19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 ARALIK 2011 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Sevgili Dostum Server Tanilli Emek Nöbete ARTIK her şeyin bittiğini söyleyip karamsarlığın en koyu karanlığında kış uykusuna yatmış olan sözde “aydın”lar susunca, meydanların boş kalacağına ve Cumhuriyet koruyuculuğunu kimsenin yüklenmeyeceğine inananlar çoktu. Sanki uyumadıkları dönemlerde Cumhuriyet’e sahip çıkmaktaymışlar gibi... Onların sahipliği, laf üretmekten öteye geçmeyip sözde devrimciliğin kutsal yerlerinde tören düzenlemekle sınırlıydı. Politikaya, yani iktidar kavgasına sırtlarını dönüp daha yüce ve etkili başka işler yaptıklarını sanmaktaydılar. Cumhuriyet kurumlarının canına okunması, kamu varlıklarının talan edilmesi, binbir özveriyle kurulmuş kamu işletmelerinin şuna buna ve yabancıya peşkeş çekilmesi umurlarında değildi. Öte yandan, ayakları yere basan, toplumun en dertli kesimlerinde geçim kavgası veren emek cephesinde Cumhuriyet’in akıbetiyle ilgilenişin yeterince etkili olduğu pek söylenemez. Ana muhalefete gelince, o da örgütlü işçi dünyasını kendi siyasal ağırlığına katmayı becerememiş sayılır. öyle bir hayal kırıklığının ve soldaki ortak beceriksizliğin ardından şimdi sendikalardaki derlenip toparlanmanın ve dirileşmenin ne denli sevindirici ve umut verici olduğunu ayrıca vurgulamaya gerek var mı? Ülkenin ufkunda yeni bir şafak sökecek, durgun toplumun üzerine ferahlatıcı bir rüzgâr esecekmiş gibi iyimseriz. Çünkü, kısırlaşmaya yüz tutan siyasal mücadele arenasına çok önemli bir güç yeniden iniyor: Çoktandır sesi duyulmayan örgütlü işçinin gücü. Elbet bir siyasal parti değil; siyasal mücadelede başa baş güreşmeyecek. Ama arenada var olması bile yeter, görüşleriyle, tepkileriyle, disiplinli oy ağırlığıyla. endikacılığın tekrar nöbete girdiği şu aşamada beklentilerdeki iyimserliğin bozulmaması gerek. Türkiye’nin işçi dünyası, bu yeni çıkışıyla, değişen yönetimleriyle, tazelenmiş kadrolarıyla ve siyasal düşünceye getireceği toplumcu, bağımsızlıkçı, ulusal varlıklara sahip çıkıcı sağlam yaklaşımıyla, işçiye bağlanan umutları boş çıkarmayacağını mutlaka göstermeli, emeğin değerini yeniden saydırmalıdır. Türkiye’nin başına bela olan kimi resmi dayanaklı bazı odaklar, bir zavallı maşa tutarak öldürme amaçlı o menfur suikastı planlamışlardı. Kendilerini o kadar güçlü ve sorumsuz sayıyorlardı ki, bu planlarıyla, adeta, DGM’nin “eksik bıraktığı” işi tamamladıklarını kanıtlıyorlardı. Aydın AYBAY nu böyle anmaya yetkim var; çünkü 60 yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’nde başlayan ve aralıksız yıllarca süren kardeşlik yapısında bir dostluktur bu sözünü ettiğim. 20’li yaşların başlangıcında, aynı heyecan ve çabayla dersleri izleyen, dünyayı tanımaya çalışan, geleceğe ait hayallerini, planlarını birbirine aktaran, düşünceye, düşünce üretmeye meraklı, şiire, edebiyata düşkün, birbirini anlayan, iki “gerçek” dost... Bu “mukaddime”nin amacı, doğal olarak, size bu ikili içinde kendimi anlatmak değil, yıllar yılı tanıdığım aziz dostumla ilgili, onun kimlik ve kişiliğini de yansıtan kimi anıları nakletmeye çalışmaktır. Bunları anlatırken, ciddi bir sıralama ile bağlı kalmak istemiyorum. Biraz dağınık, aklıma geldiği sırayla anlatacağım. Ama ilk olarak, korkularla dolu 1978 yılının ortasında, onun Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yaptığı görkemli savunmanın son cümlesi ile başlamalıyım: “Ben içinde yaşadığım çağa ve topluma karşı bir bilim adamı olarak sorumluluğumu yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizdedir. (1)” Salondaki dinleyicilerin nefeslerini tutarak dinledikleri bu cümleler içinde asker görevli ve kökenlisi de bulunan DGM’nin yargıçlarının, kendilerinden sonra ortaya çıkacak bu türden siyasal ağırlıklı davalara bakacak yargıçlara ders ve örnek olarak bir aklama işlemi ile sonuçlanmıştı. Ama bunun ardından, kısa bir süre sonra, Türkiye’nin başına bela olan kimi resmi dayanaklı ba O B zı odaklar, bir zavallı maşa tutarak öldürme amaçlı o menfur suikastı planlamışlardı. Kendilerini o kadar güçlü ve sorumsuz sayıyorlardı ki, bu planlarıyla, adeta, DGM’nin “eksik bıraktığı” işi tamamladıklarını kanıtlıyorlardı. Ağır yaralı Tanilli, Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatırıldı. Bu aşamada sözü biraz geriye götürüp, Server’in DGM önüne çıkarılması sürecine değinmem gerekiyor. Böyle bir suç ihbarı yapılınca ki bu her dönemde rastlanan ve var olan “muhbir”in işidir Öğretim Üyeleri Derneği İstanbul Şubesi, İstanbul Üniversitesi’nin çok saygın üç profesöründen kurulan bir kurul oluşturuldu. Üniversiteler Kanunu’nda memurlar yasasındakine paralel bir düzenleme vardı; buna göre öğretim üyesi hakkında bir suç işlemiş olduğu ithamı varsa, konu önce idari karara (Üniversite Yönetim Kurulu tarafından “lüzumı muhakeme” kararına) bağlanmalı idi. İşte, yine muhbiri sadıklar harekete geçip, buna karşı çıkarak, basında, işlendiğini söyledikleri suçun, DGM Yasası’nda doğrudan savcılıkla kovuşturularak (yani idari kararı gerektirmeyecek) bir suç olduğunu iddia ettiler. sonra buna göre “Hiç kuşkusuz savcı tarafından idari karar beklenmesi gerekmez” hükmüne varmıştı. Bu sonuç, o zatın Server’in doçentliğe atanmasına ilişkin Kurul işleminde verdiği aleyhte oyun boşa gitmesinin “intikam hükmü” idi. (Bunun üzerine, bizim gibilerin fikir ve davranışlarından uzak duran yaşlı bir hocanın, beni, avluda çevirip, “Gördün mü meslekdaş haini, celladı” dediğini hiç unutmuyorum). Sen Ağlama... Müyesser Yıldız’dan mektup aldım: “Merhaba Bekir Coşkun... Yıllarca çantamda şeker taşıdım, bir gün seninle karşılaşınca vermek için... 9 aydır Silivri’deyim. Burada çantam yok, şekerim de... Ama mektubun var işte... ‘Ergenekon’ çuvalına atılıp, Silivri’ye tıkılan tek kadın gazeteci, tek anne olarak, kadın ruhunu en iyi anlayan insanla dertleşmek istedim... O kadar... Yıllar önce, galiba Duygu Asena’yı kaybedince yazmıştınız ‘Kadın gidince’ diye... Çok şükür Silivri’de henüz ölmedim ama ‘kadın evden gidince’ neler olduğunu diri diri yaşıyorum. Erkek hapse tıkılınca aile zorluk çeker, korkar, üzülür, ağlar... Ama neticede o evin düzeni, çocukların düzeni bozulmaz, baca tüter... Temizlik yapılır, yemek pişer, çocuk okula gider... Ya evin kadını hapse atılırsa ne olur? Yıllarını emniyet teşkilatına vermiş, 1’inci sınıf emniyet müdürü olmuş bir koca, sabahın 6’sında 21 yıllık karısının ‘terörist’ olduğunu öğrenince ne hisseder, ne yapar?.. Annesini en yakın dostu, arkadaşı bellemiş bir çocuk, birden onsuz kalınca ne olur?.. (.......) Burada 7 gün değil, tek bir gün var yaşanan... Çarşamba... 6 gün bekliyorsun, zaman duruyor geçmiyor... Sonra çarşamba oluyor, ailen, sevdiklerin geliyor... 3 hafta, camın arkasında 45 dakika telefonla konuşuyorsun... Ayda bir de açık görüş var... Yani sarılıyorsun... Sonra, zaman yeniden donuyor... İşte bu kadar... Silivri’den kucak dolusu sevgi, saygı ve selamlarla...” ? Öbürleri gibi hakkında mahkumiyet bulunmayan, sadece “tutuklu” olan Müyesser Yıldız’ın mektubu böyle... Ne diyebilirim ki Sevgili Müyesser?.. Artık kimse bu ülkede adalet beklemiyor... Bitti... Bundan sonra da bu yargının kendi hukuksuzluğunu onaylayıp da adalet dağıtacağına inanan yok... Tüm bunlara seyirci kalan insanlığın vicdanı ağlasın... Sen ağlama... Çıkarılan söylenti Server’in hastanedeki durumu pek iyi değildi. Üstelik şöyle bir tehlike belirmişti: “İş”in yine yarım kaldığından memnun olmayan odakların, hastaneyi basıp işi “bitirmek” istedikleri söylentisi yayılmıştı. Bunun üzerinde hocalarına yakın ve becerikli öğrenciler derhal bir örgütleme yaparak, en az iki kişilik gruplar halinde hastanede nöbet düzeni kurdular. (Aralarında kız öğrencilerin bulunduğu öğrencilerin hepsinin adını ve kimliğini anımsamıyorum. Önderleri sanırım Şener Yardım ve Erdoğan Kısacık’tı.) Bu aşamadan sonra, önce Almanya’da ve İngiltere’de, en sonra da Rusya’da tedavi evresi geldi. Her üç ülkede de, felci iyileştirecek bir çare yoktu. Sadece “güçlendirme” eğitimi veriliyordu. Bu arada, yine Öğretim Üyeleri Derneği’nin girişimi ile bir yardım kampanyası açılmıştı: Server’in evi yoktu; kirada oturuyordu. Yurtdışından dönünce bir konuta ihtiyacı olacaktı. Çok üzücü bazı “gözlemlere” karşın bu kampanya sonucunda (inşaatı yapan yapımcının binaya girişi ve katı tekerlekli sandalyeye mahkum kişiye göre inşa etmesi ile) Göztepe’deki daire alındı ve hazırlandı. Öğrencilerinin ve hocanın bakımı ile ilgilenen karıkocanın ihtimamı ile oldukça sakıntısız bir faz’a geçilmişti. Bu ortamda, sıra geniş kapsamlı yayın projelerinin gerçekleşmesi aşamasına da gelmişti. Şimdi biraz geriye gidelim, önce gülünç bir olayı nakledeyim: Üçüncü sınıfta eşya hukuku dersi veriyordum. Ders çıkışı öğrencilerden biri yanıma geldi; özel olarak görüşmek istiyormuş. “Söyle” dedim “Olmaz, odanıza gidelim” dedi. Anladım, aynı zamanda emniyette görevli bir öğrenciydi. Neyse yukarıya çıktık, odaya girince; “Biz seni çok severiz” dedi. Herhalde polisi kastediyordu. Evet, dedim; birdenbire “Sizin askeri kesimle irtibatınızı tespit ettik; telefonda şifreli olarak görüşüyorsunuz” demez mi! Terslendim, hiddetle, “Yok böyle bir şey, yanlışın var” dedim. “Biz yanılmayız hoca” dedi ve çıktı gitti. Kendi kendime günlerce düşündüm. Bu bir “tahrik” miydi? Derken, Bakırköy Askerlik Şubesi’nden gelen bir telefonla mesele çözüldü: Server Tanilli Yedek Subay olarak Bakırköy Askerlik Şubesi’nde Şube mülhakı Teğmen olarak askerlik yapıyordu. Benim kayınbiraderim de Bakırköy nüfusuna kayıtlı idi ve tam bir bedeni kireçlenme rahatsızlığı dolayısıyla askerlikten muafiyet işlemi için Şube’ce Ankara Gülhane Hastanesi’ne sevk edilmişti. İşte askeri kesimle “muhaberat”ım, kayınbiraderin işlemleri hakkında sevgili Server’le yaptığım telefon görüşmeleri idi! Bu olaya sonradan epeyce gülmüştük. Sözümü bağlamak için şunu ekleyeyim: Server’in, hukukçuluğunun ağır bastığı dönemde, yeni yürürlüğe girmiş olan 1961 Anayasası’nın sosyalizme açık olup olmadığı tartışılıyordu. Muhataplarının bu konudaki uzun tahlillerinden sıkılıp, biraz da hiddetle, “Arkadaşlar bir memlekette şartlar oluşmuşsa, sosyalizm oranın anayasası acaba bana açık mı kapalı mı diye bakmaz, geliverir!” demişti. Tartışma, bu vecize gibi sözle kapanmıştı! (1) Savunmanın tam metni için, Cumhuriyet 4 Aralık sayısında, Ali Selim Kuşcu’nun makalesine bkz. Bir cezacı bilirkişi Halbuki 3 saygın profesörün raporunda, soruşturma konusu yazı ve yapıtlarda böyle bir suç olmadığı sonucu saptanmıştı. Buna karşılık savcılık, üzerindeki baskıyı bertaraf etmek için, bir cezacı bilirkişiye başvurdu. Bilirkişi on sayfa boyunca, Server’in nasıl “ağır suçlar” işlemiş olduğunu şehvetle ve köpürterek anlattıktan S C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle