27 Haziran 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör Dilimizdeki evrim Osmanlı devletinde 19. yüzyılın ortalarına kadar bilim dili çok büyük ölçüde Arapçaydı. Çünkü özellikle medreselerde okutulan derslerin temel aldığı eserler, geleneksel bilimsel eserlerdi ve bunlar zaten Arapçaydı. Bu eserlerden pek azı Türkçeye çevrilmiştir. (Mühendishane’de okutulan Batı kaynaklı modern dönem bilgilerini kapsayan çeviri eserler doğal olarak Osmanlıcaydı). Osman Bahadır , [email protected] Bilgisayarıma internetten bir mesaj geldi: Arkeologlar Derneği kapanma tehlikesiyle karşı karşıyaymış. 1986’da Jeoloji Kurumu bazı sivri akıllı üyelerinin oyuyla fazla burjuva olduğu gerekçesiyle kendi kendini kapatmıştı! (Fıkra gibi geliyor, değil mi?) Bugün Jeomorfoglar Derneği’nin bir tek adı kaldı, kendisi fiilen yok. Çökmekte Olan Toplum Emareleri Toplumbilim kurumlarını istemiyor. Zaten toplumumuzun yarıdan çoğunun bilimden çok din kitaplarına inandığı yakında yapılan sosyolojik bir saha çalışmasıyla ortaya çıkmıştı. Deprem olup kırk bine yakın insan ölünce devletin başı takdiri ilahi demişti. İnsanın sorası geliyor, bu ilâh sadist midir? Yobazın biri de Gölcük’te komutanların içki içtiğini, bunun deprem belâsını getirdiğini söylemişti. Yani ilahın gücü içki içilmesini engellemeye yetmiyor, onun için ilgisiz kişilerin canını, çoluğunu çocuğunu alıyor, malını yok ediyor! Mantığa gel. Üç ay sonra Kaynaşlı’daki deprem bir camiyi yok etmişti. Bizim yobazın mantığına göre, herhalde cami de günah yuvasıydı! Bu her iki ifade de aynı derecede zırvadır ve depremin anlaşılması, ondan korunma yollarınının araştırılarak bulunması ve korunmanın gerçekleştirilmesine en küçük bir katkı yapmadığı gibi beyinleri bulandırdığı için ona engel de olur. Sosyolojik saha araştırmasından çıkan en önemli sonuç, toplumun bireylerinin birbirine güvenmemesidir. Uzun zamandır çevremdekilere şu gözlemimi aktarıyorum: Dünyada pek çok toplum içinde çalıştım; üstelik muhtelif milletlerin köylüsünden kralına kadarını tanıdım. Hiçbir yerde Türkiye’deki kadar insanların yalan konuştuğunu görmedim. O kadar ki, geçenlerde bir gazeteci dostuma bana verilen bir sözün tutulmadığını bildirirken, «Zaten beklemiyordum» dediydim, «bu ülkede bir kişinin verdiği sözü tutmasını beklemek, akrepin sokmamasını beklemek kadar gayritabii olmuştur.» Bu hem yalanı söyleyenin aptallığını, hem de karşısındakine en küçük bir saygı duymadığını göstermektedir. Karşısındakine saygı duymamasının nedeni, kendisine olan saygısının sıfır olması, kendisinin de hiç kimseden saygı beklememesidir. Bir Başbakan düşününüz ki, sözüm ona yurttaşlarının dertlerini dinlemek için yurtdışında yaptığı bir toplantıda, yanındaki bir emir kuluna, kendisine bir şikâyetini iltemek için söz alan yurttaşından bahsederken (mikrofon açık unutulduğu için), ondan «sahtekâr» diye söz etmektedir. Hayatında ilk kez karşılaştığı bir insana yalnızca kendisine hoşlanmadığı bir sordu sordu diye sahtekâr damgasını vurmakta hiçbir sakınca görmeyen bu zatın dava arkadaşı, cumhurbaşkanımız olup, bir yargıcımız tarafından belgede sahtekârlık şüphelisi olarak ilan edilmiştir. Dolayısıyla şunu bir soralım: Başbakan hiçbir suçu sabit olmayan ve tek kusuru soru sormak olan bir yurttaşına niçin sahtekâr damgasını vurmuştur? Bunun cevabı basittir: Başbakan kendi deneyimine dayanarak yurttaşlarının ekseriyetinin sahtekâr olmasını beklemektedir. Roma İmparatorluğu insan uygarlığının ilk büyük dünya devletiydi ve yarattığı Pax Romana (Roma Barışı) ile geniş sınırları içerisinde yaşayan insanlara uygar bir yaşam imkânı vermişti. Roma’da şehirler temiz ve güvenceli, şehirler arası yolculuk devrin teknolojik imkânlarına göre rahat ve emindi. Postaya ve nakliye imkânlarına güven tamdı. Ancak imparatorluk sınırlarına dayanan barbarların imparatorluğun ekonomik gücünü kemirmesi, bunun sonucu bir cahiller sınıfının oluşması ve sonunda bu cahiller sınıfına Ortadoğu’dan ithal edilen ve kendini tanrının oğlu zanneden bir meczup tarafından yaratılan zırva bir düşüncenin egemen olması, Edward Gibbon’un daha on sekizinci yüzyılda göstermiş olduğu gibi, muhteşem Roma’nın sonunu hazırladı. Tüm ortaçağ tarihi Roma’nın yavaş yavaş çöküşünün tarihidir. 1453’de İstanbul’u fethini biz Önasya Türkleri, Orta Çağ’ın sonu sayarız. Sırf bu açıdan, Roma’nın resmen ortadan kalktığı tarih olması bakımından, bu kabulde bir haklılık yanı vardır. Ama insan toplumunun düştüğü belki de en alçak düzeyi temsil eden Avrupa ortaçağı’nın bitişi olan Rönesans, gerçek bir yeniden doğuştur. Rönesans her şeyden önce insan onur ve haysiyetinin, insan aklının ve marifetlerinin öne çıktığı bir dönem olarak yepyeni bir çağı müjdelemiştir. Bugün benim ülkemde gördüğüm şey ise, Roma’yı kemiren Ortadoğu masalının bir başka şeklinin peşinde halkımın nasıl giderek insan onur ve haysiyetinden uzaklaştırıldığı ve Avrupa ortaçağına benzer bir cehalet ve pespayelik ortamına itildiğidir. T silcisidir Şinasi. ıbbiye ise hem yararlanıBilim dilinin lacak Türkçe eserler ve Türkçeleştirilmesi girişimlerinkavramlar çok yetersiz, de yine oldukça erken sayılabihem de hocalar başlangıçta yalecek bir tarihte Münif Paşa’yı bancı olduğu için eğitimine (18281910) görüyoruz. Münif Fransızca olarak başlamıştı. Tıp Paşa, 1862’de yayımlamaya başdilinin Türkçeleştirilmesi için ladığı Mecmuai Fünun adlı aylık doktor Kırımlı Aziz Bey (1840bilim dergisinde dilin 1878) büyük bir mücadele verTürkçeleştirilmesi doğrultusunda miştir. Ondan önce de, büyük bir gayret göstermiştir. Osmanlılardaki ilk anatomi ki Süleyman Nazif Bey Münif Paşa alfabe konusunu da tabını yazan Şanizade Ataullah ilk defa ele alan ve Latin alfabesi Efendi’nin (17711826) tıp dilihakkında olumlu düşünceler ileri sünin Türçeleştirilmesi konusunda önemli katkıları ren kişidir. Ahmet Vefik Paşa, Şinasi ve olmuştu. Şemsettin Sami ile başlayan Türkçeleştirme akıAhmet Vefik Paşa’nın (18231891), Lehçei mı, Ahmed Midhat, Namık Kemal, Necip Asım Osmani adlı iki ciltlik Türkçeden Türkçeye söz (Yazıksız) gibi yazarlarla devam etti ve 20. yüzyıla lüğü, döneminin Osmanlı aydınları üzerinde çok ulaştı. Yüzyılın ilk çeyreğinde de Süleyman Nazif, büyük etkiler yaratmıştır. 1876’da basılan bu söz Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi yazarlarla bu lük, Osmanlı ülkesinde Türkçeden Türkçeye mücadele sürdürüldü. düzenlenmiş olan ilk sözlüktür ve yayımlanması, Cumhuriyet döneminde yeni ve kapsamlı çadili Türkçeleştirme çabalarının balarla dilin önemli bir dönüm noktasını oluş Şinasi Türkçeleştirilmesinde 33 turmuştur. Ahmet Vefik Paşa’yı, Namık Kemal daha ileri bir seviyeye 38 kendisinden sonra uyanacak olan Süleyman Nazif ulaşılmıştır. 43 ulusçuluk bilincinin ilk temsilcisi Ziya Gökalp Türk Dil 45 olarak nitelendirebiliriz. Kurumu’nun, Ömer Seyfettin 56 Daha sonra Şemsettin Sami Peyami Sefa Tanzimat’tan günümü62 Bey (18501904), 1901 yılında Orhan Seyfi Orhon ze Türkçenin gelişme65 yayımladığı Kamusi Türki ile di Falih Rıfkı Atay siyle ilgili olarak yaptı66 lin Türkçeleştirilmesi çabalarını Yakup Kadri Karaosmanoğlu 69 ğı bir araştırmaya göre, daha ileri bir noktaya getirecek Mehmet Emin Yurdakul Türk yazarların eserle73 tir. Bu ilk temsilcilerin yanına, Reşat Nuri Güntekin rinde kullandıkları 74 Türkçeleştirme akımının diğer Nadir Nadi Türkçe sözcük oranı za87 öncüsü, Türkçe yazılmış ve ya Hıfzı Veldet Velidedeoğlu man içinde giderek art89 yımlanmış ilk tiyatro eseri olan Melih Cevdet Anday mıştır. Bu araştırmaya 90 air Evlenmesi’nin (1860) yazarı Oktay Akbal göre bazı yazarlarımızın 92 Şinasi (18261871)’yi de katma Orhan Hançerlioğlu eserlerinde kullandık94 lıyız. Çünkü dil sadeleşmesinin, Macit Gökberk ları Türkçe sözcük yüz95 Türkçe nesirdeki atılımın ve kit Seha Meray deleri şöyledir. Bakınız 95 leye yönelik edebiyatın ilk tem Tahsin Yücel yandaki tablo. 96 CBT 1167/ 5 Fransız biyologlar bir deniz yosunun üç uçlu hücrelerinin gün içinde çok sayıda kloroplast içeren ve parmağa benzer uzantılar şeklinde büyüdüğünü keşfettiler. Ancak hava kararınca bu uzantılar da geri çekiliyor. Dinoflagellaten ceratium ranipes yosunun uzantılı ve uzantısız hali aslında on yıllar önce tanımlanmıştı. Ancak Villefranchesur Mer Oşinografi Laboratuvarı’ndan John Dolan, bunları farklı alttürler ya da farklı tür kompleksinin bir temsilcisi olarak sınıflandırıldığını söylüyor Protist dergisinde. Dolan ve ekibi yosunun bu özelliğini laboratuvarda yapay bir gündüz/gece ritminde büyüyen örneklerde keşfetmiş. Bilim insanları geceleri geriye çekilen uzantılar, yosunların yayılmasını kolaylaştırabilir diyor. Uzantıların yok olması öte yandan geceleri derinlerden yukarı çıkan düşmanlar tarafından korunmayı da sağlıyor olabilir deniyor. Dinoflagellaten ceratium ranipes yosunun değişebilirliği plankton dünyasına yeni bir bakış açısı sundu. I IK SAÇAN DEN Z YOSUNU 31 Temmuz 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle