19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 16 PAZAR KONUĞU CUMHURİYET 5 ARALIK 2010 PAZAR [email protected] İstanbul Barosu’nun yeni başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal’dan hukuksuzluğa ilişkin kaygı dolu mesajlar: Türkiye sivil diktaya teslim SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU İstanbul Barosu Başkanlığı’na seçilen Doç. Dr. Ümit Kocasakal çok kaygılı. Sivil dikta kurulduğunu ve Türkiye’nin parti devleti haline geldiğini söylüyor. Sizin yönetiminizle birlikte İstanbul Barosu’nda ne gibi değişiklikler olacak? Ne gibi çalışmalar yapacaksınız? Ü.K. Seçime giderken sloganımız şuydu: İlkemize, ülkemize ve cüppemize sahip çıkacağız. Bizim ilkeye sahip çıkmaktan kastımız Cumhuriyet’e, onun temel niteliklerine, laik, demokratik, sosyal hukuk devletine, gerçek içeriğiyle insan haklarına sahip çıkmak. İkincisi, ülkemize sahip çıkmak derken üniter devlete, renklilikleri göz ardı etmeksizin sahip çıkmak. Yani biz Türkiye’nin bir Yugoslavya haline getirilmesine kesinlikle karşı çıkacağız ve bununla mücadele edeceğiz. Üçüncü olarak da cüppemize, yani meslek sorunlarına, meslektaşımıza sahip çıkacağız. Bugüne kadarki insanlarda bulunan farklı bakış açısını yıkmaya çalışacağız. Bir baro üç ilkeden birine öncelik tanımaksızın üçüyle de uğraşmalıdır. Burada bir eleştiri devreye giriyor. Barolar birer meslek kuruluşudur, o nedenle de siyasetle uğraşmazlar, siyaset yapmazlar, deniyor. Burada açık ve net konuşuyorum. Evet, barolar siyaset yapmaz, yapmamalıdır. Bizim dönemimizde de baro siyaset yapmayacaktır. Ama bunu nasıl anladığınıza bağlı. Benim baroların siyaset yapıp yapmamasından anladığım şu: Baro bir siyasi parti karşıtlığı ya da yandaşlığı üzerinden hareket etmez. Ancak bir baronun Cumhuriyet’e, onun temel niteliklerine, kazanımlarına ve ülke bütünlüğüne, üniter devlete sahip çıkması da siyaset yapmak değildir. Baro alelade bir meslek örgütü değil. Size örnek vereyim. Otomobilciler Federasyonu tabii ki mesleğin sorunlarıyla uğraşacaktır. Ama baro bir hukuk kurumudur. Hukukla ilgili ihbar kabul edilip soruşturma açılmalıdır. Ama bugün bunu yapacak cumhuriyet savcıları var mı? Türkiye’de yargı bağımsızlığı artık yoktur. O iş bitmiştir. gelişmelere duyarsız kalması mümkün müdür? Zaten kanunlar barolara hukukun üstünlüğünü koruma görevi vermiyor mu? Bakın, Avukatlık Kanunu’nun 76 ve 95 . maddeleri barolara hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını koruma görevi veriyor. Yani baro, kimden ve nerden gelirse gelsin, hukuk devletine, yargı bağımsızlığına ve insan haklarına saldırılara karşı çıkmak durumundadır. Bu zaten kanuni görevidir. Buna ek olarak da ülkesine ve yurttaşına karşı olan borcudur. Cumhuriyet’in temel niteliklerine, üniter devlete sahip çıkmak siyaset yapmak değildir. Çünkü bunlar anayasamızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri arasındadır. O nedenle hukukun üstünlüğüne sahip çıkacaksak anayasayla belirlenmiş bu anayasal ilkelere de sahip çıkacağız demektir. Bugüne kadar meslek sorunlarının çözümünde sürekli olarak yazışmalar, talepler yapılır. Ama yerine getirilmez. Ben de önce diyalogla çözmeye çalışalım, diyorum. Ama diyalogla çözemiyorsanız o zaman sesinizi yükseltmeniz, hakların verilmediği, alındığı ilkesini, onlar adına 26 bin avukatın gücünü devreye sokmanız lazım. O yüzden bu dönemde önce diyalog, ancak bundan sonuç alınamazsa, deyim olarak söylüyorum, gerektiğinde yumruğunu masaya vuracak, demokratik direnme ve mücadele hakkını kararlılıkla sonuna kadar kullanacak bir baro düşünüyorum. İyi de acaba böyle bir baro hükümetle nasıl geçinir, hükümetin hukuk anlayışıyla nasıl uzlaşır? WikiLeaks belgelerindeki iddialar Artık hiçbirimizin hukuki güvenliği kalmadı. Hukuk güvenliğinin olmadığı bir ülke bitmiştir. Bugün yasama ve yürütme denetim dışı kaldığına göre bu rejime ne ad verirsiniz? demokrasi, barış, kardeşlik, hoşgörü, uzlaşma, empati kavramları Truva atı görevi yapıyor. Bazı konularda uzlaşmam. Böyle bir yapım var. Cumhuriyet’in temel nitelikleri konusunda hiç kimseyle uzlaşmam. Buna karşı olan durumlara da ne sempati ne de empati gösteririm. Yine hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıyla ilgili olarak hiç kimseyle uzlaşmam mümkün değildir. İnsan haklarına verdiğim önem, duyduğum saygı olması, gereken insan hakları açısındandır. Yoksa benim saygı duyduğum insan hakları bugün nereden, kimler tarafından yönlendirildikleri çok şükür herkes tarafından bilinen bazı çevrelerin, “sivil toplum örgütlerinin” bunu bir maske olarak kullanması şeklindeki içi boşaltılmış, soyut ve farklı amaçlara hizmet eden insan hakları değildir. Bir hukuk kurumunun gerçek insan haklarını, kirletilmemiş demokrasiyi savunmaması mümkün müdür? Size bir ödül verildiğinde bu ödülü almak zorunda değilsiniz. İçinize sindirebiliyorsanız alırsınız. Sayın Başbakan bu ödülü gerçek insan hakları bağlamında içine sindirebiliyorsa, ki sindirmiş ki ödülü almış, diyecek bir şey yok. Ama bu ödülü verenin insan haklarıyla ne kadar ilgisi olduğu da toplum tarafından biliniyor. Bu bir testtir. Meydanlarda, kürsülerde insan hakları, demokrasi diye nutuk atabilirsiniz. Ama o testlerden geçemediğiniz zaman o kavramların ne kadar havada kaldıkları görülür. Dolayısıyla bu da bir test oldu. Bunun sonucunu toplum herhalde değerlendirecektir. Kimi davalarda inanılmaz uzunlukta Baro bir hukuk kurumu. Bence baroların hiçbir zaman hükümetlerle, siyasi iktidarlarla iyi geçinme diye bir sorunu olmamalıdır. Sizin baro olarak hukuk anlayışınız, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığına bakış açınız siyasi iktidarda da varsa zaten sorun çıkmayacaktır. Zaten bu anlayışla meslek sorunları da, hukukun sorunları da, yargının sorunları da çözülür. Biz de baro olarak yardımcı ya da önayak oluruz. Ama bu anlayış sizinle uyuşmuyorsa burada bir çatışma kaçınılmaz olur. Sonuçta baronun da bundan kaçınması söz konusu olamaz. Bakın, biz kavga filan istemiyoruz. Ama biz baro olarak toplum adına hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, hukuk devletini, insan haklarını korumak zorundayız. Bunu korumak için gerekiyorsa siyasi iktidarla ters de düşeriz, demokratik mücadelemizi de kararlılıkla yaparız. Kaddafi insan hakları ödülü garabeti İnsan haklarına çok önem verdiğinizi söylediniz. Erdoğan’ın, Libya gezisinde Muammer Kaddafi’nin elinden Kaddafi İnsan Hakları Ödülü’nü almasını nasıl karşıladınız? Kaddafi ve insan hakları çelişkili kavramlar değil mi? Günümüzün savaşları, silahla, tankla, topla olmuyor. Günümüzde ülkeler şöyle işgal ediliyor: Önce toplumun değer yargılarıyla oynanıyor, genetiği değiştiriliyor ve zihinler işgal ediliyor. Bu sinsi işgalde maalesef bazı kavramlar olması gereken içeriğinden çıkarılıp bir Truva atı olarak kullanılıyor. Örneğin WikiLeaks iddialarıyla ilgili soruşturma açılsın Diyelim ki bu yedi yıl yatan kişi sonuçta beraat etti. Hangi tazminat onun yedi yıllık tutukluluk süresini karşılayabilir? Bunu karşılayabilecek bir paranın olduğunu düşünmüyorum. Bir günlük özgürlüğü bile satın alacak para yoktur. O yüzden bir kere daha hâkimlerimize çağrıda bulunuyorum. Tutukluluk müessesesini çok özel, gerekli durumlarda, çok somut gerekçelerle uygulasınlar. Hâkim dediğiniz kişi insanların özgürlüklerini korumakla yükümlüdür. Elbette suçun karşılığında yargılama yapılacak, hüküm verilecek. Ama kesin hükümle kesin infaz yapılır. Ona hiç kimsenin diyeceği bir şey de olamaz. Ama tutukluluk ceza haline dönüşmüşse bu çok vahim bir durumdur. Baro olarak bununla da sonuna kadar mücadele edeceğiz. WikiLeaks belgeleri de daha önceki Ergenekon, Balyoz Darbe Planı belgeleri gibi servis ediliyor. Acaba bunların hepsi tek merkezden mi ortalığa saçılıyor? Bakın, bu belgelerin yayımlanması bana hali hazırdaki davalarda gizli tanıkların ifadelerine dayanan tutuklulukları çağrıştırıyor. Gizli tanıklık bir ülkede hukuk güvenliğini tehdit eden en büyük vahamettir. Bir kere o gizli tanığın kim olduğunu bilmiyorsunuz. Belki onunla sanık arasında bir husumet var. Bu gizli tanıkların önemli bölümü itirafçı. Yani kendi davasına, örgütüne ihanet etmiş kişi suçlama yapıyor. Üstelik kanuna göre gizli tanığın ifadesi tek başına delil olmuyor. WikiLeaks belgelerinde siyasiler, bakanlar, başbakanla ilgili yolsuzluk, rüşvet, eroin kaçakçılığı gibi önemli, vahim iddialar var. Öte yandan Ergenekon, Balyoz davaları sadece birtakım iddialar üzerine açıldı ve Türkiye hallaç pamuğu gibi atıldı. O zaman soruyorum. WikiLeaks belgelerindekiler de iddia. O zaman benzer bir süreç yaşanır mı bu ülkede? Demek ki masumiyet karinesi ne kadar önemliymiş ve iddia tek başına gerçeklik anlamına gelmeyebiliyormuş. Ancak rüşvet, eroin kaçakçılığı gibi iddialar resen soruşturulan ve kovuşturulan suçlardandır. Normal şartlarda cumhuriyet savcılarının bu iddiaları ihbar olarak kabul edip soruşturma açması gerekir. tutukluluk süreleri var. Siz bunun hukukla ve insan hakları ilkesiyle ne kadar bağdaştığını düşünürsünüz? Derler ya, bir dokun, bin ah işit. Öyle bir konuya temas ettiniz ki... Türkiye’nin genleriyle ne kadar oynandığını burada görüyorsunuz. Kendilerine “demokrat”, “solcu”, “insan haklarına saygılı” diyen kişilerin insanların özgürlüğünü ortadan kaldıran tutuklamaları alkışlayıp tahliyeleri eleştirmelerini anlamakta güçlük çekiyorum. Aynı kişilere, “Sizler değil miydiniz zamanında bu DGM’leri eleştiren” diye sormak lazım. Şimdiki Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri DGM’lerden bin beterdir. Üstelik bunlar neredeyse ayrı bir hukuk düzeni oluşturmuştur. Bir ülke içinde hukuk birliği vardır. Ama bu mahkemelerle bu ortadan kalktı. Bu alanda hukuk yoktur, savunma hakkınız kısıtlanır, avukat bir fazlalık olarak görülür. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri ayıbından bu ülkenin kurtulması lazımdır. Biz baro olarak buna çok önem veriyoruz ve demokratik mücadele yöntemleri içinde her türlü yolu deneyeceğiz. Bu mahkemelerle ayrı bir Silivri hukuku, ayrı bir Beşiktaş hukuku oluşmuş durumda. Tutuklama bir ceza yargılamasının olmazsa olmaz bir parçası değildir. Ceza yargılamasında aslolan tutuksuz yargılanmadır. Tutuklama istisnadır. Neden? Çünkü anayasal suçsuzluk karinesi karşısında bir insanı kesin bir hüküm olmadan özgürlüğünden mahrum etmek çok ağır bir durumdur ve ileride de telafisi mümkün değildir. Yeni kanun bu ağır önleme olabildiğince az başvurulması için ona alternatif adli kontrol diye bir müessese getirmiştir. Tutuklama yerine yurtdışı çıkış yasağı, belli zamanlarda gidip imza atma, kefalet gibi alternatifler oluşturmuştur. Ne yazık ki bugünkü ortamda tutukluluk asıl, tutuksuz yargılanma istisna haline dönüşmüştür. Ne var bunda? Hâkim kararı var, diyorlar. Bugün Türkiye’de en büyük tehlike birtakım hukuksuzlukların yargı ve hukuk eliyle meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. Ben bir hukukçu ve baro başkanı olarak söylüyorum: Bir kararı hâkimin vermesi ya da bir karara bir savcının imza atmış olması, o karar ve işlemleri doğrudan ve otomatik olarak hukuka uygun kılmaz. Tutukluluk ön ceza oldu P Doç. Dr. ÜMİT KOCASAKAL O Babası Almanya’ya R grubundan olduğu içingiden ilk göçmen Türk Dört Köln, 1966 doğumlu. yaşında Türkiye’ye döndü. Ortaöğrenimini T Galatasaray Lisesi’nde, yükseköğrenimini İ.Ü. Hukuk avukat olarak R Fakültesi’nde bitirdi. Bir süre serbestyöresinde askeri çalıştı. 1993’te Elazığ, Muş, Tunceli E savcılık yaptı. 1995’te aynı fakültede ceza hukuku asistanı olarak göreve başladı. Daha sonra Galatasaray Üniversitesi’ne geçti. 2000’de kara para aklama konulu teziyle İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nden doktorasını aldı. AB Ceza Hukukunun Esasları konulu çalışmasıyla doçent, altı ay önce de Galatasaray Üniversitesi Ceza Hukuku Anabilim Dalı Başkanı oldu. Son İstanbul Barosu seçimlerinde baro başkanlığına seçildi. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Hukuk Kurulu üyesi. Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu üyeliği yaptı. Hukuka uygun olabilmesi için ne gerekir? Kanundaki şartlara, kanunun sevk amacına, ruhuna uygun olması gerekiyor. Bugün tutuklu sayısı hükümlü sayısından fazladır. Bunu hiçbir medeni ülkeye ya da kişiye izah edemezsiniz. Kimse kendini, toplumu da kandırmasın. Bugün Türkiye’de tutukluluk bir başka ceza infaz yolu haline gelmiştir. Daha tehlikelisi, siyasi iktidarların muhalif düşüncede olan kişileri geçici de olsa tasfiye etmesi, susturması aracı haline gelmiştir. Kanunda tutuklamaya gidebilmeniz için belli suçların olmasının yanı sıra somut gerekçe göstermek zorundasınız. Bu da yetmez. Bu genel tutuklama şartıdır. Bir de özel şartların olması lazımdır. Nedir bu özel şartlar? Kaçma, delilleri karartma, tanıkları ya da bilirkişileri baskı altına alma ihtimali olacak. Ben hepsine baktım. Hiçbir somut gerekçe yok. Tamamıyla kanundaki ifadelerin tekrarına dayalı soyut, iddialar üzerinden, genel ve basmakalıp ifadeler var. Ümraniye ya da Balyoz davalarına bakın. Sanık nasıl delil karartacak? Bunu somut olarak kararda göstermek zorundasınız. Buradaki takdir hakkının açık çek anlamına gelmediğini herkes anlasın. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin, Mehmet Haberal davasında hâkimler hakkında verdiği o karar çok önemlidir. Bu yeni bir şey değil. Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun Hâkimin Sorumluluğu başlıklı 571. ve 572. maddelerine dayandırıyor. Bu 1931 tarihlidir. Hukuk devletinde hâkim ve savcı dahil hiç kimse sorumluluk dışı değildir. Siz yedi yıl bir insanı özgürlüğünden mahrum bırakamazsınız. Böyle bir mevzuatınız varsa da demokratik hukuk devletiyim diye de kimseyi kandıramazsınız. Ülkede doğru söylemeyen bir Adalet Bakanlığı var Ama bu koşullarda cumhuriyet savcıları soruşturma açabilirler mi? Türkiye’de şu anda yargı bağımsızlığı yoktur. O iş bitmiştir. Kimse kimseyi kandırmasın. Bugün yargı bağımsızlığı tamamıyla hâkim ve savcıların namusuna ve vicdanına kalmıştır. Ama bir hukuk devletinde yargı bağımsızlığını hâkim ve savcıların namusuna ve vicdanına bırakamazsınız. Sistem olarak kurarsınız. Geldiğimiz süreçte cumhuriyet savcısı olmak yetmiyor. Cumhuriyet’in savcısı olmak lazım. Bu da kolay bir iş değil. Çünkü artık HSYK Adalet Bakanlığı’nın bir dairesi haline getirilmiştir. HSYK’de bakan ve müsteşar olduğu yetmiyormuş gibi müsteşar yardımcısı ve personel genel müdürü de HSYK üyesi oldu. Bunun dünyada bir örneği yok. Bir ülkenin Adalet Bakanlığı yalan söyler mi? Bize söyledi. Ne gibi bir yalan söyledi? HSYK’nin Avrupa’daki örneklerini içeren 2010 baskısı kitapçığı üniversitelere, her yere gönderdi. Kitapçıkta hâlâ Fransa’da HSYK Başkanı Cumhurbaşkanı, yardımcısı da Adalet Bakanı olarak yer alıyor. Oysa Fransa 2008’deki anayasa değişikliğiyle ikisini de kuruldan çıkardı. Bunu bile bile 2010 kitapçığında hâlâ Fransa’yı böyle örnek gösteriyorsanız bu vahim bir durumdur. Siyasi iktidar, “Bir sürü dava açıldı. Çetelerle mücadele ediyoruz. Şu kadar insan içeri atıldı” diye övünüyor. Bu bile bir itiraftır. Bunların olmasını sağlayan siyasi iktidardır, diye itiraf ediyorlar. Peki, o zaman siyasi iktidar yargı bağımsızlığına nasıl bu şekilde müdahale ediyor? Bunu hiçbir şekilde yapamaması lazımdır. Ümraniye davasıyla Deniz Feneri soruşturmasının işleyiş sürecine bakın. İkisi neden benzer süreç olarak işlemiyor? Artık hiçbirimizin hukuki güvenliği kalmadı. İstanbul Barosu dünyanın en büyük barosu. Ben onun başkanıyım. Benim hukuk güvenliğim yok. Hukuk güvenliğinin olmadığı bir ülke bitmiş demektir. Bir devleti hukuk devleti yapan bağımsız yargıdır. Bugün yasama ve yürütme denetim dışında kaldığına göre bu rejime ne ad verirsiniz? Biz o yüzden sivil dikta, parti devleti diyoruz. HSYK hükümetin elinde olunca bağımsız ve hukuka uygun işlem yapmak isteyen bir hâkim ve savcı için anında kurul olarak başka bir yere sürme kararı alır. Siyasi iktidarla ilgili herhangi bir hukuki yolun işletilebilmesi kâğıt üzerinde mümkün görülebilir ama fiilen imkânsız olmuştur. Anayasa Mahkemesi Başkanı anayasayı çiğniyor Savcı İlhan Cihaner’in başına aynı şey gelmedi mi? Yeni HSYK’nin ilk icraatı bu oldu. Bu da bütün kaygı ve kuşkularımızı teyit etmiştir. Bugün HSYK, Anayasa Mahkemesi artık devre dışıdır. Anayasa Mahkemesi, rejimi, anayasanın değiştirilemez niteliğindeki ilk üç maddesini korumakla yükümlüdür. Bunun için yemin etmiş olan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bizzat bu üç maddeyi tartışmaya açması korkunçtur. Bana göre bu yaptığı anayasal sadakatsizliktir. Burada hemen Venedik Komisyonu’nu örnek göstermiyorlar mı? Ne alakası var? Bir kere komisyonun tavsiye kararları vardır ve bağlayıcı değildir. O zaman komisyonun birbiriyle ilgisi olmayan konuların tek bir pakette referanduma götürülemeyeceği kararına neden uymadılar? Ne güzel. İşinize gelen tavsiyeyi benimseyeceksiniz, çarpıtacaksınız, işinize gelmeyeni göz ardı edeceksiniz. Zaten Türkiye’de yapılan referandum değil plebisittir. Plebisit siyasi iktidarın istediği bir konuyu dayatma yoluyla halka onaylatmasıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle