Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Üniversitelerde Türkçe ya da suçlu ayağa kalk! Üniversitelerde ders veren öğretim elemanlarının, aydınların ve yazarların ortak görüşü şu: “Üniversite öğrencilerinin Türkçe kullanımlarında ciddi sorunlar var.” Gerçekten de öyle. Ancak belli bir yüzde ile söylemem gerekiyorsa, üniversite öğrencilerinin sadece yüzde 30 ya da 40’ında bu sorunlar oldukça ciddi boyutlarda. Yusuf Çotuksöken “Doğumsal Brakial Pleksus Lezyonları”: Korkut Yaltkaya sempozyumu Ü Ö ğrencilerimizin yazılı ve sözlü anlatımlarında görülen kimi yanlışlar ile bilgi eksiklikleri nedeniyle 1980’den sonra üniversite ders izlencelerine Türk Dili dersleri (önce 4 yıldı, sonra iki yıla indirildi, şimdi bir yıl) konuldu. Ne yazık ki, bu ders, özellikle izlencede dilbilgisi öğretimine ağırlık verilmesi, kimi öğretim elemanları ile öğrencilerin dersi yeterince önemsememeleri, kimi üniversite yöneticilerinin dersi ciddiye almamaları, günün son saatlerinde bu derse yer vermeleri gibi nedenlerle kendisinden beklenilen işlevi göremiyor. Üniversite öğrencilerinin Türkçe kullanımındaki ciddi sorunların sorumluluğunu tümüyle öğrenciler ile ilk ve ortaöğretim kurumlarına (özellikle de Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerine) yüklemek haksızlık olur. Peki, üniversitelerin hiç mi sorumluluğu yok? Bilindiği gibi, Türk Dili dersleri; üniversitelere, öğrencilerin sözlü ve yazılı anlatımdaki kimi sorunlarını çözmek, kimi gereksinmelerini karşılamak, yani kimi eksik ve yanlış bilgileri onarmak, becerilerini uygulamada göstermelerine olanak sağlamak amacıyla konuldu. Bu süreçte yaşanan sorunları kaynakları arasında; öğrencilerin yeterli okuma alışkanlıkları edinememeleri, Türkçe dil ve yazım bilgilerinden yoksun olmaları, çet Türkçesinin bunda olumsuz etkileri bulunması, sınıf karşısında hazırladığı bir projeyi sunabilecek medeni cesareti olmaması vb özellikle anılabilir. Bu sorunlar üniversitede de tam anlamıyla çözülemiyor… yorum, bilmem de gerekmiyor; Türkçeyi güzel, yetkin kullanmak gibi bir amacım da, kaygım da yok; ben bilim yapıyorum.” Ardından topu Türkçe öğretmenlerine atanlar da çıkıyor: “… yazı ve kitaplarımdaki Türkçe yanlışlarını da Türkçe öğretmenleri düzeltsin. İşleri ne ki …” Bir başka önemli nokta da şu: Türkçe kültürünü ve kullanımını beceri olarak kazandırmaya çalışan Türkçe dersleri dışında, öğrencilerin sözlü ve yazılı anlatımlarında Türkçenin kurallı ve özenli kullanımının önemli olduğunu, ölçme ve değerlendirmenin bunun da göz önüne alınacağını söyleyen kaç öğretim elemanı var? Tanıdıklarımın önemli bir bölümü bunu bir kaygı konusu bile yapmıyorlar. DİL ÖZENİ ŞART Ünlü dilcilerimizden Ömer Asım Aksoy’un şu sözü hepimiz için tartışmasız doğrulardan olmalıdır: “Aydınlar, bilim adamları her şeyden önce dilini doğru ve özenli kullanmakla yükümlüdür.” Kanımca bu doğru ama eksik bir önermedir; bence, her aydın, bilim, kültür, sanat adamı; sadece Türkçeyi doğru ve özenli kullanmakla yetinmemeli, Türkçenin doğru ve özenli kullanılması konusunda da uyarıcı ve yol gösterici olmalıdır. Sözümü şöyle bağlamak istiyorum: Türkiye’de üniversitelerde genel olarak Türkçe eğitim yapılıyor. (İngilizce eğitim yapan üniversitelerin durumunu bilenlerimiz biliyor…). Kendi Türkçesine güvenmeyen, derslerinde ve bilimsel/kültürel/sanatsal etkinliklerinde (yazı, kitap vd) Türkçeyi doğru (kurallı) ve özenli kullanma konusunda çaba harcamayan, öğrencilerinin çalışmalarındaki Türkçe kullanımını önemsemeyen, bu nedenle de ölçmedeğerlendirmede dil kullanımını dikkate almayan öğretim elemanlarının, öğrencilerin Türkçe kullanımındaki sorunlarından yakınmaları ve bu vesileyle Türkçe öğretim elemanlarını hedef almaları ne sağduyuyla ne de bilim etiğiyle bağdaşmaktadır… Ünlü deneme yazarımız Nermi Uygur’un söylediği gibi “Neyi yazarsan yaz, neyi söylersen söyle dili yazar, dili söylersin.” Sadece bu söz bile, bize nelerin yapılması gerektiğini anlatmıyor mu? “İYİLER” VE “KÖTÜLER” Öğrencilerin Türkçe kullanımlarındaki başarısızlıklarının sorumluluğu, kimi öğretim üyelerine göre, üniversitelerde işlendirilen Türkçe öğretim görevlilerinindir. Onlara göre, “Türkçe öğretim elemanları, öğrencilerine, bırakınız bir makale yazmayı, dilekçe yazmayı bile öğretemiyorlar; öğrenciler, o denli pısırık ve sinik ki, derslerde bırakınız tartışma yapmayı, soru sormayı bile bilmiyorlar; okudukları bilgilendirici bir metni nasıl çözümleyeceklerini bilemiyorlar; artık konuştukları gibi yazmakta, yazdıkları gibi konuşmaktadırlar (daha doğrusu hiç konuşamamaktadırlar)…” Bunun faturasının sadece öğrencilere ve bu dersi veren öğretim elemanlarına çıkarılması çok yanlıştır. Acaba eğitim dili Türkçe olan üniversitelerdeki diğer öğretim elemanlarının, öğrencilerin Türkçe kullanımlarındaki ciddi sorunlar yaşamalarında hiç mi payı yok? Yakından tanıdığım kimi öğretim elemanlarının Türkçeleri çok yetkin; edebiyat alanında benden daha iyi okuyanlar var aralarında; deneme, öykü, roman, şiir, oyun yazanların sayısı hiç de az değil; kimi bilimsel yazılarından bile deneme tadını devşirdiğim oluyor; bunlar konuşurlarken sanki ağızlarından bal akmaktadır, öğrencileri onları dinlerken kendilerinden geçmekte, sonraki dersi sanki iple çekmektedirler… Ama bir öbek öğretim elemanı da var ki, bunlar, kendi alanı dışında hiçbir kültür ve sanat dalıyla ilgilenmemekte, ders verme yöntem ve tekniklerinden habersiz olduğu izlenimini vermekte, sözlü ders anlatımlarındaki tatsızlık/verimsizlik (ses tonu kötü, sözvarlığı dar, anlatımı kuru; sözcükleri yanlış söylüyor, ağız özellikleri ağır basıyor, konuşurken araya reklam alır gibi süre koyuyor, bir tümce içinde birkaç kez “ııı” sesi çıkarıyor, vd) yanında, yazı ve kitaplarında da istemediğiniz kadar bol Türkçe yanlışı göze çarpmaktadır. Bunlar arasından, konuştuğum birkaçının yanıtı çok ilginçti: Biri diyordu ki, “Ben, bir edebiyatçı, dilci gibi Türkçe bilmi lkemizin klinik nörofizyoloji alanındaki öncülerinden olan ve 2001’de kaybettiğimiz Korkut Yaltkaya, hekimlerin günlük uygulamalarında karşılaştığı sorunların her birinin ne kadar iç içe geçmiş, diğer bilim dallarıyla bağıntılı, kaçınılmaz olarak sosyal, felsefi ve hatta sanatsal yönleri olduğu düşüncesini popüler bilim yazılarıyla anlatmaya çalışmıştı. Her yıl onun anısına, kurucusu olduğu Akdeniz Üniversitesi Nöroloji Anabilim Dalı tarafından yapılan Korkut Yaltkaya Klinik Nörofizyoloji Sempozyumunun bu yılki konusu “Doğumsal Brakial Pleksus Lezyonları”dır. 2324 Aralık tarihleri arasında Akdeniz Üniversitesi Hastanesi B Blok kat 6, Mor salonda yapılacak, konu her yönüyle ele alınacak ve tartışılacaktır. “Doğumsal brakial pleksus lezyonu” olarak tanımlanan boyun bölgesindeki omurlardan çıkıp kolun sinirlerini oluşturan örgünün (pleksusun) zedelenmesidir. Bu doğum sürecine zor doğum denilmekte ve nedenleri arasında bebeğin doğum yolculuğuna başlama konumu, başın büyüklüğü, bebeğin ağırlığı, doğum kanalının uygunluğu sayılmaktadır. Aslında zor doğum sorununun nedeni iki ayaklı yürüme yeteneğini kazanan bir canlı olmamızdır. Bu yeteneğimiz karşılığında zor bir yolculukla ve baş çevremizin doğum kanalından geçebileceği en son sınırda (yaklaşık 40 cm) ama kesinlikle henüz yaşamımızı dış ortamda sürdürmek için erken bir zamanda doğmak zorundayız... Doğum günümüz aslında başımızın doğabileceği en son boyuta ulaştığı gündür... “Doğumsal brakial pleksus lezyonu”, doğuma dışarıdan yapılan yardımın yarattığı bir sorundur. Bebek doğabilmiştir, anne kurtarılmış ancak doğum sırasındaki zorluğu aşmak için yapılan manevralarda veya yardımcı aletlerin etkisiyle bebeğin boyun bölgesinden çıkan sinirleri zedelenmiştir... Doğumda dış yardımın yapılmadığı çağlarda “doğumsal brakial pleksus lezyonuna” rastlanılamazdı, çünkü bunlar doğamıyor, ölüyorlardı.... Kısaca, bu konu bütün yönleriyle ele alınmaya çalışılacak sempozyumda... Katmerli maske Bir çocuk konuşmayı öğreniyor. Türlü türlü oyunlar, uydurmalarla… Uydurmalar öyle sevimli ve yaratıcıki! Salıncağa sallangaç, ekmeğe emek, Pamukkale’ye pamuk şeker kalesi diyor bilmeden. Türkçenin formülleriyle problemler çözüyor durmadan. İstekleri için bağırıyor, ağlıyor, dövüşüyor, koşuyor doya doya… Onları yaşadığı ölçüde neşeleniyor, coşuyor. Işığı insanları gülümsetiyor. Tanımayanlar bile okşuyor başını, görüyor parıltısını. Derken annebaba, okul, TV, boyamaya başlıyor yüzünü tabaka tabaka. Çocuk yavaşça, makineler seri seri üretmişçesine sıradanlaşıyor. Maskesinin ağırlığından çocuk; yaratamıyor, koşamıyor, oynamak yerine ezberliyor durmadan. Uslu çocuk oluyor istek üzerine. Çocuğun ışıltısı sönmeye başlıyor, etrafındakiler onu daha az görmeye, okşamaya başlıyorlar. Öfkeleniyor çocuk, ışığı içten içe kendini boğmaya başlıyor. Sızdırmasam ölebilirim diyor bir içgüdü. Delikler arıyor katmerli maskede. Okul, öğretmen, hoca, anne, baba, neyseki havalandırma delikleri bırakıyor. Resim deliği, kompozisyon, müzik deliği mesela… Işıkla deliğin yönü kesişirse, aydınlanıyor ortalık birazcık. Bütün CBT 1187/14 18 Aralık 2009 gücünü yoğunlaştırıyor o zaman. Işığın gücü artıyor, artıyor, maskenin kenarları dayanamıyor, yırtılıyor. Işık dışarı fışkırıyor, sahnelere, kürsülere, sahalara... İnsanlar yeniden onları seyre başlıyorlar. Sahnedeki ışık coştukça coşuyor. Hikâyeler dilden dile dolaşıyor. İçindeki ışıkla makinelerin açtığı deliği kesiştiremeyenler, ya için için yanarak kül oluyor; veya birileri, en çok da büyükleri dışarıdan delik açsın diye yuvarlanıyor bir kapıdan diğerine durmadan. Savrulup duruyor oradan oraya… Çarpa çarpa, kırıla kırıla parçalanmaya başlıyor kimi zaman. Kiminin de ışığı öyle güçlü oluyor ki, parçalıyor kendi gücüyle maskeyi. Atıveriyor kendiliğinden ve çıkıyor herkesin önüne çırılçıplak. Utanmıyor işte maskesiz ,capcanlı çıplaklığından. Bu ışık insanları topluyor etrafına. Dışarıdan delikler açıyor kendinden küçüklere… Belki haydi çocuklar radyo kuralım diyor, fotoğraf çekelim veya doğaya dönelim... Bir de bir ilan asıyor okul duvarlarına ‘Işığını göster’ diye… Onu gören onlarca çocuk toplanıyor orta yere. Sabırlıca bekliyor daha çok delik açsın diye maskesiz öğretmenleri, hocaları, anne veya babaları… Yelda Özsunar Dayanır Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, Öğretim Üyesi