25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNCEL TIP Dr. Mustafa Çetiner km boyutlarındaki buzdağı, Antarktika’nın Victoria Land bölgesinde yüzüyordu. Alaska körfezi’nde patlayan bir fırtınanın dalgalarının Antarktika’daki bir buzdağına çarptığını Chicago Üniversitesi’nden Douglas MacAyeal rastlantısal olarak ortaya çıkarttı. MacAyeal ve ekibinin, "buzdağı müziği" olarak nitelendirdikleri sesleri kaydetmek üzere bölgeye yerleştirdikleri sensörler, bu büyük fırtınanın yarattığı dalgaları da saptadılar. Bilim adamları bu keşiflerini Journal Geophysical Research Letter’da yayımladı. Bu yeni sonuçlar buzdağlarında ortaya çıkan dev çatlakların oluşumuna ışık tutuyor. Cambridge Üniversitesi’ndeki İngiliz Antarktik Araştırma kurumundan buzul bilimci David Vaughan bu keşfi şöyle açıklıyor: "Mega buzdağlarını, buzul sahanlıklarından kopartan süreç, buzdağlarındaki çatlakların oluşumundan da sorumlu" B15A’nın ana buzdağı olan B15 Jamaika boyutlarında bir buzul kütlesiydi ve Mart 2000’de ortaya çıkmıştı. Ross Ice Shelf’inden kopan B15, Ross Denizi’nde birkaç yıl yüzdükten sonra birkaç parçaya bölündü. Bunlardan en büyüğü B15A idi. Gezegenin üzerindeki en büyük yüzer nesne olma özelliğini taşıyan B15A, 15 Nisan 2005 tarihinde Drygalski Ice Tongua adı verilen denize uzanan bir çıkıntıya çarptı. Çarpışma sonucu çıkıntının ucu koptu ve B15A’nın ilerleyişi durdu. Ancak bu olay, büyük doğal felaketlere yol açtı. Kumsala oturan buzdağı yaz rüzgârlarını kestiği için bölgede bulunan araştırma istasyonlarına ikmal yapan gemilerin yolu tıkandığı gibi, Adelie penguenlerinin yiyecek bulma yollarını uzatmış oldu. Zaman içinde deniz akıntıları B15A’yı yerinden oynatarak açık denizlere sürükledi ve buzdağı burada kaçınılmaz sonu ile karşılaştı . Vaughan, B15A gibi devasa buzdağlarının ortaya çıkmasının küresel ısınma ile bir ilgisinin olup olmadığını şimdilik bilmiyor ve buzdağları nadiren oluştuğu için bu bağlantının kesinleşmesi zaman alacak. cetiner.m@superonline.com Tıbbi kayıtların tarihi oldukça eskidir. Milattan önce 668–662 yılları arasında Mezopotamya’da yaşayan Kral Asurbanipal dönemine ait olduğu sanılan 30.000 tabletin 660’ı tıbbi kayıtlardı. Hasta Kayıtları ve Türkiye Bu kayıtlar, o dönemde kullanılan ilaçların öncelikle kölelerde denendiğini, etkinlik ve güvenilirliği anlaşıldıktan sonra saray mensuplarında tedavi amacıyla kullanıldığını göstermektedir. Hamurabi dönemi, tıbbi kayıt ve kuralların anlaşılır biçimde tutulduğu ilk dönemdir. Hamurabi kanunlarının 213. maddesine bakıldığında o dönemde hekimlik yapmanın ne denli zor bir iş olduğu anlaşılır. "Eğer bir hekim köle olsun ya da olmasın bir insanı neşter ile yaralar ve ölümüne yol açarsa veya göz perdesini açayım derken gözünü kör ederse o hekimin elleri kesilir". Çağdaş anlamdaki hasta kaydının geçmişi ise 19. yüzyıla uzanır. Amerikalı bir cerrah olan William Mayo, 1907 yılında ünlü Mayo Klinik’te düzenli hasta kaydı yapan, her hasta için ayrı dosya sistemini kuran ve uygulayan ilk kişidir (Ergün Öksüz, Sendrom dergisi, 17(9); 78–91,2005). Yirminci yüzyılın son on yılı kayıt sistemleri için bir başka dönüm noktasıdır. Bu yıllarda bilgisayar ve internet teknolojisindeki gelişim birçok hastanın ve hastalığın takibini oldukça kolaylaştırmıştır. Ülkemizdeki önemli sağlık sorunlarından biri de hasta kayıtlarının ve istatistiklerinin düzenli tutulmayışıdır. Kullandığımız istatistik verilerin çoğu Batı toplumlarının verileridir ve bölgesel farklılıklarımız ne yazık ki bilinmez. Oysa birçok hastalığın sıklığı, klinik seyri gibi önemli değişkenler bölgesel ve ırksal faktörlerden etkilenmektedir. Kaldı ki, tıpta kayıtların düzenli ve doğru tutulmasının bir ülkenin sağlık politikalarının belirlenmesinde yaşamsal bir rolü vardır. Günümüzdeki eksikliğimize karşın Türklerin tarihine bakıldığında tıbbi kayıt konusuna hiç de yabancı olmadığımız anlaşılmaktadır. Milattan sonra 400 yılında Budist Türkler tarafından yazıldığı bilinen ve 18 reçetenin yer aldığı bir kitap ile Uygur Türklerinin tıbbi kayıtları bunun kanıtıdır. Ülkemizde kanser sıklığının arttığına ilişkin tartışmaları ilgiyle izliyorum. Bu tartışmaların düzeyi ve tartışanlarını görünce bilimden ne denli uzak bir toplum olduğumuzu daha iyi anlıyor ve üzülüyorum. Tartışmalarda öne sürülen ortak bir iddia var. "Doğu Karadeniz’de kanserli hasta sayısı arttı ve bunun nedeni Çernobil’dir." Peki, bu iddiayı hangi güvenilir istatistiki bilgiye dayandırıyoruz? Elimizde ne yazık ki, çok az istatistiksel veri vardır. Bu verilerin en önemlisi Sağlık Bakanlığı’nındır ve kanser sıklığının tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de arttığını ancak Çernobil’e bağlı bölgesel bir artış olmadığını göstermektedir. Son yıllarda büyük bir iyi niyetle bilimsel derneklerin, Sağlık Bakanlığı’nın ve üniversitelerin, hastalıklarla ilgili veri tabanları oluşturmaya ve ülkemiz için sağlıklı istatistiki verilere ulaşmaya çalıştığı bilinmektedir. Ancak bu girişimler toplum tarafından çok az önemsenmekte, yeterli desteği bulamamaktadır. Bu noktada bir inancımı tekrarlamalıyım. Her konuda olduğu gibi bu konuda da belirleyici olan toplumun öncelikleri, bilgiye ve bilim insanına verdiği değerdir. Geçtiğimiz aylarda bir televizyon programında izledim. Bir anne oğlunun yumuşak doku tümöründen öldüğünü ve bunun nedeninin Çernobil olduğunu söylüyordu. Anlattığına göre İstanbul’daki bir üniversitemizde bu tümörün sorumlusu olarak ona Çernobil’i göstermişlerdi. Yakınlarını kanser nedeniyle yitirmiş ailelerin acıklı görüntüleri arasında süren programın ne amaçla yapıldığını, ne mesaj vermek istediğini hiç anlamadım. Bu tür programların yüksek izlenme oranlarına sahip olduğu bir ülkede ne yazık ki, bilim ve bilim insanları hep susmak zorunda kalıyor. Çernobil faciası yaşandığı sırada dönemin bakanının "Çayda radyasyon yoktur" diyerek kameraların önünde çay içtiğini hepimiz hatırlarız. Bakanın bu siyasi cesaretinin kaynağı bilgiye olan inançsızlığımıza duyduğu güvendir. Toplum olarak sadece sağlık alanında değil, her alanda bilimin ve doğru istatistiki verilerin önemini iyice anlamak zorundayız. Bu ayrımları yapmadan, "ben dedim oldu" rahatlık ve sorumsuzluğuyla uygarlaşmamız olanaksız görünüyor. 10) ÇÖKEN BALONLARDA FÜZYON İDDASI TARTIŞMALARI ature dergisi, geçen yıl çöken balonlardaki füzyon konusuna kuşkuyla yaklaşan bilim adamlarının görüşlerine yer verdi. Nükleer enerji mühendisi Rusi Taleyarkhan, içeri doğru çöken balonlarda füzyon yarattığını ileri sürmüştü. Bu iddia Science dergisinde 2002 yılında ilk kez yayımlandığında bilim dünyasında fırtınalar yaratmıştı. Eğer bu etki gerçek ise, bir gün sınırsız enerji kaynağı olarak devrim yaratabilir. Geçen ocak ayında American Physical Society, Taleyarkhan’ın füzyon konusundaki son yorumlarını yayımlayınca, aradan dört yıl geçmesine karşın Taleyarkhan’ın bu çalışması yeniden gündemin ilk sıralarında yer aldı. Milyonlarca dolar bu çalışmanın tekrarlanması için harcandı. Ancak çalışma hala doğrulanmadı. Taleyarkhan ve çalışmalarına katkıda bulunanlar yarattıkları etkinin gerçek olduğunu şiddetle savunuyorlar. Bu iddialarını desteklemek amacıyla birkaç olumlu yazı daha yazdılar. Ne var ki bugüne dek bu sonuçları onaylayan bağımsız bir destek henüz söz konusu değil. Ayrıca Nature’ın sponsorluğu altında tekrarlanan deneyler, çok ciddi sorulara zemin hazırlıyor. Purdue Üniversitesi’nde Taleyarkhan ile birlikte çalışan bilim adamlarıyla yapılan söyleşiler, fizik dünyasında ciddi kuşkuların bulunduğunu gösteriyor. Son olarak Purdue Üniversitesi’nin, Taleyarkhan’ın en son makalesini medyaya duyurmaya yanaşmamasının nedeni, üniversitedeki diğer öğretim görevlilerinin füzyon deneylerinden bugüne dek pozitif sonuç alamamalarına olabilir. Derleyen: Reyhan Oksay N CBT1034/15 12 Ocak 2007
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle