16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 ARALIK 2012 PAZAR CUMHURİYET SAYFA HABERLER 9 ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisi tartışmalarının hatırlattığı bir gerçek: Hangi Osmanlı aşbakan Erdoğan, 25 Kasım 2012 günü, Kütahya’da Zafer Havalimanı’nın açılışı töreninde yaptığı konuşmada, diğer şeylerin yanı sıra şunları söyledi: “Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, her yerle biz de ilgileniriz ama bunlar televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o ‘Muhteşem Yüzyıl’ belgeselindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmeniz, anlamamız lazım.” Başbakan’ın bu sözleri medyada geniş yer buldu ve çok çeşitli yorumlara yol açtı. Kanuni Fakat bütün Sultan yorumlar, Süleyman Başbakan’ın Muhteşem Yüzyıl dizisiyle ilgili yasaklayıcı tutumu üzerinde yoğunlaştı. Bu yöndeki eleştiriler doğal ve önemlidir elbette. Ancak Başbakan’ın sözlerinde gözden kaçırılmış olan çok daha önemli bir konu var. ? İslamcı Tüketim Toplumu B Halit Ergenç ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinden bir sahnede... Biz Avrupa Birliği’ne gideceğimizi sanıyorduk Başbakan, “Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, her yerle biz de ilgileniriz...” demektedir. Bu sözler üzerinde kimse durmuyor. Ecdadımızın beş asır önce at sırtında gittiği her yere biz şimdi niye gidelim? Hem nasıl gidebiliriz? Başbakan bu sözleriyle ne demek istiyor? Yeni bir fetih çağını mı başlatmayı düşünüyor? Kanuni 1529’da ilk kez Viyana kapılarına dayandığında, dünya henüz din savaşları çağından çıkmış değildi. Avrupa’da bilimsel devrim başlamamıştı, tanyeri henüz yeni ağarıyordu. Güneşin dünya etrafında değil de dünyanın güneş etrafında döndüğünü bilen henüz hiç kimse yoktu dünyada. Kanuni öldüğünde ise Galileo Galilei henüz iki yaşındaydı. Onun için Osmanlılar iyi savaşan ordularıyla Avrupa’nın içlerine kadar gidebildiler. Fakat Avrupa’da bilimselteknolojik devrimin ve sanayi devriminin sonuçları alınmaya başlandıktan sonra adım adım geri çekilmek zorunda kaldılar. Osmanlılar, Lale Devri’nden imparatorluğun sonuna kadar süren 300 yıllık bir modernleşme evresinden geçti. Osmanlılar 18. yüzyıldan sonra din savaşı yapmadılar. Hatta Hıristiyan bir ülkeye karşı başka Hıristiyan ülkelerle ittifak bile yaptılar. Örneğin Kırım Savaşı’nda olan buydu. Gerçi Kanuni döneminde de Osmanlı ordusu Şarlken’in kuvvetlerine karşı Fransızlarla birlikte savaşmıştı. Fakat orada Osmanlıların Fransızlarla ilişkisinde himaye ve egemenlik pozisyonu vardı. Oysa 19. yüzyıldaki Hıristiyan müttefikleriyle olan ilişkilerinde böyle bir durum yoktu. Başbakan “ecdadımızın” dolaştığı topraklara hangi “görevimiz” için gitmek istiyor? Dini görevlerimiz için mi, yoksa ekonomik egemenlik arzularından dolayı mı? Biz ise Viyana’ya, Avrupa Birliği’ne üye olarak gireceğimizi sanıyorduk. Kanuni’nin batıya ve doğuya yaptığı 13 seferin toplam süresi 160 ay tutmaktadır. (13 yıl 4 ay). Dolayısıyla iktidarda kaldığı süre 46 yıl olduğuna göre Kanuni, iktidarının 32 yıl 8 ay süren bölümünü sarayda geçirmiştir. Yani 30 yıl, at sırtında geçen değil, yaklaşık olarak sarayda geçen süredir. Ayrıca sarayda geçen süre kısa olsaydı ne fark ederdi? Entrikalar için gerekli zaman bulunamayacak mıydı? Kanuni’nin sarayda geçirdiği süre, bütün padişahlardan sadece IV. Mehmet’in iktidar süresinden kısadır. (O da 6 yaşında iktidara geldiği için iktidar süresi daha uzun olabilmiştir.) Ayrıca “at sırtında” olmak, entrika yapmaya engel oluşturuyor muydu? Kanuni, oğlu Şehzade Mustafa’yı dilsiz cellatlara boğdurttuğunda “at sırtındaydı”. Doğu seferi için geçtiği Konya’da bulunuyordu. Entrika için zaman boldu Şimdi bir televizyon dizisinin (belgesel filmin değil) bize yansıttığı Kanuni imgesi konusuna gelelim. Başbakan, “ecdadımızın” beş asır önce yaptıklarını övmenin ve yüceltmenin bir yolu olarak, onların savaş meydanlarında geçirdikleri süreyi daha uzun göstermek istiyor. Bu yüzden de Kanuni için, “Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti” diyor. Bu doğru değildir. Seferde kalınan süreyi at sırtında geçen süre olarak kabul edersek, Yararlanılan KAYNAKLAR İbrahim Paşa olarak da anılan İbrahim Paşa da saray entrikalarının kurbanı olmuştu. Hürrem Sultan, kendi çocuğu olan Şehzade Beyazıt’ın hükümdar olmasını istiyordu. Oysa Sultan Süleyman’ın en büyük çocuğu Şehzade Mustafa’ydı ve İbrahim Paşa da onun hükümdarlığına taraftardı. Dolayısıyla İbrahim Paşa, bu tutumuyla Hürrem Sultan’ın hedefinin önünde bir engel oluşturuyordu. İbrahim Paşa 1536 yılında bir gece yarısı uykusundayken boğdurularak öldürüldü. İbrahim Paşa’nın katledilmesinin nedeni tam olarak bilinmemektedir. (Kanuni Süleyman 1537’de Korfu seferinden geri dönüp Serez’e geldiği sırada, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri Muhiddin ve Kadri efendileri yanına alıp beraberce konuşarak giderlerken, bu konuşmalar sırasında kazaskerler Sultan’a Damat İbrahim Paşa’nın katledilmesinin nedenini sormuşlar, fakat onların Oğullarını bu sorusundan öldürten rahatsız olan Osmanlı padişah, her iki padişahı kazaskeri de Bütün Osmanlı görevlerinden tarihi, aynı azletmişti.) zamanda saray Bunlar, Sultan entrikaları Süleyman’ın da tarihidir. Kanuni, içinde bulunduğu Hürrem Sultan’ın saray olaylarından Rüstem Paşa sadece bazılarıdır. aracılığıyla büyük Bu tür olayların oğlu Şehzade olması da, Hürrem Mustafa’nın iktidar demokrasinin ve Sultan peşinde olduğunu yasa egemenliğinin ihbar ve ikna etmesi hiçbir şekilde söz yüzünden 1553’te konusu olmadığı tek kişi Şehzade Mustafa’yı egemenliğindeki bir boğdurttu. Kanuni, Osmanlı yönetim sisteminde gerçekte tarihinde iki oğlunu birden kaçınılmazdır. Biz burada öldürten tek padişahtır. Hürrem Kanuni’nin yönetimini ve Sultan’dan olan diğer oğlu yaşamını irdelerken önyargılarla Beyazıt’ı da oğullarıyla birlikte hareket edemeyiz. Nesnel İran’da boğdurttu. En küçük davranarak gerçekleri saptamak oğlu Cihangir’in ise hastalıktan zorundayız. mı, yoksa bir suikast sonucu mu Başbakan ise tarihi geçmişimizi öldüğü belli değildir. Kanuni oluşturan Osmanlılar konusunda ayrıca 1522’de Rodos’un nesnel davranmamakta ve kendi alınmasından sonra, orada dünya görüşüne uygun bulduğu yaşayan Cem Sultan’ın oğlu Osmanlı’yı övmekte ve Murat’ı ve onun oğullarını da özlemektedir. Fakat onun boğdurttu. yücelttiği Osmanlı, Veziriazam İbrahim Paşa, modernleşmek için 300 yıl Kanuni’nin kız kardeşi Hatice uğraşmış Osmanlı da değil, onun Sultan ile evlenmişti. Sultanın da gerisindeki klasik çağ eniştesi olması nedeniyle Damat Osmanlı’sıdır. Sevgili, Benim kuşağımın yoksul kesimden sayılmayacak olan, memur ve orta halli aile çocukları, annebabalarının arkadaşlarının kendilerinden biraz büyük çocuklarının giysilerini giymişlerdir. Çabuk büyüdüğümüzden, bayramlıklarımız, yeni esvaplarımız da hep çabuk küçülmesin diye biraz büyük, biraz bol alınırdı. Kolları uzun, bol ceketlerimizle ortada şapşal şapşal dolaşırken, gerekçesini anladığımız bu mantığa pek sinirlenirdik. İlkokuldan başlayarak, lacivert ceketinin üstüne arması işlenmiş, altında gri pantolonla giyilen forması olan bir yerde okuduğumdan, o siyah önlük ve beyaz yakayı hiç takmadım. Ama mantığını anladım ve küçük yaşımdan itibaren, ne kadar bilinçli, ne kadar kulaktan dolma bilmem artık, destekledim. “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitlenin” çocukları bir örnek olmalı, farklılık okula yansımamalıydı. Aslında hiçbir dönemde, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle olmadık. Ama belki de yetersiz sermaye birikimi yüzünden gelirler arasındaki uçurumu bugünkü kadar büyük olmayan yoksul bir ülke iken, daha alçakgönüllü bir yaşam sürdürürdük. ??? Aslında ister kapitalist olsun, ister sosyalist, bütün düzenlerin eğitim sistemlerinin büyük çelişkisi, hem tornadan çıkmışçasına birbirine uyum gösteren, hem de değişik yaratıcı tipler yaratmak olunca, bir ölçüde biteviyelik amaçlanıyor. Öğrenciye tanınan yaratıcılık, özgürlük, özgünlük alanı, sınırları rejimin demokratikliğiyle orantılı ölçüde, çizilmiş oluyor. Tartışmacı, sorgulayıcı, katılımcı eğitim sistemlerinde bile sorgulama ile tartışma alanının sınırı vardır. Zaten alan kavramı sınırsız değildir. Milli eğitimin, ki her yerde her düzende mevcuttur, amacı bireyi bir yandan çarkların dönmesine katkıda bulunabilecek hünere ve nadiren de yaratıcılığa kavuştururken, öte yandan sisteme uyum sağlayacak bir yapıyla yoğurmaktır. Onun için üniforma bütün eğitim sistemlerinin ana düşüncesiyle bağdaşır. Kimi zaman ayrılığı, aidiyeti simgeler, kimi zaman birliği, biteviyeliği... Tek tip giysi okullarda her ülkede zaman zaman uygulanmış, yadırganmayıp, savunulmuştur. ??? Okulda tek tip uygulaması, kapitalist ülkelerde tüketim toplumu öncesinde yaygındı. Ne zamanki tüketim toplumu aşamasına geçildi; öğrenci, hatta öğrencilik öncesi dönemin çocuğu tüketim çarkının bir parçası, bir müşteri haline geldi, tek tip uygulamasına da, özgürlük gerekçesi ardına sığınılarak son verildi. Tabii ki, tek tip uygulamasının bir yana bırakılmasının özgürlükle bir ilişkisi yoktu. Çocuklar tek tipin, bizde kara önlük beyaz yakanın cenderesinden kurtuluyor, ama yapay ihtiyaçların, marka esaretinin pençesine atılıyordu. Okullarda kıyafet serbestisinin ardındaki bu “müşteri öğrenci” ilişkisini görmeyenler, olayı tam olarak kavrayamayacaklardır. Eğitimin özelleştiği ve meta haline geldiği, hak olmaktan çıkıp ihtiyaca dönüştüğü bir ortamda, eğitimin müşterisi öğrenci, giyimin de gönüllü tüketicisi olmak konumundaydı. Türkiye bu trene binmiştir. Bugün İslamcı bir tüketim toplumuyuz. Artık bu iki kavram birbirinden ayrılmaz olmuştur. Siyah önlük beyaz yakanın tarihe karışmasının nedeni budur, başka bir şey değil. Bu ortamda, öğrencilerimiz, bir yandan tesettüre sokulurlarken, bir yandan da markalara özendirileceklerdir. Böylece de siyah önlük beyaz yakanın yerini markalı tesettür alacak, lafta kalan sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle, artık sınıfına, imtiyazına uygun markalı, ayrışmış bir topluma dönüşecektir. Dönüşmüştür de... GÜL’E SİVAS MEKTUBU Şimdiye dek neden sessiz kaldınız? MEHMET MENEKŞE İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, İstanbul’un Fethinden Kanuni Süleyman’ın Ölümüne Kadar, II. Cilt, 5. Baskı, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları, XIII. Dizi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988. Necdet Sakaoğlu; Bu Mülkün Sultanları, 36 Osmanlı Padişahı, Oğlak Bilimsel Kitaplar, Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık Ltd. Şti., İstanbul 1999. SİVAS Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Sivas’ta bulunan çeşitli 114 sivil toplum örgütünün talebi doğrultusunda Madımak katliamının Devlet Denetleme Kurulu’nca (DDK) yeniden araştırılmasını istemesinin yankıları sürerken ABF Genel Sekreteri ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kemal Bülbül Cumhurbaşkanı’na hitaben yazdığı mektupta “Şimdiye kadar niçin sessiz kaldınız” diye sordu. Madımak katliamının Cumhurbaşkanı Gül’ün ifade ettiği gibi “hadise” değil “katliam” olduğunun altını çizen Bülbül mektubunda Gül’ün Madımak mağduru ailelerle görüşmeyi reddettiğini, davanın zamanaşımına uğramasında sessiz kaldığını, adaletin yerini bulmasında niçin gereken girişimlerde bulunmadığını sordu. Bülbül katliam hakkında hukuki süreci yürütmesi gereken Devlet Denetleme Kurulu’nun değil, yargı kurumu olması gerektiğini, katliamda bazı devlet yetkililerinin ihmal ve sorumluluğunun olduğunun idari yargı tarafından da ispatlandığını, katliamın bütün dünyanın gözleri önünde yaklaşık on saat süren ve televizyonlardan canlı olarak yayımlandığının altını çizdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle