03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 NİSAN 2008 CUMA [email protected] 14 KÜLTÜR 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nden notlar ‘Bulgar Kilisesi’nde senfoni konseri ? Kültür Servisi Trakya Üniversitesi Akademik Senfoni Orkestrası yarın saat 18.30’da Sveti Stefan Kilisesi’nde bir konser verecek. Trakya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğretim elemanları ile yüksek lisans ve sanatta yeterlilik öğrencilerinin katılımıyla kurulan orkestra, Mozart’ın “Küçük Bir Gece Müziği”; Karayev’in “Üç Minyatür”, “Ayşe’ ve “Dance”; Respighi’nin “Antik Danslar ve Aryalar”, “I. Italiana”, “II. Arie di Corte”, “III. Siciliana” ve “IV. Pasacaglia”, Sviridov’un “Romance” ve Barber’ın “Adagio” adlı yapıtlarını seslendirecek. Türkiye’nin en güzel 10 kilisesi arasından 1. seçilen ve’Bulgar Kilisesi’ ya da “Demir Kilise” adıyla da bilinen kilisede verilecek olan konseri Ömer Yöndem yönetecek. (0 212 248 09 21) Vahşi doğanın çağrısı S eçen cumadan beri bir kez daha festival heyecanına kapılıp yine filmden filme koşuşturarak, DVD ve salonlardan seyrettiğimiz filmler arasında, yönetmenliğine artık şapka çıkarttıran, 1960 doPe in 148 dakikalık to he ğumlu W ı bizi resmen çarptı. Indian Runner (1991), The Crossing Guard (1995), The Pledge (2001) gibi filmleriyle yönetmenliğini çoktan olgunlaştırmış, hatta 11 Eylül filmindeki bölümüne de şapka çıkarttığımız, yılların oyuncusu Sean Penn, çocukluğundan beri çok iyi anlaştığı kız kardeşiyle birlikte, kavgasız yapamayan geçimsiz annesininbabasının rde W ) ev içi ge( rcia rilim ve çatışmalarına yakından tanık olarak yaşadığı sorunlu aile atmosferini yıllarca sineye çekmiş, üniversiteden mezun olur olmaz da adını, kimliğini, cüzdanını, kartlarını, otomobilini filan geride bırakıp anababa evini ve uygarlığın tüm nimetlerini birden terk ederek, iz bırakmaksızın kaçtığı vahşi doğada kaybolmayı seçmiş, çalışkan, başarılı öğrenci, efendi çocuk, genç Christopher McCanH çok çok iyi), ruhsal ve dless’ın ( fiziksel değişimlerle sürüp intiharımsı bir ölümle noktalanan, zorlu yolculuğunu anlatıyordu, 2,5 saate yaydığı dördüncü filmi Into the Wild’da. Doğanın bağrında bir başına, un modern versiyonu türünden serüvenler yaşayan Chris’in (ya da kendine taktığı adla Alex SupertrampSüperavare’nin) geriye dönüşlere ve yazılı metinlere başvurularak, Chris ve kız kardeşinin ağzından, episodik anlatılmış ve 4 ana bölümde toparlanmış hikâyesi, Lord r ın doğa hayatı güzellemesi dizeleriyle açılıyordu. Babasınınki gibi bir aile kurmaktan ve onu bekleyen burjuva geleceğine doğru tıpış tıpış gitmektense, sırt çantasını yüklenip kendini yollara vuran, otostop çekerek Kaliforniya’dan Arizona’ya kadar çeşitli eyaletleri, mesafeleri kateden, evi barkı, malı mülkü, parası, kariyeri ve tüm geleceğinden vazgeçip, doğanın koynuna atılarak yalnızlığı, ıssızlığı seçen ve nihai hedefini Alaska olarak belirleyen Süperavare kahramanımızın, çağdaş Amerika fonunda seyreden Odyssey’i boyunca rastladığı tiplerle kısa ama candan ilişkiler kurmasını izliyoruz filmde. Yaşlıca hippi sevgililer ( th n n ’ın oynadığı kadın da, tıpkı avare kahramanımız gibi çekip gitmiş oğlundan haber alamamaktan mustdarip iki yıldır), Danimarkalı tuhaf, genç çift, karısıyla çocuğunu trafiğe kurban vermiş, yalnız, emekli asker ( l lbr ), kaçak tren yolculuğunda yakalanıp feci bir dayak yediği, zorba görevli, gencecik bir Joni Mitchell havalarında gitar çalıp şarkı söyleyen, bizim avareye kesik, toy n ) ve çeşitli araba akgenç kız ( sesuvar ve karoserleriyle rengârenk donatarak kapladığı Kaliforniya’daki Salvation Mountain’ı kocaman bir sanat eserine dönüştürmüş Le rd ni gibi kurmaca ve gerçek, yan karakterlerle bezeli bu içsel yolculuk filmi, öncelikle kameraman E c th ’nin enfes görüntüleriyle ele geçiriyordu seyircisini. Penn’in, 1992’de geyik avcıları tarafından sihirli otobüste ölüsü bulunmuş Christopher tarafından kaMcCandless’in leme alınan, gerçek hayat hikâyesinden yola çıkarak senaryosunu yazıp yönettiği Into the Wild, McCandless’ın günlüğünden anekdotlarla beslenen ve seyircisini masmavi göğün G altında uzanan, panoramik, karlı ya da güneşli, geniş açık hava manzaralarına davet eden, doğanın nerdeyse belgeselimsi bir gerçekçilikle yansıtıldığı, incelikli, lirik (ve tabii ki şiirsel) bir yol filmiydi. Akustik gitarını tıngırdatan Ve ’ın da şarkılarıyla müziklerine katkıda bulunduğu Into the Wild, kimi karakter, sahne ve görüntüleriyle anında insanın zihnine nakşolan, ufkunu genişleten, yaşama sevincini tazeleyen, yer yer düşündürücü ve kışkırtıcı olabilen, güzel filmlerdendi. Doğanın çağrısına uyduğu, hayli meşakkatli Süperavare rolüne cuk oturmuş, genç Emile Hirsch’in başarılı oyunuyla sürüklediği bu 2.5 saatlik, gerçekçi, lirik serüven, kuşkusuz son 20 yılda nın kocalığından T e gibi film çekebilen, usta yönetmenliğe terfi eden Sean Penn’in şimdilik en değerli, üc h gibi’ filmiydi bizce. Ne yazık ki uzunluğu (karamsar bakış açısı, konusu ve nihilist finali) nedeniyle festivalden sonra sinemalarda ticari gösterime giremeyecek Into the Wild’ın yakında DVD’sinin çıkacağını duyuralım meraklısına. Festivalde keşfettiğim bir başka mücevher de, 1981’de yerleştiği ABD’de b ’in Basquiat filminin senaryo yazımına katılıp 3 film çektikten sonra 1997’de ülkesine geri dönen, 1953 doğumlu, Lodz çıkışlı, Polonyalı şair, yazar, ressam, besteci ve yönetmen Le ewski’nin Gla LipsCam Dudaklar’ı ya (ya da öteki adıyla Bir Şairin Kanı) oldu. Je nun ünlü filminden (Le Sang d’un Poet) esinlenip aslında bir galeri için hazırladığı, 33 parçalı bir video sanat projesine kamera tutarak çektiği lar’da, tımarhaneye tıkılmış, hayal gücü zengin, genç bir şairin ( ), baba baskısı, aile dayatması ve katı disiplin içinde geçmiş çocukluğunun travmalarını eksen alıyordu Majewski. Bütünüyle gerçeküstücü bir zamanmekân tasarımının ürünü sahnelerle donatılmış, cinsel ve dinsel göndermelerle bezenmiş, tamamen diyalogsuz bu keşfe değer, sıradışı, deneysel (hatta avangard) filmi yazıp çekip müzikleyip tasarlayarak yöneten, dört kol çengi yaratıcı Polonyalı Lech Majewski adını bir kenara not ettik, seyircinin zihnine mutlaka birkaç sahne, sekans ya da imgeyi anında çakıveren bu öncü filmi seyrettikten sonra. Hiç ummadığım kadar beğendiğim bir başka film de, Taliban bağnazlığının havaya uçurduğu, kumdan tepelere oyulmuş, kocaman Buda heykellerinin yıkıldığı haberinin görüntüleriyle başlayıp biten, İran yapımı Ut ’tı.Yumurtaekmek takası sonucu elde ettiği defteri ve kalem niyetine yanına aldığı annesinin rujuyla, komşu çocuğu Abbas’a imrenerek okumayazma öğreneceği ve eğlenceli fıkralar dinleyeceği okula mutlaka gitmek isterken savaş oyunu oynayan, her biri birer küçük Taliban halindeki saldırgan ve zalim yeniyetme oğlanlarca, şakayla karışık tutsak edilen, Afganlı, saflık ve masumiyet timsali, dolma yanaklı, miniminnacık sevimli kızın inatçı direnişini anlatan Utanç, sinemacılığı giderek aile mesleğine çeviren İranlı tanınmış yönetmen n l ın küçük yönetmen kızı l ın elinden çıkma, son derece şirin, olgun, alegorik ve şaşırtıcı bir başka ‘ k f di. Yönetmeni rota s ’nın büyükannesine ise, beradadığı Ölm mutad gündelik ilişki ve davranışlardaki haşinliklere, zalimliklere muhatap olmaktansa, emlakçilerle işbirliği yapan entrikacı oğlunun satmak için arkasından dolaplar çevirdiği, bahçeli, eski ahşap evinde, can yoldaşı köpeğiyle takılmayı yeğleyerek ölmeyi bekleyen, yaşlı, yalnız, tonton bir hanımefendinin dokunaklı hikâyesini harika siyahbeyaz görüntülerle aktaran, festivalin beylik deyişle yalın ve şiirsel, bir başka iz bırakan Polonya filmiydi. En azından yaşlı kadın rolündeki 91’lik, emektar oyuncu ta la yla sanki yılların deneyimli bir aktörüymüşçesine köpeğini oynayan, dünya tatlısı karabaşın uyumu özellikle görmelere değerdi. Polonya sinemasının efsanevi yönetmeni, arrzej nın bildik klatık 80’ini aşmış sik sinemasıyla, yıllardır örtbas edilmiş bir topluca imha olayını (1939’da H ’le ain gizli anlaşması sonucunda 20 bin kadar Polonyalı subayın gizli toplama kamplarında toplu kıyıma uğratıldığı gerçeğini) irdelediği ve umutsuzca koca yolunu bekleyen, subay karılarının acılı ruh hallerini perdeye taşıdığı Kat ile, yarım yüzyıldır bize İş, Nalın Ağacı, Hanımefendiye Uzun Ömürler, Ermiş Ayyaş Destanı gibi güzelim filmler armağan etmiş, belgeselden yetişme, 77 yaşındaki Olmi’nin dinemektar İtalyan usta Er sel bir kütüphanedeki değerli elyazmalarının bir gece vakti temel çivileriyle tahrip edilmesiyle başlayıp kitapların ve mihrabın dayattığı İsa betimlemelerini, Tanrı’nın barışçıl yüzünü sorgulayan son kurmaca filmi ı festivalin yıllara meydan okuyanlar bölümünden görüp aklımızda yer eden filmlerdendi. Bu bölümde bize hayal kırıklığı yaşatan, Fransız sinemasının iki yaşayan abidesi olan R ’le E c ’in son filmlerindense ( yla A C lar ), belki de hiç söz etmemek en iyisi, yaşlı üstatların saygın kariyerleri bakımından. Milano prensi, soylu babanın bizi zaman tünelinde 45 yıl V öncesine götüren, D e sa uyarlaması, Altın Palmiyeli ünlü tarihsel destanı I t r Leopar (1963) ise üç saati aşkın süresi ve finaldeki vaktiyle dillere düşmüş balo bölümüyle bu kez bizi biraz baydıysa da, uzun yıllar önce bu filmle ünlenen Cl ia rdi ’nin sunumuyla bugünün seyircisi ’i de özkarşısına çıkarılan ve lemle anmamıza yol açan Le r, kuşkusuz bu yılki festivalin hoş sürprizlerinden biriydi. 1980’lerin namlı filmlerinden R m in Arjantinli yönetmeni e nun ia e nun yazıp yönettiği ilk film’i kızı ise cinsellik ve ergenlik sorunlarıyla çepeçevre kıstırılmış (ve ailesini de kıstırmış), 15 yaşındaki asi, hırçın bir hermafroditin (bu çift cinsiyetli yeniyetmeyi başarıyla canlandırıyordu r ) dramı üstüne, ödül alması olası, yürek tırmalayan, sert bir yarışma filmiydi. Festivalde geçmiş yıllarda Kıyamet Kuşağı, Tamamiyle Düzülmüş ve Gizemli Ten’iyle tanıdığımız, Amerikan bağımsızlarının ünlü isimlerinden G g Ar i’nin son ı, kafa bulmaya ilişkin yanumarası van ve biraz bayat buluşlar ve birtakım komik durumlar üstünden etkileyici olmaya çalışan, hoş ama boş bir komedi denemesi gibi geldi bize. Yediği kenevirotlu kekler nedeniyle kafayı bulmuş, film boyunca sürekli güleç ve kıkır kıkır dolanan, Los Angelesli Jane’in ( ) düştüğü gülünç hallere odaklanan, bu klişemsi kıyak kafa güldürüsünden akılda kalan, kendini bir lunaparktaki dönme dor ın 1848 Almanca ilk labın tepesinde, baskısı elinde, şaşkınca gezinirken bulan Jane rolündeki Faris’in oyunuydu. 27. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDE BUGÜN ek ne sı 11.00 Gölgeler, 13.30 9.90 YTL , 16.00 12, 19.00 Duman Altı, 21.30 Bereketli Topraklar Üzerinde A as 11.00 Çocuklar, 13.30 Ebeveyenler, 16.00 İkiye Bölünmüş Kız, 19.00 Bir Amerikan Suçu, 21.30 Paris 1 11.00 Kaotik Ana, 13.30 Making of, 16.00 Mister Lonely, 19.00 Kayıp Çocuklar Şehri, 21.30 Düello, Be lu 11.00 Düşmanımın Düşmanı, 13.30 Benim Babam Türk, 16.00 Terörün Avukatı, 19.00 Patti Smith: Dream of Life, 21.30 Shine a Light A as2 11.00 Otuz İki.. + Seçmeler, 13.30 La Leon, 16.00 Kurdun Saati, 19.00 Baltaya Dokunma, 21.30 Fırınların Saati 11.00 Nebraska Prensesi, 13.30 Köstebek, 16.00 Balıklı Bulgur, 19.00 İşte Özgür Dünya..., 21.30 Into the Wild F Re FESTİVALİN SÜRPRİZİ ‘LEOPAR’ İRAN YAPIMI ‘UTANÇ’ K A M İ L M A S A R A C I K Ü L T Ü R ? Ç İ Z İ K MAJEWSKI’NİN ‘CAM DUDAKLARI’ C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle