11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 31 TEMMUZ 2012 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CHP ve Kürt Sorunu Şaşkınlıktan Şaşkınlığa! Tımarhanede miyiz? Belki de ondan beter bir yerdeyiz! Nerdeyiz, ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz? Anlayan varsa beri gelsin!.. Neler olmuyor ki? Adam birkaç kişiyi öldürmüş gururla övünüyor. “O sıralar öyleydi, ben de gerekenleri yaptım, pişman değilim.” Demeye kalmadan, hapishanelerden katiller özgürlüğe çıkarılıyor... Meclis bir yasa çıkarmış, ona uyuluyormuş! ??? Öte yanda yüzlerce, binlerce genç, yaşlı, asker, sivil tutukevlerinde yıllardır yatmakta... Suçları ne? Kendileri de bilmiyor, onları suçlayan da!.. Katil olduğu mahkemelerce kararlaştırılan, bu yüzden hapislerde yatanlar bir bir özgürlüğe kavuşturuluyor... Balbay, Özkan, Perinçek’ler ve onun gibiler yıllarca hapislerde çile çeksin... Ergenekon mahkemesi dört yılda işini bitiremedi! Ona beş yıl daha zaman verin! Adam üç dört kişi mi öldürmüş, övünerek gazetecilere anlatıyor ayrıntılarıyla... Gazeteler de büyük bir ciddiyetle yazıyorlar.. Bir anda katiller kahramanlaştırılıyor. ??? Türkiye hiçbir zaman böylesine adaletsizlik yaşamadı! “Adalet mülkün temelidir” sözü duvarlarda asılı kaldı, aşağıya inemedi. Yani Türkiyemiz hiçbir zaman böylesine adaletsiz kalmadı. İyi kötü hepimiz inandık adalet denen kavrama... Hâlâ inananlarımız var. Hangi suçu işlediği bilinmeyen, ama kendini yargıç önünde savunmaya çalışan insanlar şaşkınlık içinde. Bizler de... Gençleri evlerinde basıp işkencelerle öldüren adamlar aramızda dolaşıyor. “O zamanlar gerekliydi” diye övünerek... ??? Gerçek bir akıl hastanesine döndü ülke! İşbaşındakiler de her konuşmalarında, her atılımlarında şaşkınlıkları çoğaltıyorlar. Yalnız şaşkınlık değil acıları da, acımasızlıkları da... Binlerce genç yaşlı, kadın erkek, asker sivil hapishane hücrelerinde... Generali var, bilim adamı var, gencecik öğrenciler var. Bütün bu korkunç durumları seyreden bir hükümet var, Başbakan var. Bir de olanlar karşısında korku içinde susan sizler, bizler! Çözüm, öncelikle sorunun doğru tanımlanmasına ve bu tanım üzerinde görüş birliği olmasına bağlıdır. Bu yapılmadığı sürece çözüm yaklaşımları ve önerileri de farklı olacak ve çözümsüzlük sürecektir. Süha UMAR E. Büyükelçi uktedir olaniktidar”ın bir sorunuçözmeyi düşündüğünde, ancak sayısının yetmemesi veya ulusal uzlaşı gerektirmesi nedeniyle muhalefete gitmesi, siyasetin temel ilkesidir. Muktedir olmayan muhalefetin bunu yapması ise en azından alışılmışın dışında bir davranıştır ve çoğu kez de sonuç vermez. Bu gerçeği bir an için unutup “Kürt sorununu çözmek muhalefetteki CHP’nin işi midir” haklı sorusunu bir yana bırakarak, “Sorunu nasıl çözecek” veya “Sorunun çözümüne nasıl bir katkıda bulunacak” sorularına yanıt aramaya kalktığımızda daha da yaşamsal ek sorularla karşılaşmak kaçınılmazdır. Çözüm, öncelikle sorunun doğru tanımlanmasına ve bu tanım üzerinde görüş birliği olmasına bağlıdır. Bu yapılmadığı sürece çözüm yaklaşımları ve önerileri de farklı olacak ve çözümsüzlük sürecektir. Bu açıdan bakıldığında, sorunun parçası ve yaratıcısı olmayanların değil böyle bir sorunu ısrarla ve yıllardır gündeme ve dile getirenlerin, diğer bir deyişle, BDP ve PKK’nin sorunu nasıl tanımladıklarına bakmak gerekir. Onlar bu tanımı, son on yıldır, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkla, her platformda ve fırsatta dile getirmektedirler. Bu açık duruşta AB ve ABD’nin özendirici, cesaretlendirici tutumları kadar hatta belki daha da ağırlıklı olarak, AKP’nin izlediği politikaların etkisi vardır. “M Sorun, önceleri yerel özerklik olarak ifade edilmiş olsa da başından beri, “ulus oluşturma” ve “ulusal bağımsızlıkayrılıkçılık”, diğer bir deyişle, aşamalı da olsa “Kürt ulusu” ve “Bağımsız Kürdistan” beklentisidir. Sorunu yaratanların ve istedikleri yönde sonuçlandırmaya çalışanların bu yaklaşımları AKP’nin bilmediği bir husus değildir. PKK ile yakın geçmişte sürdürüldüğü bilinen temaslarda, PKK’nin beklentisinin bu olduğunun, bu temasları yürüten üst düzey istihbarat yetkilileri tarafından da doğrulandığı sır değildir. Sorun bir tarafça böyle tanımlandığına göre, çözümün ancak bu beklentilerin karşılanması halinde geçerli olması da normal mantığın gereğidir. O halde CHP’nin, “Kürt Sorunu”nun çözümü için yola çıkarken şu iki temel sorunun yanıtını da biliyor olması beklenir: 1. CHP, ilk aşamada yeni anayasa Türkiye Cumhuriyeti’nin iki ayrı ulustan oluşan bir devlet olduğunu kabul edecek midir? 2. Son aşamada, ülkenin bölünerek, bağımsız bir Kürdistan kurulmasını veya ülkenin bir bölümünün ayrılarak, Kuzey Irak’ta kurulacak belki Suriye’nin bir bölümünü de içine alacak bağımsız bir Kürt devletine katılmasını kabul edecek midir? Eğer CHP, sorunu içinden çıkılmaz hale getirdiği için bunalan AKP’ye, bulunmaz bir fırsat ve soluk alma olanağı tanıyan girişimini başlatırken bu soruların yanıtları saptamışsa bunları öncelikle kamuoyu ile paylaşmalıdır. Yok eğer, kurulmasını önerdiği “Akil Adamlar Grubu” bu sorulara yanıt aramak içinse CHP’nin, bu girişimden ne çıkacağını bilmek için dünyanın, özellikle belli bölgelerinin yakın hem de çok yakın tarihine bir göz atmasında yarar vardır. Bu arada, Namybia’da başlayan, Bosna Hersek ve Kosova ile devam eden, Batı’nın, “yaşamayacak devletler yaratma uzmanı” Ahtisaari’nin “başarılarını!” hiç aklından çıkarmamalıdır. Kısacası, yaratıcılarının tanımladığı niteliği ile “Kürt Sorunu”, yıllardır bu tanımdan yana olmuş bir milletvekili ile iyi niyetli bir emekli diplomatın öncülüğünde, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını değiştirmeyi göze almak gerekebileceğini bildiği için, genel başkanının “kellesi”ne bile mal olabileceği daha başından gören muhalefetteki bir CHP’nin çözebileceği veya çözümüne katkıda bulunabileceği bir sorun değildir. Ne yazık ki CHP “cini şişeden çıkarmıştır”. Bundan sonra geri adım atması veya Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısından ödün vermemeye kalkışması halinde, sadece BDP’nin ve AB ile ABD’nin değil, işbirliği önerdiği ve kapısına gittiği AKP’nin de ağır eleştirilerine hedef olmaktan kurtulamayacaktır. Leyla Zana’nın “Sorunu Erdoğan çözebilir” açıklamaları ve AKP saflarından bu açıklamalara verilen destek, CHP’nin girişiminin daha şimdiden önünün kesildiğini ve gereksiz bulunduğunu göstermektedir. Korkarım sonunda, 1999 yılında neredeyse bitirilmiş bir terör olayını, birkaç yılda, teröre ek olarak büyük bir siyasi sorun haline getiren AKP’nin yanlışı, unutulmak bir yana yüceltilecek, “günah keçisi” ise CHP olacaktır. Sayın Erdoğan’ın bu konudaki yeteneği göz ardı edilemez. Bir Kurum ve Bir İnsan Öyküsü Umran Sölez TAN İstanbul E. Çocuk Mah. Yargıcı B ünkü savaşı çıkaranlar hep göbekli ve smokinli erkekler olduğu halde, daha çok bedel ödeyenler kadınlardır. Önceden elde edilen haklar, savaş sonucu geri alınır. Kadın hem sevdiğini yitirir hem de savaşın acısını yaşar. Onun içindir ki kadının barışa gereksinimi daha çoktur. Savaş istemiyoruz, çünkü çatışma ve savaşlarda ölenlerin çoğu kadın ve çocuktur. İkinci Dünya Savaşı’nda yüzde 65 olan bu oran, günümüzde yüzde 90’lara çıkmıştır. Eşini, oğlunu savaşa gönderen kadın, onları kaybetmenin acısı yanında bir de savaşın tüm olumsuzluklarına katlanmak zorunda kalır. Taciz ve tecavüze uğrar, yoksullaşır. Savaş sonu payına düşen rollerden birisi de “biyolojik üretici” olarak doğurmak zo Ç Savaş İstemiyoruz Meliha SELMANPAKOĞLU runda olmasıdır. BosnaHersek’te yaşananları bir kez daha düşünmekte yarar var. Savaş istemiyoruz, çünkü daha 1921 yılında “…biz cenkçi değiliz, barışseveriz ve bir an evvel barışın gerçekleşmesini görmek, ona yardım ve hizmet etmek isteriz” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini benimsemiş Anadolu kadınlarıyız. Vatan savunması değilse savaşın kimlerin çıkarına hizmet ettiğini, sonunda ağlayanın yine analar olduğunu biliyoruz. Savaş istemiyoruz, çünkü savaşın bir cinayet olduğunu bir asker olarak dile getiren önderimizin; “Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Lakin ulusun hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir” sözüne kulak verilmesini öneriyoruz. Savaş istemiyoruz, çünkü 1901 de verilmeye başlanan Nobel ödülünü ilk alan “Silahları Yere Bırakın” kitabının yazarı bir kadındı. Baroness, Bertha von Suttner aynı zamanda Uluslararası Barış Bürosu’nun da başkanı idi. Savaş ve şiddetin dünyada kadın haklarını nasıl geri götürdüğünü belgelerle açıkladı. O zaman hep birlikte savaşı ve şiddeti dünyadan silmek için daha çok kadın, daha çok kadınla birlikte, her yerde, önce evde, alanlarda, örgütlerde, partilerde sesimizi duyuralım. Ninelerimizin Kurtuluş Savaşı’nda yazdığı destanın bir yenisini “barış”la yazalım!.. Nâzım Hikmet’i anımsayıp; AKP’nin savaşçı politikalarına karşı duralım ve komşularımızla birlikte kapıların kilitlenmeden yatıldığı, kadının sokakta özgürce yürüdüğü, çalışıp ürettiği, eşit bireylerden oluşan bir toplum yaratmada en önde olan, kin değil sevgiyi paylaşan, savaş değil barışı koklayan bir Türkiye için; her yaşta, her düşünce ve inançta kadınları çocuklarımızın geleceği için birlikte olmaya çağıralım. Bu davet bizim... Hepimizin... ir zamanlar bu ülkede bir kurum vardı; bozkırın ve insanının gereksinimlerinden doğan bir eğitim kurumu: Köy Enstitüleri. Ülkenin çocukları oraya gider, elinden her şey gelen “köylü” olabilmeyi amaçlar; elektrik santralı, sulama kanalı, tarım deposu, balıkhane, yol, ambar, depo, ahır, samanlık inşa ederlerken, köylerini yeniden planlamayı, kentler kurmayı, dünyayla bütünleşmeyi hayal ederlerdi. Bugünkü ortaeğitimden kısa sürede eğitim alan bu çocuklar, Sofokles’in Kral Oidipus’unu, Gogol’ün Kibarlık Budalası’nı veya Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı okuyup sahneye koyacak kadar bilgi sahibiydiler. Onlar Âşık Veysel’den saz çalmasını öğreniyor, mandolin, keman, piyano çalabiliyorlardı. Dün veya bugün orta eğitimdeki hangi çocuğumuz Âşık Veysel’in türküleriyle kucaklaşabilmekte veya Mozart’ın Allegretto Alla Turca’sını öğrenerek mezun olabilmektedir? Ya da Anton Çehov ve onun kahramanlarını biliyorlardır? Ya Aziz Nesin’in “Azizlikler”ini? Genco Erkal, son oyununda bu azizliklerden yola çıkıp soruyor: “Nereye Gidiyoruz?” İşte, Köy Enstitülerinden mezun bu öğrenciler, birebir öğrendiklerini çevre ilçe ve köylere yaymak üzere yola çıkıyorlardı ki, durduruldular; hep olduğu gibi, birilerini korkutmuşlardı. Bu okullardan yetişecek köy çocuklarının bugünün soran ve sorgulayan yurttaşları olma olasılığı onları korkutuyordu; nasıl yapsak da bu öğretmen okullarını kapattırsak diye planlarını yeniden yeniden gözden geçirip, senaryolarını ortaya koyacak zamanları kolluyorlardı. Yalanlarla saldırdılar: Komünist, kâfir, fuhuş yuvaları olduklarını söylediler; 14 yıl sonra 1954’te bu eğitim kurumlarının sonunu getirttiler. Bugün bu ülkede bir genç var; virtüöz ve besteci. Bir milyon dinleyicisi var; Fikret’i, Yunus Emre’yi, Nâzım’ı okumuş bir genç; ülkesini, insanını, onun değerlerini, tüm dünyaya bu ülkenin evladı olmaktan duyduğu kıvanç ve onurla, parmaklarının ucundan bir çiselticesine yağdırıyor. Dünya ülkelerinin çoğu bu çiselti serinliğinden aldıkları tatla onu ülkelerine davet etmekte birbirleriyle yarışıyor. Ne onur! Onu, 20 bin kişi alkışlıyor. Ne kıvanç verici! Ülkesini, insanını, doğduğu coğrafyayı anlatan oratoryolar, senfoniler, konçertolar, bale müzikleri, film müzikleri ile ülkesini, insanını, doğduğu coğrafyayı dünyaya taşıyor; Fazıl Say, bir Mozart ve diğer dünya bestecileri gibi algı yaratıp alnımızı parlatıyor! Sanatçılar çocuk yüreklerini kaybetmemiş insanlardır. Sevdiklerini tutkuyla severler. O ülkesini aynen böyle sevmekte. Cumhuriyeti ve onun kuruluş sancılarını yüreğinde muhafaza ederken besteliyor, besteliyor... Orada tutkulu bir aşk var; içten mi içten bir yurt sevdası! Bugün çoğu gencin umurunda olmayan! Ama o birileri yine boş durmuyor; dün Köy Enstitülerini anlamak istemeyen bu insanlar, yine ne yapsak ne etsek de bu kez onu nasıl durdursak, diye bir köşede ellerini ovuştururken; sanat hakkındaki düşüncelerinden, onların Doğu’ya, Güneydoğu’ya taşınmasından, bir sonraki kuşağı klasik müzik dinleyicisi yapabilmek için verdiği konser partilerinden veya Türkiye ve Osmanlı’nın “özel” olduğundan söz eden belki onlarca yazı, yüzlerce emailinden birini bulup onu “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve dini değerlere hakaret etti” diye şikâyet ediyorlar. Hep yaptıkları gibi, onun, farklı görüş ve inançtaki kişilerin birbirlerine karşı hislerinin değişmesine ve kamplaşmaya sebep olmaktan cezalandırılmasını istiyorlar. Bilmiyorlar ki o, Türkiye’nin son yüz yılda Köy Enstitülerinden sonra başına gelen en güzel şeydir. Ama onlar o gün Köy Enstitülerini bilmemişlerdi, bugün ise onu! Zaten hiç bilmek istemediler!.. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle