18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 19 ŞUBAT 2010 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Virüsün Numarası KAMU hizmetlerinin ticaret konusu yapılmadan kamu kuruluşlarınca yerine getirildiği eski günlerde, bir kişinin veya kurumun telefon numarasını öğrenmek istiyorsanız, fazla bayatlamamış bir rehbere bakar ya da bilinmeyen numaraların numarası olan 118’i arayıp sorardınız. Aslında hep kamu işletmesi olarak kalması gereken PTT’nin T’si çeşitli aşamalardan geçirilerek sermaye çoğunluğu yabancı elinde bir şirkete devredileli bu hizmet de acayipleşmiştir. Numarayı öğrenmenizden önce, zaten hayli yüksek olan ücreti daha da yükseltmek için kurnazca bulunmuş yöntemlere şimdi bir yenisi eklendi. Önce 118’e 11 eklenerek uzunlaştırılmış, sonra başka rakamlarla çeşitlendirilerek taşeronlaştırılmış, “yardımcı” başka şirketlerin nemalandırılması sağlanmıştır. Ekonomik sisteme bulaştırılan “özelleştirme” virüsünün daha nerelere varacağı ve Türk halkının daha nasıl soyulacağı henüz belli değil. Siyasal sisteme bulaştırılan yeni virüs daha da tehlikeli. Onun etkisini her gün gözle görülürcesine somut olarak yaşamaktayız: Türkiye Cumhuriyeti, her organizmada bulunması istenen bütünlüğünü yitiriyor, organların uyumu bozuluyor, organ içlerine kadar giden bölünme bünyenin her yanını zayıflatıyor. Etkisini ve sonuçlarını gözlemlediğimiz, ama adını ve kaynağını tam kestiremediğimiz bir virüs bu. Numarasını öğrenmek istesek, o virüsü üretenler, müttefik de olsalar, sır vermezler. Ama tahmin etmek kolaydır. Sonuç, Türkiye’nin zayıflatılması ise, bunu isteyebilecek olanlar bellidir: Dünyanın en kritik coğrafyasındaki bir devleti zayıflatmayı düşünenler, kendi çıkarlarına ya da bölgede oynamak istedikleri role karşı çıkanları zayıflatmak isterken bütün bünyeyi zayıflatıcı bir virüs kullanmış olabilirler; ya da bu zayıflatma cumhuriyetçi ilkelerden memnun olmayanlarca başlatılmıştır. Belki de, ikisi birden. Ellerindeki olanakları bir araya getirerek. Bunları düşününce, Atlantik ötesinde bir büyük devleti ve onun koruması altında bir tarikat merkezini akla getirmeden edemiyor insan. Böyle olunca, virüsün başarısını sağlayan adımların ihbar şebekeleri, belge imalathaneleri, haberalma mekanizmaları ve Türk asıllı sosyal psikoloji uzmanlarıyla, bilimsel ve teknik açıdan bu ölçüde donanımlı olması hiç şaşırtıcı sayılmaz. Konu bu kadar kritik ve derin olduğu halde, sistemi derleyip toparlayarak devlet-içi uyumu yeniden sağlaması ve dış oyunları boşa çıkarması gereken bir devlet başkanının, sanki başka çare yokmuş gibi, son tartışmadan kalkarak yine iktidarca özlenen “yargı reformu” düşüncesini gündeme getirmesi çok ilginçtir. Şu iktidar döneminde anayasa değişikliğiyle gerçekleştirilecek bir yargı reformunun, Cumhuriyeti zayıflatma girişimleriyle başlatılan yangına körükle gitmekten başka bir sonuç vermesi düşünülebilir mi? [email protected] PENCERE Paylaşım Çoğu Vakit Savaşla Gerçekleşir... Birinci Dünya Savaşı’nda 10 milyon kişi öldü, İkinci Dünya Savaşı’nda 50 milyon... Savaşları ‘Avrupalı’ çıkardı... Sözüm ona uygar dünyanın 20’nci yüzyıldaki ayıbının gerçek adı ‘vahşet’tir. Bugün Amerika düpedüz bir cinayetin başını çekmeye çalışıyor: Irak savaşı!.. Neden savaş?.. Dünyayı saran barış yürüyüşlerinde taşınan pankartlarda bu sorunun yanıtı veriliyor: “Petrol için savaşa hayır!..’‘ Savaş kaçınılmaz sayılıyor.. Niçin?.. Buş yüzünden mi?.. Zavallı Buş!.. Deli mi, kaçık mı, kafadan sakat mı, tımarhanelik mi bu Başkan Buş?.. Ya da savaşa mecbur mu?.. ABD’nin sistemini ayakta tutabilmek için savaşa ‘ihtiyaç’ mı var?.. Kim bilir belki de Buş bir oyuncak, bir kukla, bir zavallı; ancak ‘Suudi Arabistan-Kuveyt-Irak üçlemesi’ni tam anlamında ele geçirip kafasındaki tasarımı uygulamaya koyduktan sonra kapitalizm canavarının Amerika’da yuvalanmış tekelci ejderhasını doyurabilecek... Yoksa, bu kadar zorlanmasa, Başkan Buş ‘savaş, savaş, savaş’ diye ter ter tepinir mi?.. Son iki yüzyılda insanlara bir şeyler oldu; dinci düzenlerin körlüğünden sıyrılan Batı toplumları, 18’inci yüzyıldan bu yana ‘insan hakları’ diyorlar... İnsan haklarının özgürlük çerçevesine 20’nci yüzyılda bir kavram daha eklendi: Sosyal adalet!.. Nedir bu sosyal adalet?.. Komünizm midir, sosyalizm midir, yoksa demokrasiye anlamını veren toplumsal dengede bireylerin eşitliğini sağlayan ‘elle tutulur, gözle görülür’ bir yaşama biçimi midir?.. İnsanlıkta akıl devreye girince, Batı coğrafyasında özeleştiri başladı... Kapitalizmin ıcığı cıcığı ortaya döküldü... 20’nci yüzyılda sosyalist devletler kuruldu. Kapitalizmin patronu Amerika, bu sosyalizm dalgasına karşı özellikle Asya’da Müslümanları yanına almak için ‘Soğuk Savaş’ı alabildiğine körükledi. “Komünizmin panzehiri” neydi?.. Dincilik.. Şeriatçılık.. Gericilik.. Müslümanın gözü “komünizm tehlikesi”nden başka bir şey görmez olmuştu... Ama 1991’de Sovyetler yıkılınca, Müslüman bu kez Amerika’yı gördü... Gördü mü?.. Yeryüzünde “sosyalizm tehlikesi”ni şimdilik devreden çıkarmış görünen ABD’nin işi kolay değil; ‘Patron’un Müslüman ile başı dertte... Üstelik kapitalizm öyle bir sistem ki ‘paylaşım’ kolay olmuyor... Kimi zaman savaşla çözülüyor... 20’nci yüzyılın ilk yarısında iki paylaşım savaşıyla 50 milyon insanı yok eden Batı, yüzyılın ikinci yarısında sosyalizm korkusuyla birleşmişti... Şimdi çözülme vakti mi geldi?.. (18 Şubat 2003 tarihli yazısı) D emokrasi, borsada, döviz ve fa- iz piyasasõnda değil, Aydõn- lanmayõ ve Sanayi Devrimi’ni yaşamõş Batõ’da ortaya çõk- mõştõr. Aydõnlanma, kilise öğ- retisi karşõsõnda aklõn, Sanayi Devrimi, ser- maye karşõsõnda emeğin özgürleşme eyle- midir. 1789’un siyasal demokrasisi, Sanayi Devrimi ile “sosyal” ve “ekonomik” bir içe- rik kazanmõş, çalõşanlarõn, emekçilerin, sos- yal açõdan hep “risk” altõnda olanlarõn ça- lõşma ve işgücünün korunmasõ, ilk kez bir anayasal güvenceye bağlanmõştõr. Ancak bu sonuca, “iş istiyoruz”, “ekmek istiyoruz” diyerek Paris sokaklarõnda barikatlar kuran işçilerle ordu arasõndaki binlerce kişinin öl- düğü kanlõ çarpõşmalar sonucu ulaşõlabil- miştir. Çünkü, haklarõn ilki, “aç kalma- mak”tõr. Bu hakkõn bilinci ise “aydınlan- ma”dõr. Bu tarihsel iklimi yaşamamõş hiç- bir toplum, demokrasiye geçememiş, geçse bile onu içselleştirememiştir. Ülkemiz açõsõndan da durum budur. Bu yüzden Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki engel “ordu” ve “darbe”ler de- ğil, demokrasinin varlõk şartõ olan “aydın- lanma”yõ ve “burjuvazi”yi oluşturma ey- lemi olan “laik Cumhuriyet”e daha kuru- luşunda gösterilen ve bugün de alttan alta sür- dürülen direnmelerdir. Aydõnlanmayõ ve Sanayi Devrimi’ni yaşamamõş 1923’lerin Türkiyesi’nde laik Cumhuriyetin itici ve ta- şõyõcõ gücü, ordu olmuştur. Bu ordunun de- mokrasi ile bir sorunu olamaz. Ancak Türkiye’de “bilinen” bir çevrenin laik Cumhuriyetle sorunu olduğu, tartõşma- sõzdõr. Bu yüzden demokratikleşme açõsõn- dan ülkemizin önündeki engel, kendisini “saptırılmış çoğunluk tercihi” olarak gös- teren aydõnlanma eksikliği ve sõnõfsal taba- nõ olmayan demokrasidir. Dün, “Siz isterseniz hilafeti bile geri ge- tirebilirsiniz” diyen bir “milli irade sof- talığı”na indirgenen demokrasi, bugün de fabrikada, üretim araçlarõnda, üretim ilişki- lerinde, işgücü ve emek bazõnda değil, bor- sa-döviz-faiz piyasasõnda, bu piyasadaki spekülasyonlardan beslenen, özellikle “fa- iz haramdır” propagandasõ ile yurtdõşõndaki vatandaşlardan “kâr payı ortaklığı” kan- dõrmacasõ ile toplanan paralardan palazlanan dinci bir sermayenin elinde şekillenmekte, iktidarõnõ bu sõnõfa borçlu olan siyasal kad- rolar da siyasal hayatõ bu sõnõfõn istek ve bek- lentilerine göre yeniden şekillendirmektedir. Bu yüzden ülkemizde demokrasi, aydõn- lanmõş akõl ve burjuvazinin itici gücü üze- rine değil, dinci vakõf, tarikat ve cemaat ya- põlanmasõ üzerine monte edilmiş, bu yüzden özürlü doğmuştur. Nasıl gelindi? Demokrasiyi gerçek içeriğine yabancõ- laştõran bu sürece, daha işin başõnda laik Cumhuriyete direnmekle girilmiştir. Laik Cumhuriyet, demokratik Türkiye’ye giden yolun ilk adõmõdõr. Aydõnlanmayõ ve Sana- yi Devrimi’ni yaşamamõş, halkoylamasõna gidilseydi sandõktan “hilafet”in çõkacağõ bir Türkiye’de asker ve bir avuç sivil aydõnõn dõ- şõnda kendisini sõrtlayõp götürecek başka bir sõnõfsal tabanõ olmadan kurulan Cumhuriyet, demokrasinin itici gücü olacak aydõnlanma ve burjuvazi yaratma yolunda çok önemli adõmlar atmõştõr. Öğretim Birliği, Köy Ens- titüleri, insanlõğõn ve uygarlõğõn ortak değeri olan klasiklerin Türkçeye kazandõrõlmasõ, bu adõmlarõn en önemli olanlarõdõr. Ancak siyasette dinsel inanç ve değerle- re dayanmayõ “güvenli bölge” sayan ve ge- lecekteki iktidarlarõnõ bu “güvenli bölge” üzerine kurmayõ hedefleyen çevreler, ay- dõnlanma eylemini derhal durdurmuş, Ata- türk dönemini sinerek geçirmiş ne kadar ta- rikat ve cemaat varsa kamuoyunda onlara meşruiyet ve popülarite kazandõrõlarak, te- okrasiye aşõlanmõş bir demokrasi, demokrasi diye yutturulmaya çalõşõlmõştõr. Süreç o gün bugündür bu doğrultuda işlemekte, Türkiye’de demokrasi, bir dõş müdahaleye gerek kalmaksõzõn, üzerine oturtulduğu bu iç dinamiklerle, zaten sürekli sabote edil- mektedir. Şimdi, “ne şeriat, ne darbe” sloganlarõ ile meydanlarõ dolduran halkõmõz, “ya darbe, ya demokrasi” ikilemi ile kapana kõstõrõla- rak, demokrasiyi kalkan yapõp Cumhuriye- te, laikliğe, şimdilik doğrudan göze alõna- madõğõ için İnönü üzerinden Atatürk’e sal- dõran bir vakõf, tarikat ve cemaat demokra- sisine razõ edilmeye çalõşõlmaktadõr. Yağcõlõkta krallarõn soytarõlarõnõ bile ya- ya bõrakan bir medya gücünün desteğini de arkasõna alan bu demokrasi anlayõşõ, Hob- bes’u utandõrmayacak boyutlara ulaşmõş görünmektedir. Demokrasiyi eleştirirken, “Kralların soytarıları vardır” der, ünlü dü- şünür Thomas Hobbes, “fakat demokrasi- lerde bunlar daha çoktur ve bu yüzden da- ha masraflıdır.” Türkiye’de demokratik si- yasi hayatõn “Arşimet noktası” da budur: Evet, demokrasi, ama nasõl bir demokrasi? Elbette demokrasi, ama asla idolatry değil! Unutulmamalõdõr ki, “En kötü demokrasi, darbeden iyidir” gibi asõl niyetin ürkek ifa- desi olan bir söylem, içi boş, karşõmõzdaki insanlarda işimize gelen duygu, düşünce ve davranõşlarõn doğmasõnõ sağlamaya yönelik retorik amaçlõ bir söylem olup, demokrasi- yi işine geldiği gibi anlayanlarõn kurduğu sin- si bir tuzaktõr. Demokrasiye gerçek içeriği- ni kaybettirip, onu idolatriye çeviren (içeri- ği ne olursa olsun ilahlaştõran) bir demokrasi anlayõşõ da en az darbeler kadar yanlõş bir “eylemek”tir. Bugün ülkemizde, demokrasiden yana imiş gibi görünüp, demokrasiyi laik okullara rakip imam okullarõnda ya da Cumhuriyeti yõkma yeminlerinin edildiği kuran kursla- rõnda kazandõklarõ kavram çerçevesine sõ- kõştõrmaya çalõşan, devleti kafalarõndaki bu kavramlara göre yeniden düzenlemek iste- yen bir anlayõş, demokrasi mücahitliğine so- yunmuş görünmektedir. Tam da bu nokta- da ulusça sormamõz gereken şudur: Eylen- mek istenen bu demokrasinin darbeden far- kõ nedir? Unutulmaması gereken Aydõnlanmayõ ve Sanayi Devrimi’ni ya- şamamõş 1923’lerin Türkiye’sinde asker ve bir avuç sivil aydõnõn omuzlarõnda taşõ- dõğõ laik Cumhuriyet, demokrasinin itici gü- cü olacak aydõnlanmayõ sağlamak ve bur- juvaziyi oluşturmak için büyük çabalar har- camõş, ancak değişime direnen ağa, eşraf nü- fuzu ve siyaset erbabõnõn çõkarlarõ yüzünden sürekli engellenmiştir. Bugün de demokrasinin önündeki en bü- yük engel asker değil, dünkü “nüfuz”u “imtiyaz”a çevirmiş görünen dinci serma- ye ile ondan beslenen siyaset kadrolarõdõr. Bu yüzden, tek parti dönemi cumhuriyetini diktatörlükle suçlayanlar, ya tarihe ve top- luma bin yõllõk şeriat geleneği içinde oluş- muş bir mercek ardõndan bakõlan toplumda cumhuriyetin halkoylamasõ ile kurulama- yacağõnõ, halkoylamasõna gidilseydi san- dõktan hilafetin çõkacağõnõ bilmeyecek kadar bilisiz ya da sandõktan çõkacak hilafeti “mil- li irade” sayacak kadar hilafete tarihen bağlõ bilinçsiz çevrelerdir. Faiz, Döviz, Borsa Demokrasisi! İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci Bugün de demokrasinin önündeki en büyük engel asker değil, dünkü “nüfuz”u “imtiyaz”a çevirmiş görünen dinci sermaye ile ondan beslenen siyaset kadrolarõdõr. Bu yüzden, tek parti dönemi cumhuriyeti diktatörlükle suçlayanlar, ya tarihe ve topluma bin yõllõk şeriat geleneği içinde oluşmuş bir mercek ardõndan bakõlan toplumda cumhuriyetin halkoylamasõ ile kurulamayacağõnõ, halkoylamasõna gidilseydi sandõktan hilafetin çõkacağõnõ bilmeyecek kadar bilisiz ya da sandõktan çõkacak hilafeti “milli irade” sayacak kadar hilafete tarihen bağlõ bilinçsiz çevrelerdir. TV’deki Çocuk Yarõşmalarõ Ç ocuk Haklarõ Sözleşmesi ülkemizin de imzaladõğõ uluslararasõ bir sözleşme. Bu imza, bir anlamda çocuğun gelişimi, bakõmõ, eğitimi, sağlõğõ gibi haklarõnõn, çocuğun yüksek yararõnõn göz önüne alõnarak sağlanacağõna dair devletçe verilen sözü ifade ediyor. İlgili sivil toplum kurumlarõnõn bu sözün gereğince yerine getirilip getirilmediğini gösteren alternatif raporlar hazõrlamalarõ işin denetimi açõsõndan önemli bir işleve sahip. Medyada “çocuk” konulu haberler veya medyada “çocuk kullanımı” ise: ülkemizdeki “çocuk gerçeği”ne ortalama yaklaşõmõ gözler önüne sererek, bu alanõn kendisinin de ne kadar denetsiz olduğunu ortaya koyuyor. Son zamanlarda TV’lerde boy gösteren çocuk kullanõmlõ yarõşma programlarõ, “çocuğun yüksek yararı” açõsõndan denetlenmesi gereken bir hal almõş durumda. Oysa tam tersine yetişkinlerin yararõna formatlanmõş sunumlarla karşõlaşõyoruz. ‘Bir Şarkısın Sen’ yarõşmasõnõ “çocuklar şarkı söylüyor” ne var bunda diye neredeyse kutsayarak değerlendirenler maalesef çoğunlukta. Çoktan yatakta olmalarõ gereken bir saatte küçücük çocuklarõn marifet diye sunulan gösterileri, özünde büyükleri eğlendiren görüntüler sunuyor. Bununla kalmayõp o saatte bunlarõ izlemesi denetlenemeyen diğer küçükler için de, etkin bir rol modeli oluşturuyor. Burada önemli olanõn, çocuklarõn etkilenmesi kadar izlenilme talebinin sağladõğõ parasal yararõ göz önüne alan büyüklerin bu durumlarõ görmezden gelerek bu programlarõ tekrarlamalarõ. Özünde büyük taklidi ve büyük zevklerine yönelik küçük performanslardan, sanatsal medet umup yõldõz yaratmayõ hedefleyen büyükler, sessiz bir çoğunluğun arada bir ses veren eleştirilerini de görmezlikten gelebiliyorlar. Bu arada izlenme rekorlarõ kõran ve her yaşõn izleme ve etkileşimine açõk diğer yarõşma programlarõ için reyting arttõrõcõ ünlüler olarak katillerin akla gelmesi ve bunun kimilerince doğal gibi karşõlanmasõ düşündürücü bir tablo. Televizyonlarõn eğlence programlarõnõn iddialõ yönetmeni Fatih Aksoy’un ülkemizin değerli gazetecesi Abdi İpekçi’yi öldürerek ün yapmõş ve daha sonra Papa’yõ yaralayarak dünya çapõnda kara şöhrete sahip Mehmet Ali Ağca’yõ bir programõnda yarõştõrmayõ düşünmesi gelinen yeri gözler önüne seriyor. Son yõllarda suçlu veya katillerin kahraman gibi sunulmalarõ ile kamu vicdanõyla oynayan eğilimlerin artmasõ özellikle çocuklar üzerindeki etkisi düşündürücü. Sevgi ÖZKAN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle