14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 23 EYLÜL 2012 PAZAR [email protected] 18 KÜLTÜR ‘Genç İngiliz Sanatçılar’ ekolünün temsilcisi olarak da tanınan güncel sanatçı Gavin Turk’un sergisi Galerist’te İmkânsıza meydan oku! EVRİM ALTUĞ Galerist, 201213 sezon açılış sergisini, 1990’lı yılların ilk yarısında beliren “Genç İngiliz Sanatçılar” ekolünün (Young British Artists / YBA) temsilcisi olarak da tanınan güncel sanatçı Gavin Turk’e ayırdı. Galerist Tepebaşı’nda 16 Ekim’e dek izlenebilecek sergi, GuildfordSurrey, İngiltere doğumlu sanatçının son dönem çalışmalarından derlenmiş incelikli bir seçkiyi izleyicilerle paylaşıyor. Sanal âlemde, adı ve soyadıyla müsemma, son derece verimli ve pratik bir kişisel internet sitesi de bulunan sanatçı, bronz, mumyalama, sanat ikonlarına göndermeler ve sanatta çöpün kullanımı gibi, özellikle İngiliz sanatında sıklıkla kullanılan ve günümüzde olağan karşılanan birçok heykel ve bilumum gösterge formunun öncüsü. Sergide, 1999’daki 6. İstanbul Bienali’ne de kendisini bir berduş olarak Aya İrini Müzesi’nde betimlediği balmumu heykeli ile katılan sanatçının, nazar boncuğuna nazire ile ortaya koyduğu üç büyük işinin yanı sıra bir çöp torbası heykeli ve Andy Warhol ile Robert Indiana’ya referanslar veren yapıtları da görülebiliyor. Kendinizi, her tür fikriilacı üzerinizde deneyerek, sanat tarihinin laboratuvarında bir deney faresi gibi hissettiğiniz olmuyor mu? Olabilir. Yapmaya çalıştığım şey, farklı ? “İşlerimi doğrudan şaşırtıcı veya gülünç olması uğrunda yaratmıyorum. Onların ekseriyetle yeni düşünceler üretebiliyor olmalarını, bizi kışkırtma potansiyellerini, bizi yeni yerlere sevk edebilmelerini seviyorum. Ana fikirse imkânsıza meydan okuyarak ‘ben bunu yapabilirim’ diyebilmek.” ‘Turk Love’ metod, satıh, malzeme ve hızlarda çalışmak sarımcılar, rekolarak da alınabilir. Biçimsel şeyler, ente lamcılar, illüstratörler, üretilen çalışmaları lektüel fikirler de bunun içinde. Ardından bilgisayar ekranlarında bambaşka niyetlerle bambaşka formlara dönüştürüyorlar. bazı an geliyor, son derece saf, pür biBeğenilen bir imge veya fikir de çimde çalışıyorum, bunu hiç de hemen alıcısını bulabiliyor. saf olmayan bir dönem de Müze ve galerilerdeki sistakip edebiliyor. temde sanatın nasıl tecBazen de elinizrübe edildiğine baktıde avucunuzda ne ğımızda ise işin varsa teşhir edibirdenbire ticariyorsunuz, deri leştiğine ve eserdökmek gibi lerin fiyat etiketolabiliyor. Kelerine maruz kaldıza opak ve giğına tanık oluyoruz. zemli de olabiliyor Müzelere alınan bübu. Bu anlamda yük eserlerle gündelik evet, hâlâ deney yapizleyici arasındaki metığımı söyleyebilirim. safe de işte böyle oluşuyor. Sizce insanlar gün Bize bu eserler ile bir necel sanatı bugün ne şekilvi serap mı yaşatıyorsunuz? de tüketiyor? ‘Eye’ adlı Felsefeci Baudrillard’a referansla, Türlü yolu var. En doğrudan olaişinin bir “Simulakrum”un bile simüle nı, tabii anın sanatını edinmek. Buönünde edilebilmesi durumu bu. Bunu bir nu edinen öteki kollar, diyelim ki ta çerçeve içine yine ve yine ve yine çerçeve vermek gibi de alabilirsiniz. İşlenen çalışmaya, değer, hakikat ve müelliflik gibi kavramlara içkin bir tepkisellik kazandırma girişimi de aynı zamanda. Hepimiz bunu ancak kendi içinde kıvrılabilen, esnek bir sistemde yapabileceğimizi biliyoruz. Böylece doğrudan değil, dolaylı ulaşım kanalları elde edebiliriz. Sanatın size tanıdığı özgürlük aracılığıyla insanları şaşırtmak ve gülümsetmekten hoşnut musunuz? Sanat eserinde matraklık, beraberinde düşünmenizi sağlayıp sonra yeniden kendine dönen bir enerji içeriyor. Siz bir fikir nedeniyle gıdıklanıyorsanız, bu hoş bir şey. Yapıtlarım aracılığıyla insanlarla bu zevki paylaşabiliyorsam, ne mutlu bana, elbette tatmin oluyorum demektir. İşlerimi doğrudan şaşırtıcı veya gülünç olması uğrunda yaratmıyorum. Onların ekseriyetle yeni düşünceler üretebiliyor olmalarını, bizi kışkırtma potansiyellerini, bizi yeni yerlere sevk edebilmelerini seviyorum. Kuşkuculuğunuzla İstanbul’dan farkınız yok, ne Batı ne de Doğu’dasınız… Benim soyadımın “Turk (Türk)” olması, irademle olmuş bir şey değil. Bir yazgı veya kaza eseri de sayılabilir. Ama buradaki ana fikir, imkânsıza meydan okuyarak “ben bunu yapabilirim” diyebilmek. En azından bir yön önerebilmek. Yoklar… Varlar… Bir yarışma… Yargılama var ama adalet yok! Savunmayı dikkate alma, savunma taleplerine izin yok ama savunmaya baskı, avukatlara suç duyurusu ve yargısız infaz var! (Bkz: Gazeteler.) Bilim kurumlarının raporlarına yer yok ama iktidardakilere biat kültürü var! (Gençler bu terimi bilmeyebilir: “Bağlılık sözü” diye özetleyebiliriz. İslam ve Türk devletlerinde halifenin ya da hükümdarın elini eteğini, tahtın yerdeki ucunu öpmeyi, bağlılık törenine dönüştürmek buradan kaynaklanır!) Bavulla servis edilen deliller var ama delillerin değerlendirilmesi yok! Dijital çelişkiler, sahte veriler gani gani var ama bunların kale alınması yok! Toptancılık var ama vicdan hiç yok! Askeri darbelere nefret var ama sivil darbelere nefret yok! 12 Eylül yargılamalarına şiddetli itiraz var ama özel yetkili mahkemelere itiraz yok (idi)! 12 Eylül’ü ve tüm darbeleri lanetlermiş gibi (sadece miş gibi) bir hava var ama 12 Eylül yasalarından ve yöntemlerinden sonuna dek yararlanma da var! İçimde artık bundan böyle ülkemde askeri darbeye geçit olmaz umudunun kırpıntıları var ama sivil darbeyi bu millet nasıl da gık bile çıkarmadan benimsedi diye korkunç bir acı da var… İçimde artık yargı bağımsızlığına en ufak bir güven yok! Erk ve güç sahiplerinin öç alma duygusuyla ve kimi medya yardakçılarının sansasyon tutkusuyla sanki “adalet varmış gibi” yapmaları; ama tarihe bakma, tarihten ders alma alışkanlıkları yok! (Sevgili okurlar, bugün sizlerle sadece muhteşem bir yarışmayı paylaşacaktım ama en kısadan bunları söylemeden edemedim!) yarışmaya. Dinleyicilerin seçimiyle, jürinin birincilik ödülü seçimi aynı çıktı! (Çok yarışma izledim, böylesine az rastlanır!) Mısırlı soprano Fatma Said (21 yaşında). Massenet’nin “Manon”unu pırıl pırıl duru sesi, kendine güveni, rahat tekniği, oyunculuk yeteneği, mimikleri, güzelliği, sahne karizmasıyla, öyle bir canlandırdı ki jüriyi de bizi de büyüledi! Geleceğin Anna Netrepko’su olabilir! (Halk Ödülü, gelecek yıl Turgutreis DMarin Festivali’ne bir konser davetiydi. Şimdiden söylüyorum: Geleceğin ünlü sopranosu Fatma Said, 2013’te Bodrum’da konser verecek.) Her yarışmanın önemi jürisiyle orantılıdır. Bu yıl bir kez daha muhteşem bir jüri oluşturulmuştu. Çağımızın en önemli sopranolarından Mirella Freni başkandı. Sahneye çıktığında aldığı büyük alkışa kendi de şaşırdı! “Beni burada tanıyorlar! Herkes imza istedi” diyordu final konserinden sonra. Üç gün boyunca Leyla Gencer’le yaşadığı nice anıyı, sevgiyi ve saygıyı paylaştı benimle. Sadece o değil, çoğu farklı opera kurumlarının yöneticilerinden oluşan uluslararası jüri, Leyla Gencer Müzesi’ni dolaşırken gözyaşlarını tutamadılar. Müze ve arşivle ilgili olarak İKSV’yi övgülere boğdular. Jüri üyeleriyle konuşmalarımda öne çıkan konular şöyleydi: Bu yıl niteliğin ve standardın çok yüksek olduğu… Katılımın genişliği ve dünyanın farklı yerlerinden olması… Leyla Gencer Yarışması’nın 7. kez yapılıyor olmasına (genç bir yarışma olmasına) karşın şimdiden dünyada kazandığı saygınlık ve prestij… Bugüne dek kazananların çoğunun önemli yerlere gelmiş olması… Organizasyonun mükemmelliği… Bu yıl jürideki isimler kadar, katılan yabancı gazeteciler de önemliydi. Jüriyle konuştuklarımız elbet onların da gündemindeydi. Final gecesinin televizyondan, Sky360’tan naklen verilmesi de bu yılın olumlu adımlarından biriydi. 7. Leyla Gencer Şan Yarışması, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından, La Scala Tiyatrosu Akademisi’nin işbirliğiyle gerçekleştirildi. Doğuş Grubu ve Garanti Bankası’nın sponsorluğunda, Borusan Holding’in katkılarıyla düzenlendi. Yukarıda adı geçenlere ne denli teşekkür etsek azdır. (Aydın Gün’den Hale Taşçı’ya ve tüm emekleri geçenlere de...) Ülkemin adını, evrensel ve çağdaş bir platforma taşıdıkları için hepsine tek tek teşekkür ediyorum. Türkiye adını, Leyla Gencer gibi bir değerin adıyla bütünleyen bu yarışmayla, niteliği, çoksesliliği yücelttikleri için, sanatı, yaratıcılığı, bilimi, “muasır medeniyeti” hedefledikleri için teşekkür ediyorum. Geleceğin sanatçılarına olanak sağladıkları için, geçmişle gelecek arasında, yerelle evrensel arasında kurdukları köprüler için teşekkür ediyorum. Jüriden notlar Roman Polanski, ‘Acımasız Tanrı’nın ardından yine bir oyunu sinemaya uyarlıyor ‘Kürklü Venüs’ü eşi oynayacak Kültür Servisi Ünlü yönetmen Roman Polanski “Carnage/Acımasız Tanrı”nın ardından, yine bir tiyatro uyarlamasını beyazperdeye taşıyor. David Ives’in “Kürklü Venüs” adlı tiyatro oyununu sinemaya aktarmak için çalışmalara başlayan Oscarlı usta yönetmen, başrol için ise eşi Emmanuelle Seigner’i düşünüyor. 2010’da Broadway’de sahnelendiğinde cesur ve fazla erotik olduğu gerekçesiyle dikkat çeken “Kürklü Venüs”, bir tiyatro yönetmeni ile başrol oyuncusu arasındaki cinsel gerilimi anlatıyor. Çekimlerine kasım ayında başlanması planlanan filmde New York’ta geçen hikâyeyi Paris’e taşıyan yönetmen, bilindiği gibi 1977’de 13 yaşında bir kıza tecavüz ettiği iddiasıyla Fransa vatandaşı olmuş, yaklaşık iki yıl önce İsviçre’de yakalanıp yargılanmış, ABD’ye iadesi reddedilmişti. Bir yıl ev hapsi cezasına çarptırılan yönetmen, 4.5 milyon dolar kefaletle koşullu serbest bırakıldıktan sonra Fransa’ya dönmüştü. Polanski “uzun süredir Fransa’da onunla bir film yapma şansı yaratmaya çalışıyordum” dediği eşine daha önce “Frantic”, “Acı Ay” ve son olarak 1999 tarihli “9. Kapı” filmlerinde rol vermişti. Polanski, 1969 yılında Charles Manson tarikatı tarafından vahşi bir şekilde öldürülen eski eşi Sharon Tate’in ardından 1989’da Emmanuelle Seigner ile hayatını birleştirmişti. Olayın önemi eyla Gencer Şan Yarışması Yalnız final gecesi değil, bütün yarışma süreci müthiş bir olaydı! İşbirliği, dayanışma, rekabet, gözyaşı, kahkaha, farklı diller… Hepsi bir arada! Bilgelikle gençlik; deneyimle toyluk sarmaş dolaş… Ünlü starların geleceğin ünlülerine şefkati, büyük yeteneklerin, yarışan genç yeteneklere sarılışı... Düşünsenize en başta 176 genç sanatçıydılar. Berlin, Londra, Viyana, Madrid, Milano ve İstanbul’da ön elemelerle sayıları 40’a indi. 22 ayrı ülkeden İstanbul’a geldiler. 4 gün yarıştılar. Aralarından yirmisi yarı finale kaldı. Sonra dokuzu final konserinde Aya İrini sahnesinde yaprak gibi heyecandan titreyerek karşımızdaydılar… İtalyan Maestro Pietro Mianiti yönetiminde Borusan Filarmoni Orkestrası eşliğinde biz dinleyicilere eşsiz bir konser verdiler. Bana sorarsanız tüm finalistler harikaydı. (Sonuçları dünkü gazetede okudunuz tekrarlamayacağım.) Bu yıl ilk kez dinleyici oylamasıyla bir de “Halk Ödülü” eklenmişti L Bağlama virtüözü Kemal Dinç’in fantastik bir müzik dünyası var. Bunu bize ilk albümü “Lir ve Ateş” ile kanıtlamıştı. Rotterdam Codars Devlet Musikisi Türk Müziği bölümünün kurucusu olan usta müzisyen, ikinci albümü “Bağlama İçin Denemeler”de kanıtlarını çoğaltıyor. Onun elindeki çalgı ha Âşık Veysel’in sazı ha David Oistrakh’ın kemanı… Amorf cümlelere sıkıştırılmış duygu parçacıklarını, soyutla somutun ritim tuttuğu parçaları, tempolu melodik ses örgülerinin resmi geçitini yan yana getirdiğinizde görüyorsunuz ki, alışageldiğimiz ses rengine sahip değil bu albüm. Komalar ve detone sesler de renk paletine dahil edilerek tarifi zor; yarı karanlık bir tablo elde edilmiş. Boşluklar etkili, yalnızlık duygusunun altını çizme Kemal Dinç Bağlama İçin Denemeler’ (Kalan) konusunda. Kontrpuanlar muhalefetten ziyade iktidar gibi söz hakkına sahip olarak yerleştirilmiş. Çağdaş Batı müziği içinde rastladığımız bu tip yaklaşımlar, bağlama için düşünüldüğünde ve uygulandığında karşı karşıya kaldığımız sesler daha da şaşırtıcı. Ayrıca belirtilmeli, hepsinin üstüne Kemal teknik sınırları da zorluyor. Kişisel bir albüm “Bağlama İçin Denemeler”, ama Kemal Dinç bu zorlu kişiselliğin altından yüz akıyla kalkacak kadar güçlü bir müzisyen. Kendine has bir dili var; biz buna Kafka’nın Doğu’da yazılmış bir eseri ya da Otomatik Portakal’ın Anadolu’da çekilmiş halinin soundtrack’i gözüyle bakarsak, sanırım her şey biraz daha anlaşılır olacak. Kuralları hiçe saymaya yemin etmiş, cesur ve çağdaş bir müzisyenle karşı karşıyayız. Ne duruyoruz, tanışalım. [email protected] The Orb Feat. Lee Scratch Perry The Orbserver in the Star House (Cooking Vinyl) Ambient house türünün yaratıcısı The Orb ile reggae/dub müziğinin en etkili seslerinden Lee “Scratch” Perry, ortak bir çalışma yaparsa ne olur? Çok farklı türlerin temsilcisi bu iki ismin buluşması, yılın en merak edilen işbirliklerindendi. Aslında The Orb da, Perry de yıllardır değişik müzisyenlerle yaptıkları çalışmalarla bilinir ama onları aynı projede görmek ayrı bir heyecan nedeni. The Orb’un kurucu üyesi Alex Paterson ile Thomas Fehlmann’ın 2004’ten beri üzerinde düşündükleri bu albüm için Perry ile buluşmadan önce bazı fikirleri varmış ancak 8 yıl sonra Reggae efsanesini Berlin’de bir stüdyoya sokabildiklerinde o fikirlerin bir kısmını rafa kaldırmışlar. Lee “Scratch” Perry gibi bir müzisyenin içinde yer aldığı herhangi bir işe kendi izini bırakmaması söz konusu olmaz. The Orb’la yaptığı albüm için de vokalleri kaydetmekle kalmamış; dub ritimleri ile sound konusunda da önerilerde bulunmuş ve belli ki albümü şekillendiren ana unsur onun vokalleri olmuş. Bu durumda ambient house tınılarının geri planda kaldığı düşünülebilir. Nitekim şarkılarda baskın soundu dub belirliyor. Ancak The Orb çok akıllıca bir ses tasarımı gerçekleştirmiş; minimal house vuruşları kaybolmamış, çok yerli yerinde kullanılmış. Sonuç olarak The Orb deneysel elektronika için yine farklı ve yaratıcı bir albüme imza atmış. Ambient house dub bütünleşmesi, kendi emprovize vokal tarzından ödün vermeyen Perry açısından da bir yenilik. www.zulalkalkandelen.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle