16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B 20 EK M 2010 ÇARŞAMBA CUMHUR YET SAYFA HABERLER 9 Slavistler ile aynı toplantıda Veliki Novgorod’daki toplantıya davet edilişimle, bu oluşumu gerçekleştirmemizden sonra uluslararası bir Slavistler toplantısında ülkemiz ilk kez temsil edilme olanağı buluyordu S lavistler Birliği adlı bir kuruluşun varlığından ilk kez 2006 Ağustosu’ndaki Makedonya yolculuğum sırasında bilgi sahibi olmuş, gazetemizde (daha sonra “Başka Gökler Altında” adlı kitabımda) yayımlanan “Makedonya, Kardeş Ülke” başlıklı dizi yazımda bu birlikten söz etmiştim. Slav dilleri, kültür ve edebiyatları konusunda uzmanlaşmış bilim insanlarını, öğretim üyeleri ve araştırmacıları bir araya getiren birliğin kuruluş tarihi oldukça eskiye dayanıyor olmalı... Örneğin, Makedonya’daki toplantıda, Japonya’da bu birliğin şubesinin 1978’de açıldığını öğrenmiştim. Slav dillerini konuşan Rusya, Makedonya, Bulgaristan vb. ülkelerle komşuluğu olan, Slav dilli ülkelerle köklü tarihsel ilişkilere sahip ülkemizde Slavistler Birliği’nden habersizlik olacak şey değildi. O sırada birliğin merkezinin bulunduğu Makedonya’da birlik başkanı, değerli akademisyen Prof. Milan Gurçinov ve başkaca yöneticilerle görüşmelerimiz ve İstanbul’a dönüşümden sonra İstanbul Üniversitesi’ndeki meslektaşlarımla yaptığımız çalışmalar sonucunda, internet üzerinde de olsa Slavistler Birliği’nin Türkiye şubesini oluşturduk... Veliki Novgorod’daki toplantıya davet edilişimle, bu oluşumu gerçekleştirmemizden sonra uluslararası bir Slavistler toplantısında ülkemiz ilk kez temsil edilme olanağı buluyordu. YARIN:NAZORDUSUNUNDURDURULDUĞUYER XV. kurultaya hazırlık V eliki Novgorod’daki toplantının amacı 2013 yılında Belorus ya’nın başkenti Minsk’te top lanacak olan XV. Uluslarara sı Kurultay’da görüşülecek konuların, son biçimlerini ver mek üzere taslak metin üze rinde tartışılmasıydı. Arala rında bulunduğum yirmi kadar katılımcıya daha önce ulaştı rılmış olan Rusça ve (bu dö nem birliğin merkezi Belo rusya olduğu için) Belorusça birkaç sayfalık bu taslak me tin üzerinde Rusça, Belorusça, Bulgarca, Sırpça vb. Slav dil lerinde birkaç saat konuşul du... Slav ülkelerinden katılım cılar genellikle kendi dille rinde, Almanya, ABD, Avus turya’dan gelen katılımcılar ve ben Rusça konuştuk... Özellikle Slav ülkelerinden gelen, Slavistler, bu Slav dil lerinden kimileri birbirinden epeyce uzak olsa da, o dilde konuşamasalar bile söylenileni anlıyorlardı... Oysa dönem başkanı Be lorus Slavist Aleksandr Lu kaçenets açış konuşmasını yaparken önce peltekçe Rus ça konuşuyor sandım ve an lamaya çalıştıysam da söyle nenlerin çoğunu anlayama dım... Meğer Belorusça ko nuşuyormuş... Neyse ki ar dından konuşmasını Rusça olarak da yineledi... Slavist ler genellikle birkaç Slavca dil bilen kimseler. Doğrusu ben bu konuda kendimi bir “Sla vist” olarak çok eksik his settim... Fakat öte yandan, Slav ülkelerini temsil eden ki mi arkadaşların (söylenileni anlasalar da) çok az ve kötü Rusça konuştuklarını görerek de şaşırdım... Ülkemiz 5 temsilciyle katılabilecek M insk’teki kurultaya Slav ülkelerinden 332, Slav olmayan ülkelerden 285 olmak üzere toplam 617 uzmanın katıl ması öngörülüyor... Toplam 42 ülkenin sıralandığı çi zelgede sanırım ilk kez ül kemizin de yer alması beni sevindirdi. Türkiye’de özellikle son yıl larda başta Rusça olmak üze re Slav dillerine artan ilgiyi, başta İstanbul Üniversitesi ol mak üzere devlet üniversiteleri ve özel üniversitelerde bu alanda bölümler açıldığını an latarak, XV. kurultayda Tür kiye için en alt basamaklarda 3 olarak öngörülen katılımcı sayısını, Yunanistan, Japonya, Norveç, Moldavya, İspanya, Danimarka, Gürcistan, Bel çika ve Avustralya ile eşitle yerek, 5’e çıkarılmasını sağ ladım... Hazırlık toplantısında oluşturulan metnin son yazı lımı bana gönderildiğinde, XV. kurultaya katılabilecek ya da bildiri göndermek iste yecek arkadaşlara bu metni ulaştıracağım... Davetli sayısı 5’le sınırlanmış olsa da bildi ri sunmada sanırım sınır ol mayacaktır. K ent gezisi ertesi günün öğle öncesi programına konulmuş olmakla birlikte, ben toplantı sonrasında kendimi yeniden sokaklara vurdum... Sokak dediysem, Veliki Novgorod neredeyse tümüyle geniş caddelerden, parklardan ve alanlardan oluşuyor... Sabahleyin istasyondan otele gelirken geçtiğimiz büyük köprüye doğru yürüdüm. İlmen Gölü’nden doğup Ladoga Gölü’ne dökülen Volhov Nehri, Aleksandr Nevski adını taşıyan köprünün altından, geniş, derin ve dingin akıyor... Daha önce de yazdığım gibi Veliki Novgorod’da Rusya’nın en eski tarihine ilişkin simgelerle Sovyet dönemine ilişkin simgeler iç içe... Köprüye adını veren Aleksandr Nevski, Novgorod kentinin 13. yüzyılda yaşamış büyük prensi. Bir savaş kahramanı. Rus ulusal birliğinin simgelerinden. Nitekim Sergey Eisenstein 1936’da onun adını taşıyan filmde bu temayı işlemiş ve filme 1941’de Stalin ödülü verilmişti. Eski bir tarihin simgesiyle adlandırılan 1954 yapımı köprünün girişindeki sütunlarda ise orakçekiçli amblemler yer alıyor... Aleksandr Nevski köprüsü üzerinden baktığınızda, bir yanda ünlü Veliki Novgorod Kreml’i, öte yanda engin bir kırsal görünüm içinde, çok uzaklardaki kilise kubbeleri bu göz alıcı görünümü tamamlıyor... Aleksandr Nevski Köprüsü’nde Veliki Novgorod Kreml’i, ‘Sofiyski Sobor’ ve ‘Rusya’nın 1000. Yılı Anıtı’ K öprüyü kent merkezine doğru yürüyerek geçtiğinizde, ünlü “Veliki Novgorod Kreml’i”nin bulunduğu Sofiyski Parkı baş lıyor. Özlem duyduğumuz bir park atmosferi... Temiz ve gölgeli patikalar. Az ilerideki alanda, ortasında sanırım gezginci müzisyen Sadko’yu simgeleyen bir anıtın bulundu ğu fıskiyeli havuzun temiz sularında çıplak ayakla rıyla gezinen çocuklar, birkaç genç kız... Büyük bir satranç alanında, boyları büyüklüğün de taşları bir yerden bir yere taşıyarak güya satranç oynayan iki minik kız... Havuz kıyısında sıralanmış sivil orkestranın çaldığı vals ve polkalar eşliğinde dans eden, orta yaşlı ve daha da yaşlı kadınların oluşturduğu bir top luluk... Tanesi 60 rubleye (yaklaşık iki dolar) haşlanmış mısır satıcıları... Binici bir genç kızın eş liğinde at üzerinde gezdirilen çocuklar, gençler... Parka yolumun düştüğü cumartesi gününün, in sancıl, sıcak, tatil günü görüntüleri... Sabah gezintim sıra sındaki görüntü ve ko nuşmaları anımsayıp “karşıtlıklar ülkesi Rus ya” diye düşünmekten kendimi alamayarak yü rüyüşümü sürdürüp, sur larla çevrili Veliki Nov gorod Kreml’inin iki bü yük kapısının park yö nünde olanından “ka le”nin içine girdim... (Öte ki kapı, Volhov Nehri’nin bulunduğu yöne açılıyor.) Bizim Kremlin dedi ğimiz “kremli” sözcü ğü, eski Rusya’da sur larla çevrili kent kalele rinin adıdır. Veliki Novgorod Kreml’i (ya da Kremlin’i) ger çekten de muazzam bir tarihsel mekân. İçinde bulunan kilise ve manastırlardan en ünlüsü (Veliki Novgorod’un simgesi kabul edilen, Bilge Ya roslaviç’in oğlu prens Vladimir tarafından 10401050 yıllarında inşa ettirilmiş ) Sofiyski Manastır’ı. Ünlü manastırın tam karşısında ise 1862’de yap tırılmış “Rusya’nın Bininci Yılına” adlı muazzam anıt. Belli başlı çarların ve efsane kahramanlarının oluşturduğu anıta bakarken, bizim tarihimizi de, ne den böyle bir anlayışla ve neden en eskilerden baş layarak canlandıramamış oluşumuzu düşünmekten kendimi alamıyorum... Sovyet Rusya’sı Çarlık Rusyası’yla hesaplaştı, ama onun değerlerini ve simgelerini yadsımadı... Şimdiki Rusya, Sovyet Rusyası’nın simgelerini or tadan kaldırmıyor. Biz neden, Cumhuriyetimizin değerlerini en yu karıda tutarak, önceki çağlardaki tarihimize böyle bir anlayışla yaklaşamıyoruz? Bu kopukluğu gidermek ve bütün tarihimize yeni ve çağdaş bir dille sahip çıkmak da yeni ve çağdaş Cumhuriyetçi kuşakların ödevi değil mi? Akşam ve gece gezintimi daha yan caddelerde sürdürdüm. Dikkati ilk çeken, 24 saat açık alışveriş merkezlerinin bolluğu. Benim ilkin 1970’lerde tanıdığım ve birçok kez bulunduğum Rusya ile “saydamlaşma ve yeniden kuruluş” dönemi diye adlandırılan yeni Rusya arasında göze çarpan başlıca fark nedir diye sorsalar, günümüz Rusyası’ndaki bu alışveriş merkezi bolluğu derdim... Bir de elde kutu birayla gezen çoğu zil zurna sarhoş orta yaşların üzerindeki erkek kalabalığındaki artış... O gece gezintisinde elimdeki pet su şişesinden bir an irkilerek geri kalan suyu içip şişeyi bir çöp bidonuna atmakta acele ettim... Kuzeydeki Novgorod’un tıpkı Petersburg’daki gibi kararmak bilmeyen gecesinde (1010.30’da hava hâlâ alacakaranlıktı) bir sokağın köşesindeki duvara konulmuş levha dikkatimi çekti: “Bu sokak Sovyetler Birliği kahramanı, komünist Leontay Aseyeviç Çeremnov’un adını taşımaktadır. Kendisi 1942 yılı Ocak ayında Novgorod kenti yakınlarındaki çatışmalarda bin düşman koruganının mazgalını göğsüyle kapatarak şehit düştü.” Anı levhasına karşın sokak komünist Sovyetler Birliği kahramanının değil, “konyuh” (seyis) sözcüğünden türetilmiş “Konyuhovıy” (seyis oğlu) adını taşıyordu. Büyük olasılıkla, sokağın önceki adıydı bu. “Çeremnov” adı kaldırılarak yerine yeniden eski ad konulmuş, fakat kahramanın anısına konulmuş olan levha da yerinde bırakılmıştı... Gece gezintisinde bazı alışveriş merkezi ve başkaca satış vb. yerlerinin, kapılarında “sabaha kadar açık” duyuruları bulunan bar, gece kulübü ve kafelerin adları da dikkatimi çekti. Not ettiklerimden bazıları şöyle: “Gökkuşağının Gülümseyişi”, “Harika Ölçülere Sahip Hanımefendiler İçin Elbise”, “Hadi Gidelim”, “Karambol” vb.. Sovyet döneminde, doğal olarak, bu gibi iş, yerlerinden bazılarına ve bu türden adlandırmalara rastlanılamazdı... Artık iyi mi, kötü mü ayrı konu... Alışveriş merkezlerinde yiyecek fiyatlarını da gözden geçirip not ettim... Meyve ve sebze fiyatları aşağı yukarı bizdeki gibi; et daha ucuz, peynir daha pahalı göründü. Daha önce yazdığım gibi, ucuzluk ya da pahalılık orada yaşayan insanın gelir durumuyla ve başkaca (kira, sağlık vb.) harcamalarıyla ilgili. Fakat sonuç olarak görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla, eskiye oranla tüketim malı bolluğuna karşın, günümüz Rusyası’nda orta tabaka insanının, yani (işçi, memur, hekim, mühendis, öğretmen vb. ) toplumun büyük kesiminin geçim sorunları eski günleri aratacak durumda... ece bir gezintig RÖVEŞATA MİNE G. KIRIKKANAT Türbanlı Mantık Tesettür, kadın vücudunu tepeden tırnağa “günah”a tahrik öğesi saydığı için ayıplı ilan eden zihniyetin bir sansür aracıdır. Bazı din bilginleri Kuran’da yazmadığını iddia etseler de, şeriatı devlet rejimi olarak benimseyen ya da zorla kabullenen tüm İslam ülkelerinde tesettürün geçerli olduğu bir gerçek ve tesettürden de çarşaf ya da burka gibi, kadın vücudunu tümüyle gizleyen giysilerin anlaşıldığı açıktır. Türban, bu sansürün salt kadın başı, kadın saçını kapsayan bölümü. Yıllardır, türbana ya da tesettüre özgürlük istenemeyeceğini, çünkü herhangi anlamda bir sansür, yani yasaktan özgürlük diye söz etmenin cehaletini ve garabetini anlatmaya çalışırım... Ama Türkiye’ye ifade özgürlüğü diye basına sansürü getiren ve zaten salt basını değil, sokaktaki yurttaşı bile korkutarak susturup, susmayan muhalif gazetecileri de “darbeci” diye içeri tıkan zihniyetten, ancak yasaklı kadınlığı da özgür kadınlık diye savunması beklenirdi! Nitekim öyle oldu. Bugün düşünüyorum da, “tesettüre özgürlük” değil de “türbana özgürlük”ten söz etmekte haklılar... Çünkü türban, tüm Müslüman ülkeler arasında sadece Türkiye ve Avrupa’daki Mağrip kökenli göçmenler özelinde, kadın başına indirgenmiş bir sansür biçimi: Bazı türbanlılar, vücutlarını gizlemekten çok ortaya çıkarmaya yarayan giysilerle sararken, galiba saçlarının göğüs ve kalçalarından daha tahrik edici olduğunu sanıyor, ya da sanır “gibi” yapıyorlar. Başka bir deyişle, kesinkes şeriata henüz teslim olmayan Türkiye’de doğan ve Avrupa’ya kapağı atarak baskıdan kurtulan Mağripli kadınlar, İslami tesettürü vücuttan başa çekip saçlarıyla sınırlayarak “ilerlemiş” sayılabilirler. Kuşkusuz bu yüzdendir ki farkında olsunlar olmasınlar, türbana indirgenmiş bir tesettürü “özgürlük”, vücudu değil başı kapsayan bir sansürü “ilericilik” diye övebiliyor ve sansürleme hakkını elde etmeyi, “devrim” niteleyebiliyorlar. Çünkü sansürlü kadın hakları, tesettür kadın başına gerileyince ilerlemiş oluyor! Sizin anlayacağınız, türban ya da başörtüsünün siyasal ve toplumsal kabulü, aslında çarşafa karşı yapılmış bir devrim, burkaya karşı kazanılmış bir zafer. Zaten türbanlıların tekmil tesettüre ilişkin olumsuz ifadeleri de bunu gösteriyor. Ne var ki tepeden tırnağa kadınlık sansürünü kafaya indirgemek, aklı özgürleştirmeye yetmiyor ve o örtü, başın dışı kadar içini de kuşatıyor. Bir mantık sorusu soruyorsunuz. Diyorsunuz ki: Özgürlük istiyorsun, hakkındır. Ama kadın kadına özgürlük olmaz. Özgürlük, kadın erkek eşitliğinden geçer. Niçin kafandaki kadın erkek eşitsizliğini sorgulamıyorsun? Niçin erkek saçı mübah da senin ki günah? Niçin erkeğin saçı başı, eli kolu, budu bacağı seni tahrik etmiyor da, senin saçın, bileğin onu tahrik ediyor? Başta Başbakan, erkekler kadınlardan önce yanıtlıyor, kadın erkek eşit değil, farklı yaratılmışız, diyorlar... Peki, diyorsunuz... Sayalım ki kadın tahrik olmaz oldurur, diye sen kapanıyorsun. Öyleyse kara çarşaflara sarınsan, yüzünü gözünü bile sakınsan bile neden Tanrı’ya erkekle eşit mesafeden bile yakaramıyorsun? Neden camide erkeklerle birlikte namaz kılamıyorsun? Haydi diyelim ki namaz sırasında secdeye varırken, ayrı saflarda da olsan, göz ucuyla bakanı, görünmeyen kalçalarının hareketi bile tahrik eder, abazanı... Ama neden en azgınların bile tahrik olmayacağı yerde, cenazede bile saf tutamıyorsun erkeklerle? Neden sorgulamıyorsun, hiç olmazsa “imanda eşitliği” bile? Muhatabınız türbanlı, “Dinimin gereği” deyip çıkıyor ve sorgulama zaten yok, tartışma da bitiyor. Yani özgürlük bitiyor. Çünkü özgürlük, her şeyden önce dayatılanı sorgulamak cesaretidir. Tüm talepler, eşitliğe, özgürlüğe ilişkin “Neden benim de hakkım olmasın” sorusuyla başlar. Kadın, erkekle eşitsizliği cinsel anlamda kabul ettikten öteye başka alanda eşitlik aramak olanaksız, hele tinsel anlamda eşitlik iddiası abesle iştigaldir! Ama demokrasi diye faşizmi seçenlerde, zaten mantık da aranmaz. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Bombalı saldırı so nucu katledilen gazetemiz ya zarı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı aramızdan ayrılışının 11. yılında yarın düzenlenecek çeşitli törenlerle anılacak. 21 Ekim 1999 tarihinde uğ radığı bombalı saldırı sonucu yaşamını yitiren gazemiz ya zarı Kışlalı için ilk tören yarın saat 09.30’da Çayyolu Engürü Sitesi’ndeki evi nin önünde yapılacak. Saat 10.00’da Ahmet Ta ner Kışlalı Parkı’ndaki anma etkinliğinin ardın dan Kışlalı’nın sevenleri, gömütünün bulunduğu Karşıyaka Mezarlığı’nda saat 12.30’daki tören de bir araya gelecek. ADD Batıkent Şubesi de yarın saat 17.30’da Eski TBMM Başkanvekili Uluç Gürkan ve ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi Prof. Ahmet Saltık’ın konuşmacı olarak katılacağı “Ahmet Taner Kışlalı’yı Anma ve Anlama” başlıklı paneli ADD Ahmet Taner Kışlalı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Ahmet Taner Kışlalı Konferans Salonu’nda gazetemiz Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer saat 14.00’te “Ulusal Dış Politikamızdaki Dönü şüm” konulu bir konferans verecek. Saat 20.00’de de Çayyolu’ndaki TEB Oteli’nde ga zetemiz yazarı Prof. Mümtaz Soysal, “Ahmet Taner Kışlalı’nın Ardından Türkiye” konulu bir konferansla katılımcılara seslenecek. Kışlalı’yı anıyoruz
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle