04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
31 OCAK 2008 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Mimarlık sanatının ‘demokratik yarışı’nda ortaya çıkan ‘sanat yoksunu’ tartışmalar 15 ODAK NOKTASI AHMET CEMAL ‘İmar’sız ‘mimar’lığın çekiciliği imarlık bir “gösteri(ş) sanatı” mıdır, yoksa Fransız Mimarlık Yasası’ndaki deyişle kente ve çevreye “uyumlu katılım” mı? Günümüzde, “biz en farklıyız” iddiasıyla pazarlanarak “en yüksek rantlar”ı sağlayan yapıların mimarları, açıkça söylemeseler bile “birinci”sine kapılmışlar. Topluma “başka bir dünya” sunan kimi projelerinin kente “uygunsuz”luğunu belirten meslektaşlarına diyorlar ki, “Mimarlığı(mızı) engellemeyin…” Tarihin mimarlık ülkesi Türkiye’de, hâlâ bir “mimarlık yasası” olmadığı için dünyadan örneklerini verdiğimiz “ikinci görüş”ü savunanlar ise “uyumlu” katılımın koşulunu şöyle özetliyorlar: “Bireyci yapılaşma kararlarıyla değil, toplum, kent ve çevre yararına öncelik veren bir imar ve planlama düzeni içinde tasarım yapılmalı...” Ne var ki bu evrensel doğru, ranta değil, “kente ve çevreye bağımlı”lığı gerektirdiğinden, bundan kurtulmanın sloganı da “Mimarlığın önünü açın…” oluyor... Oysa “onurlu” mimarlığın önünü asıl tıkayanlar, toplumsal çıkarları ve yaşam haklarını gözetmeyen yapılaşma kuralları ile en yüksek emlak kazançlarını hedefleyen mimarlık yoksunu siyasi kararlar değil midir? Ya da en kısa deyişle “imarsız mimarlık”tan nemalananlar... LUSLARARASI İLKELER Nitekim Mimarlar Odası’nda da imar disiplini yerine ‘imarsız mimarlığın savunulması’na aday olanlar, özgeçmişlerine “üyesiyim” diye yazdıkları UIA (Uluslararası Mimarlar Birliği) ilkelerini bile göz ardı edebiliyorlar. UIA, kentsel ve çevresel yıpranmanın “küresel tehlike”ye dönüştüğü 90’lardan bu yana diyor ki: “Mimarlık özgür değil, bağımlıdır…” Tüm dünyadanın aklı başında mimarlarının, “ne demek istedi”kleri de 1993’teki Chicago Kongresi’nde açıklanmıştı; “Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Bağımlılık” başlıklı kongre bildirgesini temel alan sayısız belgede yıllardır şu söyleniyor; “Mimarlar, toplumsal ve küresel sorumluluklarını meslek yaşamlarının odağına koymalıdırlar. Hükümetler bunu destekleyen yasalar çıkarmalı; mimarlık kurumları da aynı bağımlılığın yaşama geçmesini ‘Romanınızda Ne Anlatmak İstediniz?’ Merak edip eski dergi ve gazeteleri karıştırdım. Yaklaşık on yıl öncesine kadar, yeni çıkmış bir roman veya öykü kitabıyla ilgili söyleşilerde, yazarlara yukarıdaki gibi bir sorunun yöneltildiğine hemen hiç rastlanmıyor. Oysa şimdilerde, bu soru çoğu söyleşinin neredeyse ‘açılış’ cümlesi gibi. Romanınızda veya son öykülerinizde ne anlatmak istediniz? Merakım, aslında iki sorudan kaynaklanıyor. İlk soru, bir edebiyat eserine ilişkin olarak böylesine cehalet kokan bir sorunun nasıl sorulabildiği. İkinci soru ise, ‘yazar’ olan birinin, nasıl olup da böyle bir soruyu uzun uzadıya cevaplandıracak kadar bilinçsiz olabildiği. Devam etmezden önce bir saptama: Bir yazara romanında veya öykülerinde ne anlattığını sormak, ancak o kişiye –gerçekten ‘yazar’ ise eğer!– hakaret etmek anlamına gelebilir. Çünkü yazarın iletişim aracı ve ortamı, yazı’dır. Yazıda ne anlatıldığı ise sözel yolla değil, fakat yazılanın okunmasıyla anlaşılır. Bu gerçekler karşısında bir yazara yazdığıyla ne anlattığını sormak, soranın yazılandan bir şey anlamadığını dile getirmesidir; bu durumda bir kez de konuşma diline başvurularak, sanki yazının içerdiği anlamın sağlaması yapılmak istenmektedir. Öte yandan, böyle bir soru ile karşılaşan kişinin soruya, üstelik kimi zaman çok ayrıntılı bir biçimde, karşılık verme gereğini duyması, aslında yazanın da ‘meramını’ yazıyla anlattığından pek emin olmadığı gibi çok haklı bir kuşku uyandırabilir. Kaldı ki, bizim edebiyat ortamımızda kimilerinin böyle bir soruya muhatap olmadan da ne yazdıklarını anlatmaya girişmeleri, pek ender rastlanan bir durum olmaktan uzaktır! Bütün bunlar, Elias Canetti’nin yazanları ‘yazarlar’ ve ‘yazıcılar’ diye ikiye ayırmakta ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Hatta kanımca bu noktayı yazarlar ile yazar olmayanları birbirinden ayırabilmek için bir ölçüt yerine de kullanabiliriz: ‘Yazar’, kendisine yazdığıyla ne anlattığı sorulduğunda: “Ben, anlatacağımı yazarak anlattım kardeşim! Merak ediyorsan okursun!” deyip noktayı koyabilen kişidir. Buna karşılık yazdığıyla ne anlattığını kendisine sorulduğunda ya da gönüllü olarak anlatan, ‘yazar’ değil, ancak ‘yazıcı’ olabilir! Bir toplumda kültür bir bütün olarak magazinleşmeye yüz tutup, bunun yozlaşmaları yaşanmaya başlandığında, sözünü ettiğim yozlaşmalar her alana yayılır ve edebiyat da bu yıkımın dışında kalamaz. Bizimkisi gibi, en başta dil uygulaması ve dil kültürü artık çökme noktasına gelmiş bir toplumda ise ancak dil ortamında var olabilen edebiyatın alanında da tam bir kavram karmaşasının yaşanması, kaçınılmaz ve doğaldır. Öyle sanıyorum ki, ‘konuşan toplum’ olmaya duyulan özlem, bizim iklimlerimizde, belki de bu konuda fazla aceleci ve yeterince düşünmeden davranılması nedeniyle, olayı ‘konuşan toplum’ ile ‘geveze toplum’ kavramlarının bir kargaşada birleşmesi noktasına sürükledi. Konuşan toplum, anlamlı ve iletişim bilinciyle konuşanların ağır bastığı toplumdur; buna karşılık aklına ve ağzına geleni doğru dürüst düşünme gereğini duymaksızın söyleyenlerin çoğaldığı bir toplum, ancak ‘geveze toplum’ diye nitelendirilebilir. Görünüşe bakılırsa kimi yazarlarımız – yani, aslında ‘yazıcı’larımız! – bu karmaşadan paylarını fazlaca almayı başardılar. Çoğalma, yalnızca: “Yazdıklarınızla ne anlatmak istediniz?” sorusuna cevap vermekte acele edenler cephesinde görülmüyor. Ne yazdıklarını, nerelerde yazdıklarını, yazarken hangi konuları işlediklerini vb. bazen daha yazdıkları kitap, okurun eline ulaşmadan, sanki bir yarışmaya katılmışçasına anlatma merakında olanların sayısı da gün geçtikçe artıyor. Yazanıyla, söyleşi yapanıyla, sözde eleştirmenleriyle sanki bütün bir kesim, yazılanın okur katında mayalanmasına hiç meydan vermeksizin okuru koşullandırmakta söz birliği etmiş. Bu duruma karşı sanırım tek çare, okur olma bilincimiz üzerinde daha bir titizce durmak ve yazana da onun gevezeliklerine destek çıkanlara da şu karşılığı verebilmek: “Bana yazılanları söyleşerek, konuşarak anlatmayın! Çünkü beni bir okur olarak sadece yazarın yazı aracılığıyla anlattıkları ya da anlatamadıkları ilgilendirir!” [email protected] M Behiç Ak (mimarçizer) Cumhuriyet 24 Ocak 2008. U sağlamalıdırlar”... Benzer şekilde, yine şimdi “mimarlığı(mızı) engellemeyin” diyerek, meslek odalarını yönetmeye aday olanların görev aldıkları UIA2005/İstanbul Kongresi’nde de aynı bağımlılık vurgulandı. “Kentlerle mimarlığın buluşma ilkeleri”yle ilgili sonuç bildirgesinde deniyordu ki; “İstanbul Kongresi, mimarlığın temel yükümlülüğünü, yaşamı ve çevreyi tahrip eden tüketim ekonomisinin yerine, yoksulluğu önleyecek üretim ekonomisi; toplumların kültürel kimliğini yok etmeyen ve öz kaynakların talanına izin vermeyen bir mimarlık ve çevre öğretisi (...) olarak belirler...” Kongrenin ardından toplanan UIA Genel Kurulu’nun, İstanbul’daki çevre ve toplum çıkarlarına aykırı güncel örneklerin de sorgulandığı “Kentsel Demokrasi” başlıklı kararı da aynen şöyleydi: “Kent üzerinde önemli etkiye sahip tüm mimarlık ve kent planlama projeleri demokratik, şeffaf ve kamu katılımına açık nitelikteki yasa ve yönetmeliklerle gerçekleştirilmelidir...” (Karar No: 33) İşte bu evrensel çağrıya hem ev sahipliği yapmış, hem de çalışmalarıyla esin kayna ğı olmuş bir meslek odasına, “imarsız yapılaşmaya karşı çıktı”ğı için “Mimarlığı seviyor mu” demek, ne anlama geliyor; açıklamaya bile gerek yok... (Mimar Süha Özkan’la söyleşi, Melih Aşık, Milliyet/26 Ocak 2008) Hele, aynı söylemle oda yönetimine aday olup, başta belli ki “ayrıcalıklı imar beklentileri” olan medyayla birlikte, özellikle UIA’nın 33. kararına neden olan, siyasetin desteğiyle seçim kazanmaya çalışmak da nasıl bir meslek etiğidir; bunu da yanıtlamaya gerek yok... NDE GELENLER’(!)İN OYLARI! Geçen pazar, İstanbul’daki oda seçiminde “Mimarlık İçin Mimarlar” adıyla liste çıkaran “imarsız mimarlık”çıların, Cumhuriyet dışındaki gazetelere verdikleri ilanda deniyordu ki; “Türkiye’nin önde gelen 84 mimarının, ‘Mimarlığa yol açın!’ başlıklı deklarasyonunu destekleyen grupların üye sayısı birkaç bine ulaştı...” Oy kullanan 2 bin 500 mimardan onca geniş ittifaka rağmen ancak 800 oy alabilen bu “önde gelen” mimarlar topluluğu, odayı eleştirme adına bakın ne demişlerdi: “Mimarlar arasında ayrımcılık yaratıldı!..” Ne var ki aynı listeye girmediklerinden “önde gelmeyen”(!) binlerce mimardan, örneğin Doğan Kuban gibi hocaların hocaları; Behruz Çinici ve Aydın Boysan gibi mimarlık emektarları; Niyazi Duranay gibi mimarlığın yurtsever sevdalıları; Cengiz Bektaş gibi mesleğin simge isimleri; Mete Tapan, Cengiz Eruzun gibi koruma kurullarında özveriyle görev yapanlar; Mehmet Konuralp gibi mimarlık hakları için kavga verenler; Orhan Şahinler gibi eğitimin onur abideleri ve diğer duayenler, seçim öncesindeki genel kurula bile katılmayan imarsız mimarlıkçılar için kürsüye çıkarak şunu söylediler: “Aralarında iyi bildiğimiz, hatta öğrencilerimiz de var; hayret!..” Doğan Kuban ise bilgelik dokunulmazlığı içinde sözünü şöyle tamamladı: “Bu içeriksiz söylemlerin altına imza atmak, mimarlık adına ayıptır...” (26 Şubat 2008Taşkışla) İSTENİN ANIMSATTIKLARI Gerçekten de mimarlığımızın bu gibi saygın temsilcileri arasında yer alabilecekken, her nasılsa “imza atmış” kimi isimlerin dışında, listenin genel karakterine gelince: “Mimarlık ve şehircilik çevrelerinde sorgulanan yapılaşmaları tasarlayanlar”; “Planlama ve imar hukukuna aykırı yapılaşma kararlarına dayalı projelerin müellifleri”; “Restorasyon adına tarihi yapıları yıkarak kullanım alanını arttırmayı amaçlayan dekoratif korumacılığın mimarları”; “yabancı isimli TOKİ sitelerinin ayrıcalıklı yaşam pazarlamasına mimari katkıda bulunanlar”... ve bütün bu göz kamaştırıcı ilişkilerin mimarlık olduğunu sanarak, meslekte “star”laşmanın büyüsüne kapıldıkları anlaşılan “genç taraftarlar”ı olarak tanımlanabilir... Bir de elbette ki karikatür vb. “diğer” sanatlarda ustalaşmalarına rağmen, ‘önde gelen mimar’ sınıfında yer alabilenler... Ne diyelim? Sadece İstanbul’a değil, tüm kentlerimize de geçmiş olsun... Çünkü örneğin başta İzmir olmak üzere, diğer Mimarlar Odası şubelerinde de imarsız mimarlıkçılar aynı söylemlerle ve benzer ittifaklarla aday oldular. Ne var ki “mimar”lardan aldıkları oy, kamuoyunda zorlamayla yaratılan “imaj”larının (!) çok gerisinde kaldı... L ‘Ö ANTALYA 3. SULH HUKUK MAHKEMESİ’NDEN İLANEN TEBLİGAT ESAS NO: 2006/1278 KARAR NO: 2007/2259 Davacı Mustafa Cengiz vekili Av. Oğuz Uyanık tarafından, davalı Fatma Cengiz ve arkadaşları aleyhine açılmış olan, Ortaklığın Giderilmesi davasının yapılıp bitirilen duruşması sonunda, Adresi Tespit edilemeyen ve dava dilekçesi ile duruşma günü ilanen tebliğ edilen, davalılar MÜZEYYEN CANSEVEN (Sapmaz) ile NİHAL CANSEVEN’e (Çimen) karar tebliğ edilemediğinden kararın ilanen tebliğine karar verilmiş olup karar gereğince Mahkememizin 17.12.2007 tarih ve 2006/1278 Es.2007/2259 karar sayılı kararı ile Antalya, Kışla Mah., 2845 ada, 8 parsel sayılı taşınmazın, ortaklığın taksim sureti ile giderilmesi mümkün bulunmadığından, satış suretiyle giderilmesine, satışın genel (umum) arasında yapılmasına, satış parasının tapudaki hisseler ve veraset ilamındaki, hisse ve hissedar adedine göre dağıtılmasına, adresi tespit edilemeyen davalılar, Müzeyyen Canseven (Sapmaz) ve Nihal Canseven (Çimen) tarafından kanuni süre içinde temyiz edilmediği takdirde, kararın kesinleşeceği, davalılara ilanen tebliğ yerine geçmek üzere ilan olunur. 23.01.2008 Basın: 4518 Bir Varmış... Bir Yokmuş... TEMA Ormanlarımız Yanıyor. Seyirci Kalmayın. Fidan Dikim Hattı: (0 212) 284 80 00 www.tema.org.tr CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle