. Bu eğilimde olanlar “Rettungsfolter” – “Kurtarma İşkencesi” dedikleri birtakım suç fiillerinin hukuka uygunluğunu ileri sürüyorlar. Bu tür hukukçuların niyeti, bu niyeti kötüye kullanacak olanlarınki kadar kötü değil elbette: Onlar kurtarma amacıyla işkence yapan devlet memurunun birkaç yıllığına hapis yatmaması için bu formülleri geliştiriyorlar. Hayatları, şehirleri, maddi, manevi değerleri kurtarmak için işkence yapmayı ahlaki bir görev sayanların bunun karşılığında birkaç yıl hapis yatmaktan birtakım hukuk kurnazlığıyla kurtulmasını istiyorlar. Güya insanlık uğruna haklı görülen durumlarda işkenceye cevaz vermekle yarattıkları tehlikenin, işkence yapmakla savuşturulacak tehlike karşısında taşıdığı azameti belki göremiyorlar. Oysa asıl tehlike, bu kapı aralandıktan sonra ya da bu kapıyı aralayarak ulaşılmak istenen sonuçların hizmete hazırlandığı yeni bir insanlık durumunda çocuklarımızın başına gelecek olanlardır. Her iki örnek çerçevesinde düşünen bu Alman hukukçufilozof dostlarımızın kendi ülkelerinin anayasasındaki bu birinci maddenin ilk tümcesiyle hiçbir sorunlarının bulunmadığını; onunla gurur duyduklarını dahi söyleyebilirim. Terör suçluları ve işkence yasağı bağlamında verdiğim bu iki örnekte algılamış olabileceğimiz tehlikenin belki çok üstünde görülebilecek başkaca insan onuru ihlallerinin pek yaygın biçimde ortaya çıkabileceği bir başka alanı da, yine “hukuka yeniden felsefe düşünmek” anlamında, izleyen örnekler arasında zikretmeliyiz: tıp tekniğinin, gen teknolojisinin, nanobiyoteknolojinin bugün ulaştığı noktada talep ettikleri şeyin, Jakobs’un ve Brugger’in öngördükleri ortak yarardan ve yaratacakları siyasal yapıdan pek farkının bulunmadığını evleviyetle söyleyebiliriz. (Devam edeceğim) İyimserler Birinci Dünya Savaşı’nı tüm savaşları sona erdirecek bir savaş olarak tanımlarken, düşün insanı George Santayana bu görüşe şiddetle karşı çıkıyor ve savaşın bitiminde,”Savaşın sonunu yalnızca ölüler görebilirler,” diyordu. Tarih onu haklı çıkardı. Dahası, günümüzde artık hiç kimse insanoğlunun savaşın şiddet ve katliamının üstesinden gelebileceğine inanmıyor. Yapılan çeşitli araştırmalarda çoğu kişi savaşın kaçınılmaz olduğunu ve savaşmanın insan doğasının bir parçası olduğunu öne sürüyor. İyi de, acaba gerçekten öyle mi? v e kitle imha silahlarının yaygınlaşması gibi unsurlar yer alıyor. Pinker bu koşullar altında insanların kolaylıkla savaşa sürüklenebileceklerine inanıyor. Neyse ki, savaşı körükleyici çevresel koşulların kavranması aynı zamanda onu önleyici yollara da ışık tutuyor. Günümüzde insanlar arasındaki çekişmeninve bu çekişmenin beraberinde getirdiği savaş durumunun odağının yiyecek, su ve topraktan bir biçimde enerjiye kaydığına dikkat çeken LeBlanc, barışın sağlanması için gerekli iki temel unsurun nüfus denetimi ile fosil yakıtların yerini tutabilecek ucuz, temiz ve güvenilir başka seçenekler olduğunu belirtiyor. Katılımcı de CBT 1167/8 31 Temmuz 2009 NEDEN DÜ Ü TE? Pinker günümüzde şiddet eğiliminin genel olarak düşüşe geçmesini çeşitli nedenlere bağlıyor. İlk olarak, etkin yasal sistemlere ve polis güçle CBT 1167/9 31 Temmuz 2009 atalarımızın, bırakın milyonlarca yılı, yüz binlerce yıl boyunca birbirleriyle savaştıklarını gösteren herhangi bir kanıt bulunmadığını öne sürüyor. Grupların bireylere karşı şiddet uyguladıkları yönünde ilk somut kanıtın yaklaşık 14,000 yıl öncesine uzandığını belirten Ferguson, bu kanıtlar arasında kafatasları ezilmiş iskeletlerle dolu toplu mezarların, Avustralya, Avrupa ve diğer yerlerde bulunan mızrak, ok ve yaylarla savaşların betimlendiği duvar resimlerinin, saldırılara karşı surlarla korunan yerleşim bölgelerinin yer aldığını dile getiriyor. Ferguson savaşın insanların yerleşik yaşama ve tarıma geçmeleriyle birlikte ortaya çıktığına, bir anda insanların yitirecek ve uğruna savaşacak çok daha fazla şeye sahip olduklarına inanıyor. Öyle ki savaş, genlerimizden çok, değişen yaşam biçemlerimizin bir sonucu olarak ortaya çıkmış gibi görünüyor. Savaş yanlılığının kültürler arasında ve zaman içinde gösterdiği farklılıklar o dönemlerde bile savaşın kaçınılmaz bir durum olmadığını ortaya koyuyor. Embers’lar savaş ile, başta kıtlık, sel ve öteki doğal afetler olmak üzere, kaynakları etkileyen ve açlık korkusu uyandıran kimi çevresel koşullar arasında bir ilişki bulunduğuna tanık oldular. Harvard Üniversitesi’nden Steven LeBlanc kurbanı erkeklere oranla çok daha düşük. İkinci Dünya savaşı’ndan beri nisbeten daha az sayıda uluslararası savaş yaşandığı ve gelişmiş toplumlar arasında da hiç savaş yaşanmadığı görülüyor. Şimdilerde yaşanan çatışmaların büyük bir çoğunluğunu gerilla savaşları, ayaklanmalar ve terörizm ya da Ohio Eyalet Üniversitesi uzmanlarından John Mueller’in deyimiyle “savaş kalıntıları” oluşturuyor. Mueller demokratik toplumların birbirlerine hemen hemen hiç savaş açmadıklarına, savaş eğiliminin son 50 yıl içinde giderek azaldığına dikkat çekiyor. Harvard Üniversitesi ruhbilim uzmanlarından Steven Pinker de tarih boyunca şiddetin giderek azaldığı görüşüne katılıyor. Örneğin, Avrupa’da adam öldürme olayları oranında Orta Çağ’a kıyasla 10 katından fazla bir düşüş olduğu görülüyor. Pinker bu düşüşün insan doğasında böylesine kısa sürede meydana gelen bir değişimle açıklanamayacağına, bunun kültürel değişimler ve davranış biçimindeki değişimle bağlantılı olması gerektiğine parmak basıyor. mokrasinin yaygınlaşmasını sağlamanın da kuşkusuz yararlı olacağını dile getiriyor. Harvard Üniversitesi’nden Richard Wrangham ise olaya bir başka açıdan yaklaşıyor ve kadınların güç kazanmasına parmak basıyor. Kadınların eğitim düzeyi ve ekonomik olanakları arttıkça doğum oranlarının düştüğü bilinen bir gerçek. Dengeli bir toplumda devlet ve sağlık hizmetlerine ve doğal kaynaklara yönelik istekler de azalıyor ve buna bağlı olarak toplumsal huzursuzluk ve çatışma olasılığı da düşüyor. Kadınlar şiddete erkeklerden daha az eğilimli olduklarından, Wrangham bu eğitimsel ve ekonomik yönelimlerin daha çok sayıda kadının iktidarda yer almasına neden olacağını ümit ediyor. Tüm bunlar yalnızca boş umutlar mı? Savaşın sona erdiği yönünde herhangi bir beyan kuşku yok ki yersiz olacaktır. Ancak en azından savaşmanın insanın doğasında yatan bir dürtü olduğu gibi yazgıcı bir inanca rahatlıkla karşı çıkabiliriz. Savaşmak insanın genlerinden kaynaklanan bir durum olmadığına göre, kaçınılmaz olması da kesinlikle söz konusu değil. Rita Urgan Kaynak: New Scientist, 4 Temmuz, John Horgan
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle