02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 NİSAN 2008 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL ABD’de Açlık Tehdidi… ABD’nin dünya halklarının emeği üzerinde sürdürdüğü sömürü çarkı ile onların ekmeğine uzanan eli kırılmaktadır. Bir gün imparatorluk hayallerinin yıkımı ile karşı karşıya gelmiş olan ABD halkının da “Kemalist Devrim”le karşı karşıya kalması gündeme gelirse hiç şaşmamak gerekir. Çünkü o, yıkılan her devletin çıkışına çözüm olmuştur. yoksul ve inançlı halk direnişleri karşısında içi boş bir hantal yapıya dönüşüyor. Yani bir anlamda savaş sanayii de kapitalizmi kurtaramıyor. Demokrasinin Yargısı BİR “siyasi dava” lafıdır gidiyor. Anayasa Mahkemesi’nde açılan dava siyasiymiş. Başka türlü olabilirmiş gibi. Anayasa Mahkemesi’nde ya da değişik nitelikte olmakla birlikte, yine bir yüksek yargı organı olan Danıştay’da, hatta idare mahkemelerinde açılan davaların çoğu bir bakıma siyasi değil midir? Bir iktidar kendi politikası gereği çıkardığı yasalara anayasaya aykırı hükümler koymuş ve bunlardan ötürü yüksek mahkemede iptal davası açılmışsa, o davanın özü siyasi sayılmaz mı? Kararın olumsuz çıkması sonucunda uygulaması durdurulacak olan, o partinin belli bir konudaki politikasıdır. Parti politikası uygulanırken alınan yönetim kararlarında yasalara, daha doğrusu genel olarak hukuka aykırı noktalar varsa, bunlardan ötürü Danıştay’da açılmış dava da bir bakıma siyasi sayılmaz mı? imileri, “Canım, biz dava açma niyetinin siyasi olduğunu söylüyoruz” deseler de, öylesi daha da büyük bir yanlış olmaz mı? Hele Anayasa Mahkemesi’nde bir siyasal partiye karşı kapatma davası açılmışsa? Anayasa, parti kapatma davasının Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nca açılacağını belirlediğine, bu yetkiyi kullanabilen tek kamu görevlisi o olduğuna, iddianame mahkemeye gönderilince, ayrı bir “kabul kararı”na bile gerek kalmadan dava açılmış olacağına göre, davanın “siyasi” olduğunu söylemek, işini yapan kamu görevlisini siyasi davranmış olmakla suçlamak değil midir? Danıştay’da ve başka idare mahkemelerine dava dilekçesiyle başvuruşun hukuka uygunluğunu kabul edip davayı gündemlerine alan mahkemeleri, karar bile verilmeden, siyasi davranmış olmakla suçlamak, yalnız ayıp kaçmakla kalmayıp başlı başına bir suç oluşturmuş olmaz mı? Bunlar, aynı zamanda bir hukuk devleti olması gereken “demokratik devlet”in yöntemleri değil midir? aha ilginci, şu günlerde sözü çok edilen “Venedik Komisyonu”nun resmi adı da “Democracy through Law”, yani “hukuk yoluyla demokrasi” yahut “hukuktan geçerek demokrasi” demek. Soğuk Savaş’ın sona ermesi üzerine 1990’da kurulan ve toplandığı kentin adıyla anılan bu komisyon, Batı usulü demokrasiye geçmek isteyen Doğu Avrupa ülkelerine “anayasacılık yardımı” yapmak üzere kurulmuş bir “danışma” organıdır. Komisyon’a Türkiye’den gönderilen ve sonradan AKP’nin anayasa taslağı üzerinde çalışmış bir hukukçunun da iktidar çevrelerine herhalde söylemiş olacağı gibi, bu komisyona danışan o ülkelere ilk verilen akıl, mutlaka bir anayasa mahkemesinin kurulması olmuştur. Anayasaya uygunluğun yargısal denetimini “siyaset” saymak, böyle bir akıl alma gereğini duymadan yarım yüzyıl önce kendiliğinden hukuk devleti aşamasına geçmiş bir Türkiye’yi yönetenlere hiç yakışıyor mu? Suçlu sayısında da lider durumda “Pew Center on the States” adlı kuruluşun yayımlanan raporuna göre, 281 milyon Amerikan vatandaşının 2.3 milyonu, yani her yüz kişiden biri demir parmaklıklarla tanışıyor. 1987 ile 2007 yılları arasındaki sayıdan 3 misli fazla durumda olduğu ve 2007 yılında da 6 kat arttığı yine raporda belirtilmiş. Suçluların ıslahı için harcanan rakamın 44 milyar dolarla eğitime yapılan harcamanın 6 katı olduğu açıklanıyor. Mahkum sayısı olarak 1.5 milyar nüfuslu Çin’de 1.5 milyon, Rusya’da 890 bin şeklinde verilmiş. Bu durum ABD halkını suç işleme açısından dünya lideri konumuna getirmiştir ve milli gelirden aldığı payın dengesiz bir dağılım gösterdiğini ortaya koymaktadır. ABD emperyalizmi, dünyanın açlık çeken Kamboçya, Bangladeş, Mısır, Hindistan, Irak, Afganistan ve Afrika ülkelerinde, Dünya Gıda Programı (World Food Programme) verilerine göre, her gece 800 milyon insan yatağa aç girerken ve her 5 saniyede 1 çocuk beslenme yetersizliğinden yaşamını kaybederken bu durumla hiç ilgilenmemiştir. Emperyalist Batı ve ABD, kendi halkının açmaza düşmesi ve sistemin sona doğru hızla kaymakta oluşu ile sömürü düzeni zora girmiş ve bu panik onu daha da saldırganlaştırmıştır. NATO’yu askeri ve BM’yi siyasi güç olarak kendi yan örgütü gibi kullanmaktan da alıkoymamaktadır. Bütün bunlara karşın ABD’nin dünya halklarının emeği üzerinde sürdürdüğü sömürü çarkı ile onların ekmeğine uzanan eli kırılmaktadır. Bir gün imparatorluk hayallerinin yıkımı ile karşı karşıya gelmiş olan ABD halkının da “Kemalist Devrim”le karşı karşıya kalması gündeme gelirse hiç şaşmamak gerekir. Çünkü o, yıkılan her devletin çıkışına çözüm olmuştur. Orhan ÖZKAYA A K D BD’de 28 milyon insan temel gıda maddelerini tüketebilmek için karneye bağlanmış durumda. The Independent gazetesinin yazdığına göre bu sayı 2007’de 26.5 milyon olarak belirlenmiş. Gazete, gidişin artık gizlenemeyecek düzeyde olduğunu ve ABD’yi zor günlerin beklediğini açıklamalarına eklemekte. Ayrıca açıklamalarına, 281 milyon nüfuslu ülkenin temel gıda maddelerini alabilmek için karneye bağlanan insanların sayısına her geçen gün yenilerinin eklenmekte olduğunu, mortgage krizinden sonra halkın evini kaybetmenin yanında bütün varlıklarını da yitirmekle yüz yüze geldiğini ve işsizliğin de bu durumda fazlasıyla etkili olduğunu ilave ediyor. ABD, tarihinin en büyük sefaletini yaşıyor. 1960 yılından beri uygulanan karneyle gıda yardımı uygulamasının bu denli artmış olması, yürütülen “neocon” ekonomik sistemin çöküşü ve üretim sermayesinden uzaklaşarak finans sermayenin öne çıkması olarak değerlendirilmekte. Nitekim Monthly Review dergisinde ABD’nin en önemli ekonomistlerinden sayılan J. Bellamy Foster, dizi şeklinde “Rasyonel Kapitalizmin Sonu” başlığı altında yayımlanan yazısında, mali sermayenin üretimi terk ederek tekelleşme özelliğini hızlı bir yükselişle, dünya küresel sermaye iktidarına taşımayı başarmasını irdeliyor. Sürecin savaş ekonomisine dönüşmesinin de kaçınılmaz hale geldiğini vurgulayarak Amerikan sisteminin artık büyük bir durgunluğa (resesyon) girdiğini anlatmakta... “ABD ekonomisin de bunalımın temel nedeni, sermayenin mali alanlara kayması, muazzam bir mali sermaye yığınağı oluştururken yatırımların kısıtlanması. Serbest piyasa ekonomisinde sözü edilen, ekonomiyi dengeleyen o ‘görünmez el’, artık serbest rekabet değil, mali sermayedir. Küreselleşen tekelci kapitalizm, dünya ölçüsünde eşitsizlikler ve savaşlar doğuruyor. ABD askeri gücüne dayanarak dünyaya egemen olmaya çalışıyor. Kürenin her köşesinde kurduğu askeri üslerle şimdiden bir imparatorluk oluşturuyor. Bu, Amerika’ya çok pahalıya mal oluyor. Hedef, ABD şirketlerine yatırım alanları açmak, onların kârlarını arttırmaktır; kürenin doğal kaynaklarına sahip olmaktır. Bu nedenle ABD kapitalizmi için militarizmle emperyalizm birbirinden ayrılmıyor. ABD’nin sürekli olarak daha çok silaha, yeni silah sistemlerine, daha çok askere ihtiyacı var. Dünyada ekonomik, politik egemenliğini kurmak için askere ihtiyaç var” şeklinde devam ederek tezine derinlik getirmeye çalışıyor. Dünya kapitalizmini emperyalist saldırganlıkla destekleyebilmek için kullanılan devasa askeri yapılanmanın dünyanın her köşesine kadar yayılmış konumunun getirdiği ağır ekonomik yük de bu duruma eklenince sonuç kaçınılmaz yıkım olmaktadır. Gelişmekte olan ülke halklarının kaynaklarını sömürü çarkından kurtarabilmek için gösterdikleri isyan ve direnişin “terör” stratejisi çarpıtmalarının peşine takılan ülke sayısının her geçen gün azalması da, bu yenilginin hazırlayıcısı olmakta. Yaratılan dev askeri güç, bu 11 Nisan Urfa’nın Kurtuluşu Prof. Dr. Coşkun ÖZDEMİR S [email protected] iz bakmayın ‘Urfalılar, düşman isot tarlalarına girinceye kadar işgali umursamadılar’ gibi mizah içerikli söylentilere. Urfalı, şehrini ve onun özgürlüğünü sa vunmak için her şeyini ortaya koymuştur. Önce İngilizler işgal etti Urfa’yı (1919). Daha sonra 1920 Şubatı’nda 3 bin kişi ile Fransızlar. Fransız işgal komutanlığına 24 saat içinde çekilme ta lep eden muhtırayı veren, sınıf arkadaşım Bozkurt’un babası Ali Sarp Ursavaş’tır. (Bu soyadı bu yüzden verilmiştir.) İşgal kuvvetleri çekilmedi. Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları 12’lerin öncülüğünde halkın oluşturduğu milis kuvvetleri, Şebeke Boğazı’nda düşmanı yendi ve Urfalılar 11 Nisan’da, Ankara’da kurulan Millet Meclisi’nden 12 gün önce şehirlerini özgürlüğe kavuşturdular. Urfa tarihine bakarsanız, şehri “Urha” diye anan Sümerlere, Edessa diyen Romalılara, Büyük İskender’e, Selahaddini Eyyubi’ye, Divan edebiyatının unlu şairi Nabi’ye, Orfeus’a.. daha yakınlara gelirseniz Ahmed Arif, Bekir Yıldız, Suut Kemal Yetkin ve daha birçok ünlü kişilere rastlarsınız. Ses sanatçıları Kazancı Bedih, Cemil Cankat, Tatlıses, Nuri Sesigüzel bunlar arasındadır. Urfa’dan söz ederken peygamberleri anmamak olmaz. Üç dinin kurucusu, putları kıran Hazreti İbrahim ve sabrın simgesi Hazreti Eyüp ve Şuayb peygamberler Urfa’da yaşamışlardır. Bu yüzden kent kutsanan şehir olarak anılır. Nemrut’un zulmüne uğrayan, putları yok ettiği için sevgilisi Zeliha (Zilkha) ile birlikte ateşe atılan İbrahim Peygamber Urfa’mızda ateşin suya dönüşmesi ile kentimize iki güzel göl kazandırmakla kalmadı. İki büyük ateşe yakacak taşıyan Urfalılar artık yemek pişirecek yakıt bulamayıp çiğ köfteyi icat ettiler. Bir Urfalı için iki göl ve çiğ köfte en değerli varlıklardır. Selvi ve söğüt ağaçlarının gölgesindeki Halilurrahman ve Ayni Zeliha göllerinde yaz sıcağında o iri sazan balıkları ile birlikte yüzme mutluluğuna ermiş bir insan olarak, o gölleri bir doğa güzelliği olarak övmek isterim. Bana her yaştan Urfalı ile birlikte olduğum bir toplulukta güngörmüş yaşlı insanların gençleri işaret ederek “Hocam, sen bu gençlere bahma, onlar Şanlı Urfalı. Biz senin kimin Urfalıyıh” demele [email protected] C MY B C MY B ri boşuna değildir. O göllerde yüzücüler yetişiyor. Yüzme müsabakaları yapılıyor. Kazananlar Adana’ya Türkiye birinciliklerine katılıyorlardı. Geçen yıl gazinonun kapısında ‘Ailelere mahsustur, erkekler giremez’ yazısını okudum. 30’lu, 40’lı yıllarda neler yaşandı Urfa’da.. Halkevi sahnelerinde tiyatro yapıldı, konferanslar verildi. Balolar, folklor gösterileri yapıldı. 6 Mayıs’larda (Hıdrellez) yüzlerce uçurtma salıyorduk göklere... Topçu Meydanı’nda tüm Urfa halkı, binlerce öğrencileri birlikte trompet ve borazanların eşliğinde 11 Nisan’ları coşku ile kutlardı. Sembolik savaşta çeteler Tılfındır Tepesi’ne doğru savlet edip, Fransız bayrağını indirip Türk bayrağını kaleye diktiği zaman inlerdi ortalık. Eyersiz atlar üzerindeki Arap uşahlarının kaleye tırmanışı görülmeye değer bir manzara idi. Kim Kürt, kim Arap, kim Türk hiç ayırt edilmezdi. Böyle bir sorun yoktu Urfa’da. Orası güvercinler, ceylanlar, kumrular, leylekler, Arap atları, el sanatlarının, sofra kültürünün, halk edebiyatı ve halk oyunları ve müziğinin, sıra gecelerinin, eyvanlı, havuzlu, zerzembeli, takkalı evlerin memleketi idi. Yaz geceleri avluda yıldızlar öyle yakın ve çokturlar ki üstünüzü örterler. O yıllarda şair ve romancı Halide Nusret Zorlutuna Urfa’da yıllar geçirmiş ve her şeyine hayran kalmıştı. Yazıyı yıllardır dillerde dolaşan türkü ile bitirelim. Kollumu salladım toplar oynadı Karataş içinden çete kaynadı Yaşasın Urfalılar teslim olmadı Di yürü yürü kumandanlar yürü Urfa çeteleri dönmüyor geri.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle