20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK BİLİMİ Mustafa Kemal Atatürk ve bir hukuk anısı Bireyin, yaşadığı toplumun ve çalışma alanının üstün değerlerini benimseyip erdemli kişilik kazanması ve başarıya ulaşması; örnek alacağı kişi ya da kişilerin olmasına da bağlıdır. Çetin Aşçıoğlu Yargıtay Onursal Üyesi –[email protected] Ö rnek alınan kişinin eylemleri, yaşamı ve ürünleri aklın ve bilimin kullanılmasını tetikler. Türk ulusu, her alanda, Mustafa Kemal Atatürk gibi "kudretli bir kumandan", "devlet kurucu", "usun ve bilimin yolunda yürüyen çağdaş bir devrimci "niteliklere sahip ayrımlı bir üstün insanı örnek alma şansına sahip ender ülkelerden biridir. Yeter ki, örnek almasını becerebilelim. 125. doğum gününde bir anıyı sizlerle paylaşmak istedim: Yıl 1935, Urfa milletvekili Ali Saip Ursavaş, Atatürk’e suikast girişiminden yargılanmaktadır. Davanın Cumhuriyet Savcısı rahmetli Baha Arıkan (1) anlatıyor: Her oturumdan sonra Adalet Bakanı Saraçoğlu beni Atatürk’e götürür ve bilgi verirdim. Hiçbir zaman şunu böyle yapın bunu böyle yapın diye emirle karşılaşmadım. Beni dinledikten sonra "göreviniz neyi emrediyorsa onu yapın" derlerdi. Bir gün yaveri "Atatürk seni Karpiç’de (2) bekliyor" buyruğunu iletti. Gittim; yer gösterdi ve bana şöyle seslendi: nısını göstererek "bu işe inanmadım" demektedir. Yargıtay, isterse bilimsel olsun, herhangi bir işareti ile "Türk yargıcının vicdani kanaatı üzerinde baskı yapmasını"doğru bulmuyorum. Bu sözleri söylerken, görkemli bir heykel gibi dimdik duran yapısını aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın hâlâ unutamadım. Karşımda İstiklal Savaşı’nın muzaffer komutanı olduğu halde, "Türk yargıcının vicdani kanısı önünde eğilmiş bir soyluluk anıtı durmakta idi"(3). BUGÜNE DERS Olayın kahramanlarının tutum ve davranışlarının günümüzün örnekleriyle karşılaştırıp yorumlanması; bu tarihi belgenin günümüzde ve gelecek nesillerde örnek alınmasını kolaylaştıracağı için düşüncelerimi de sizlerle paylaşmak istiyorum: Bir yanda "Türk Yargısı’na güvenim sonsuzdur" diyerek Türk yargıcının vicdani kanısı önünde saygıyla eğilen; boynunda ölüm fermanlarıyla savaş meydanlarının muzaffer kumandanı, devlet kurucu, bir avuç askersivilaydınla devrimler yapan tek parti döneminin tek adamı. Diğer yanda "yargıya güvenmediklerini doğrudan ya da dolaylı söyleyebilen", Türk yargıcının önlerinden selam durması, eğilmesi beklentisi içinde, "güç bende" demenin soysuzluk mutluluğunu duyan günümüzün politikacıları. Başkaca bir yoruma gerek olmadığını düşünüyorum. Ancak, "benim adamım benim yandaşım” diyerek yargıyı yozlaştıran politikacı Mustafa Kemal’i örnek alır mı dersiniz? Bir yanda diktatörlükle bile suçlanan tek adamın karşısında "... ama tarihe Mustafa Kemal olarak ge MAHKEMEYİ KAPATIRIM! Ali Saip davasının sonu ne olacak? Ayağa kalkarak "mahkemenin kararının beklenmesini arz ederim" sözüm daha bitmemişti ki; Atatürk’ün sesi salonu çınlatıyordu: Mahkemenin kararı ne demek, mahkemeyi de kapatırım, hâkimleri de atarım seni de atarım. Masanın çevresindekiler en az benim kadar heyecanlandı. Ama biliyorum ki, Atatürk’ün huzurunda ne pahasına olursa olsun doğru konuşulacaktı Ayağa kalktım ve: Atatürk’üm, mahkemeyi de kapatırsınız hâkimleri de atarsınız, ama adınız tarihe Mustafa Kemal olarak geçmez! Güneşli bir gök parçası maviliği ile ışıldayan gözleri yağmurla yıkanmış gibi nemlenmişti ve içten gelen bir gülüşle: Çocuk, ben senden bunu beklerdim. Dava daha sonra sonuçlandı ve Ali Saip beraat etti. Karar temyiz edildi ve Yargıtay Ceza Dairesi kararı "dokuz nedene dayanarak" bozdu. Ancak mahkeme kararında direndi. Karar temyiz edilecekti; Atatürk beni çağırdı ve: Çocuğum, kararı tekrar temyiz edecekmişsin; etmemeni öneririm. Önce dava benim şahsımı ve hayatımı ilgilendirir. Bu davanın zaman zaman ısıtılarak Türk Ulusu’nun karşısına çıkmasından vicdanen azap duymaktayım. Benim vücudumu ortadan kaldırmak isteyen yüz kişi varsa, bunun yüz on olmasının bir önemi yoktur. Bundan başka "Türk Yargısı’na güvenimiz sonsuz"dur. Türk yargıcı, vicdani ka çemezsin" deme gücünü yüreğinde duyarak başkaldıran onurlu savcı ve "bizim kararımız doğru" diyerek vicdanı kanaatlarından ve yansızlıklarından ödün vermeyen tek parti döneminin yargıçları. Onları, bir kahraman gibi göstermek hem o insanlara hem de Atamıza saygısızlık olur. Onlar, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan kutsal inanç ve ilkelerinin oluşturduğu onurlu yargıç kimliklerini ortaya koymuşlardır. Hepsine saygı ve rahmet, aydınlıklar içinde yatsınlar... Diğer yanda, sözde yargı düzeni içinde "müfettiş baskısı, yükselme ve görev yerinin değiştirileceği kaygılarıyla" giderek memurlaşma eğilimi gösteren günümüzün savcı ve yargıçları. Ancak onları suçlamak da haksızlık olur; bağımsız yargı güvencelerini yüreklerinde duymuyorlarsa; düzen ve politikacılar öncelikle sorgulanmalıdır. Ne var ki, çağdaş güvencelerden yoksun olmak özür gerekçesi de olmamalı; "soylu adalet heykeli gibi anıtlaşmış ağabeylerini" örnek almaları da gerekir. Yargılamanın sıradan bir işlev olmayıp bir sanat olmasının gereği de budur. Değerli okuyucularım; Atatürk, teokratik bir devlet düzeni yerine çağın koşullarına uygun bir devlet ve toplum düzeni gerçekleştiremediği ve sürekli dış güçlerce sömürüldüğü için yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde: Akıl ve bilime ağırlık vererek; ulusallık ve laiklik temeline dayanan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Her alandaki köklü değişimini her kesiminin benimsemesi beklenemezdi. Bu nedenle içte ve dışta sevmeyenlerinin olması sağlığında da olmuştur bu günde olacaktır. Ne var ki; Atatürk ve ulus devlet karşıtı ağır saldırı ve eleştiriler bilim adına yapılıyorsa utanç vericidir. Ancak, bilmelidirler ki: Kendilerine tanınan olanaklar, özgürlükler; Atatürk’ün başlattığı Türk aydınlanma devriminin yarattığı bilincin ve duyarlılığın ürünüdür. Bir de; ulus devlet olmadan kalkınmanın da toplumsal düzenin de sağlanamayacağını. Dilerim, aklın ve bilimin aydınlığı onlara da yol gösterir; gören gözleri varsa tabi... (1) Daha sonraları Yargıtay’da yüksek yargıç (2) Ankara’da o dönemlerde seçkin kişilerin gittiği bir lokanta. (3) Kemal Arıburnu "Atatürk’ ün Çevresindekiler" İş Bankası Yayını. Şengör’ün “eğitim” yazısını okudunuz mu? Sayın Şengör’ün geçen hafta yayınlanan “Eğitim” başlıklı yazısını okumadıysanız önemli bir değerlendirmeyi kaçırdınız demektir. Ülke gündemini dolduran olaylar ve söylemler arasında yitip gidiveren önemli bir konuyu her zamanki duyarlılığı ile ele alıyor, Sayın Şengör. Özellikle, okulu “bilgi üretiminin temellerinin atıldığı kurumlar” öğretmeni, “en önemli ve en verimli fabrika” üniversiteleri de “bilgi üretiminin başladığı yer, ulusun gelişmesinin mızrak uçları” biçiminde tanımlamaları üzerinde düşündürücü zengin çağrışımlar yaratıyor. Bu yerinde tanımlar ölçüt olarak alındığında akla “işin neresindeyiz” sorusu takılıyor. Sözü uzatmayalım: Okulları onurlandıran(!) ölçütler, tartışmalı sınav başarısı ve bir olay çıkmadan dönemi tamamlamaksa; öğretmenlik hergün dönüşen evrensel gereksinimler karşısında yalnız bırakılmış, hatta verimsiz bir “fabrika” ya dönüştürülmüşse ve tükenmişlik kamburu ile yapılıyorsa, Sayın Şengör’ün ölçütlerinden sınıfta kaldığımız bir gerçek değil midir? Hele birçok üniversitemiz “iri birer lise” düzeyindeyse “çağdaş uygarlık düzeyi” nasıl aşılacaktır? Bence “mızrak çuvala sığmıyor!” Kanımca tüm bu sorunlara kaynaklık eden ilk gerçek, akla ve bilime gittikçe daha çok sırt çevirmekte olduğumuzdur. Bunun için de safsata ve kadercilik, aklın da bilimin de önüne geçmekte, giderek yaygınlaşan kör inanç, duyarsızlık ve düzeysizlik akılları bağlamakta, bilimi kuşatmaktadır. Bilmem “haşlanmış kurbağa” öyküsünü anımsatmaya gerek var mı? Yoksa biz de onun gibi yaşamdan ve dünyadan giderek kopartılıyor muyuz? Fahamettin Akıngüç İstanbul Kültür Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı CBT 1037 / 16 2 Şubat 2007
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle