20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 12 ARALIK 2006 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET /HAYIR OKTAY AKBAL Denizciliğimizde FOBCIF Kavgası Önce, özelleştirme rüzgârının etkisi ile geçmişleri Cumhuriyetin o coşkulu yıllarına uzanan devlet malı anıt kuruluşlar yerli ve yabancı özel sektör devlerine satıldı. Buna deniz sektöründe anlattığım kavganın öncüsü ve organı olan D.B. Deniz Nakliyatı T.A.O. da gemileri, binaları, tası tarağı ile deyim yerindeyse beş kuruşa satıldı. dürmesi, dış ticaretimizden doğan deniz taşımalarının milli filo ile yapılması yoluyla desteklenecekti. Bu nedenle ithalatın genelde FOB olması esastı. Maliye Bakanlığı, Hazine ancak malı taşıyacak Türk bayraklı gemi yokluğu halinde CIF(**) alıma izin veriyordu. Uygulama iç ve dış direnmelere karşın sürdü gitti. Ekonomide navlun piyasasında enflasyonlar, krizler yaşandı. Yıllar geçti, Türkiye’nin dış ilişkilerindeki gelişmeler, devletler arası kapışmalar, gümrük birliği, AB olayları ile bugünlere ulaştık. Hikâyesini özetlemeye çalıştığımız o yıllardaki tablonun bugünkü görünümü o kadar farklı ki. Önce özelleştirme rüzgârının etkisi ile geçmişleri Cumhuriyetin o coşkulu yıllarına uzanan devlet malı anıt kuruluşlar yerli ve yabancı özel sektör devlerine satıldı. Buna deniz sektöründe anlattığım kavganın öncüsü ve organı olan DB Deniz Nakliyatı TAO da gemileri, binaları, tası tarağı ile deyim yerindeyse beş kuruşa satıldı. PENCERE Ecevit Almıştı.. Tayyip mi Verecek?.. Geçen gün bir gazetede yayımlanan ilginç kamuoyu yoklamasına gözüm takıldı, siyasal liderlerin oy oranlarını sergileyen bir çalışmaydı... Doğru mu yanlış mı bilemem, en başta Tayyip Erdoğan görünüyordu... Halk demek ki RTE’yi hâlâ tutuyor. Oy oranı yüzde 39... Ondan sonra gelen lider kim?.. Adı lazım değil... Yüzde 10’larda... Doğrusu şaştım!.. ? Tayyip’in yürüyüşü biraz kabadayı, az bıçkın, az buçuk külhani; hanımı sıkı sıkıya türbanlı; Başbakan Müslümanlığını politikada kullanarak prim yapmaya çalışıyor... Kızdığı zaman halktan birine ne diyor: “ Al ananı da git!..” Oysa en başta köylü, geniş halk kitlelerinin imanı gevriyor... Tayyip yaman... Ülkenin canına okunurken, halkın iflahı kesilirken, ortalıkta salına salına dolaşıp hava atmak her liderin harcı değildir... Tayyip girişken... Televizyonlarda izliyorum, AB’nin bizi şamar oğlanına çevirdiği, ABD’nin alabildiğine horladığı zamanlarda RTE yabancı mekânlarda volta atıyor, dışarlıklı diplomatlar, temsilciler, yabancı politikacılarla kucaklaşıyor; biriyle öpüşüyor, ötekinin omzuna vuruyor, berikinin sırtını yumrukluyor... Aferin!.. ? Ancak son günlerde bütün bunların üstüne üstlük Tayyip’e bir şeyler oldu... RTE, Kıbrıs’ı elden çıkarmaya mı karar verdi?.. Türkiye’nin deniz ve hava limanlarından ikisini Başbakan neden ansızın Rumlara açmak istiyor?.. Başbakan bunun anlamını bilmiyor mu?.. Yoksa bizim yüzde 39’luk lider Kıbrıs’ı Rumlara teslim edip AB’nin gözüne girmek hevesinde mi?.. RTE, AB’nin gözüne girmekle AB’ye girmek arasındaki farkı bilmiyor mu?.. Yoksa bilmezlikten mi geliyor?.. ? Bülent Ecevit nazik bir liderdi.. Efendi.. Çelebi.. Oturuşu, kalkışı, muaşereti, edebiyle müsemma bir kişiydi.. Kabadayılıkla, bıçkınlıkla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu... Ama, höt denince yelkenleri indiriverecek bir kişiliği de yoktu... Nitekim Amerika’sıyla, İngiltere’siyle bütün Batı, Türkiye’nin karşısına çıktığı halde Kıbrıs davasında panikleyip diz çökmedi... Kıbrıs çıkarmasında eğilip bükülmedi... ? Şimdi ne oluyor?.. Çelebi Ecevit’in aldığı Kıbrıs’ı kabadayı Tayyip elden mi çıkarıyor?.. Avrupa biraz diş gösterdi... Bizimki secdeye mi geldi?.. Vallahi yakışmıyor... Bizimki içerde askere, Cumhurbaşkanı’na, muhalefete barut gibi de dışarda yabancıya yumuşak mı yumuşak... Akpınar; Örnek Bir Gazeteci! Selâmi Akpınar “Babıâli’de 65 Yıl” demiş!.. Şimdi, Babıâli diye bir yer yok! Selâmi Akpınar’ın bildiği, anladığı, tanıdığı Babıâli gazeteciliği de yok!.. Yeni çıkan “Babıâli’de 65 Yıl” (Avcıoğul Yayını) bu yüzden bir çeşit masal kitabı gibi... Benim yarım yüzyıllık arkadaşım, basın yoldaşım... Nice geceler geçmiş bir arada, nice uykusuz, heyecanlı sabahlamalar... 1940’ta başlamış Akpınar’ın gazetecilik serüveni... Mesleğin ilk sıralarından yazıişleri müdürlüğüne!. Daha çok, gecelerdir bizim mesleğin en çileli alanı.. gece sekreterliğidir... Ki günümüzde pek kalmadı gibi! Kırklı, ellili, altmışlı yıllarda gazeteler geceleri hazırlanırdı. Yurtiçi, yurtdışı haberler telefonla bir de ajanslardan alınırdı. Gece yarılarına kadar beklenirdi, sabaha karşı makineler dönmeye başlardı ancak... İstanbul dışına kamyonlar taşırdı gazeteleri, taşrada bir gün sonra okurdu halkımız... Şimdilerde gece olmadan başlıyor baskı, öyle sabahlara kadar çalışmak eski bir anı oldu!.. Selâmi Akpınar benim şefimdi... İhsan Ada’nın yardımcısı, ben de dış haberlerle ilgili kişi olarak onların yardımcısı... Kaç yıl sürdü bu? Bir yandan yazılar, 1956’dan sonra köşe yazıları, yine de gece sekreterliğini sürdürmek!.. “Vatan” gazetesinin tarihi bir bakıma, Akpınar’ın anıları... Tüm yaşamı orada geçmiş, Ahmet Emin, Melih Yener, İhsan Ada, daha sonra Özcan Ergöder dönemlerinde sorumlu yönetmen, gazetenin en sevilen, en sayılan, en güvenilen kişisi!.. Kitabın önsözünü yazan Hıfzı Topuz: “Yıllar boyu basın toplantılarında Gazeteciler Cemiyeti ya da Gazeteciler Sendikası kongrelerinde birlikte olduk. Selâmi, meslekte herkesin çok sevdiği ve saydığı bir gazeteciydi. Arkadaşlarının sorunlarını paylaşan, herkese yardım eden, her zaman güler yüzlü, çok iyi kalpli, dürüst bir dostumuz...” Bir anı kitabı!.. Ama Selâmi’nin basın yaşamı bu kadar değildir, her zaman iyi niyetli, alçakgönüllü, gerçek bir aydın... Şimdilerde gazeteciliğe her adım atan kısa sürede yazarlığa heveslenir, o da yetmez köşe yazarlığına, genel yayın yönetmenliğine doğru koşmaya başlar. Oysa Selâmi, istese en güzel yazıları yazar, köşelerde kalmazdı. Basın dünyasındaki altmış yılı aşkın serüvenini de kısacık bir anlatı olarak sunmakla yetinmezdi. Keşke bir arkadaşa anlatsa basın yaşamını, ayrıntılarıyla, belgesel anılarıyla bugünkü arkadaşlara ders olabilse... “Babıâli’de 65 Yıl”da Akpınar, Vatan gazetesi, Kore Savaşı muhabirliği, Pulliam davasındaki hapisliği, öğretim üyeliği, ajans müdürlüğü dönemini kendine özgü alçakgönüllü anlatımıyla anlatmış. On altı aylık bir mahkumluğunu çekmek üzere cezaevine girerken, 2 Ocak 1960’ta Vatan’da çıkan veda yazısı, bugünler için de geçerli bir dürüst gazetecilik dersidir: “Çok partili sisteme geçerken nasıl bir gazeteci isek bugün de yine öyle gazeteciyiz. O zaman neler tenkit edilebilmiş ise bugün de onları tenkit etmek hakkına sahip olmak istiyoruz. Hatta daha iyisini, daha mükemmelini istiyoruz. Çünkü o zaman yapılan mücadelede bunlar vaat ediliyordu bize. Her alanda olduğu gibi basında da daha ileri, daha demokratik bir hayata kavuşturulacağımız müjdeleniyordu. Ama hiçbirini bulamadık. Var olanları da kaybettik. Bugün Türk gazetecisinin kaybetmediği tek şey, azmi ve cesaretidir. Bıraktığımız yerden aynı inançta arkadaşlarımız devam edecek. Bu ruhta ve inançta olan arkadaşların sayısı hiçbir zaman eksilmeyecektir.” Evet, neredeyse elli yıl önce yazılmış bu sözler, Türk gazeteciliğinin niteliğini, kişiliğini, düşünce özgürlüğüne olan bağlılığını bugüne taşımaktadır. Selâmi ne der bilmem ama, ben ne yazık ki o günlerdeki basın yürekliliğini, basının özgürce yazmak, konuşmak, gerçekleri dile getirmek çabasını günümüzde pek göremiyorum! Sevgili dostum Selâmi Akpınar’ın kitabı bir güzel başlangıç... Basın yaşantımızın en güçlü bir tanığı olan Akpınar’dan yeni anı kitapları bekliyorum... Oktay SÖNMEZ DenizciYazar K urtuluş Savaşı mucizesinin başkumandanı daha Cumhuriyetimizi ilan etmeden önce İzmir İktisat Kongresi’ni (17 Şubat4 Mart 1923) toplar. Yaşamının yarıdan fazlası cephelerde ölüm kalım savaşlarında geçmiş Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndan önce oluşturduğu kongreler gibi, yoksulluk ve geri kalmışlığı da düşmanı yendiği gibi yenme iradesi ve vizyonunun temeli İzmir’deki o kongredir. Orada nelerin görüşüldüğü, ne kararların alındığı bellidir. Bu kararlardan biri de ekonominin en önemli lojistiği olan denizaşırı ulaşımın çekirdeği olacak bir filonun oluşturulmasını öngörmektedir. Büyük önderin hedef gösterisi ile denizcilik “ulusal bir ülkü” olarak düşünülecek ve hızla başarıya doğru gidilecektir. Yoksul ve savaş yorgunu, işgalden yeni kurtulmuş ülkenin tek bir kuruş borca girmeden satın aldığı gemilerle bugünkü modern Türk Deniz Ticaret Filosu’nun çekirdeğinin oluşturulması. İsimlerine yolsuzluk bulaşmamış ve içlerinde “az zamanda çok ve büyük işler yapma”nın coşkusu, heyecanı, içtenliği ile dolu yürekler taşıyan o günlerin yöneticileri. Evet, denizciliğimizde Cumhuriyetin onuncu yılına ve onu izleyen yıllara bu rüzgârla ve onlarla ulaştık. ‘Sarı Baca Efsanesi’ Bu arada geçmişi 1843’lere uzanan “Sarı Baca Efsanesi” isimler değiştirerek 1954’te de kurulan DB Deniz Nakliyatı TAŞ, 1970’lerin sonlarına doğru 79 parça gemisi ve 1 milyon DWT’ye yaklaşan tonajı ile bütün dünya denizlerine açılmış, uluslararası denizcilik piyasasının şimdi de AB olayında karşımıza dikilenasları ülkelerin deniz ticaret filoları ile bitmek bilmeyen zorlu bir kavganın içindeydi. Ben ve okul arkadaşlarımdan bazıları da sözünü ettiğim denizcilik kuruluşunda görevli olarak bu kavganın coşkulu askerleriydik. Tekstil denilen olayın ismi bile edilmeyen yıllardı. Pamuk tarlalardan fabrikalara iniyor, balyalar halinde gemilerimize yükleniyordu. Karadeniz’de fındık, Ege’de tütün, incir, üzüm, narenciye. İç Anadolu’daki altın başaklı tarlalardan gelen buğday, toprağımızın derinliklerinde hâlâ kalitesi dünyada var olanların en üst düzeyindeki madenler (krom, demir, colemanit) dış ülkelere satılıyordu. Deniz ticaretindeki kavgamız bu ihracat ürünlerinin, dışarıdan ithal ettiklerimizle beraber Türk bayraklı gemiler var oldukça onlarla taşınmasının sağlanmasıydı. İhraç malları yurtdışındaki müşteri tarafından genellikle FOB(*) olarak alındığı için müşteri taşımayı yapacak gemiyi kendisi gönderiyordu. Ama nerdeyse yüzde 7580’i kamu kuruluşlarınca yapılan ithalatımız da FOB olmalıydı. Yani alıcı olarak gemiyi yükleme limanına biz gönderip malımızı kendi gemimizle getirmeli, navlun olarak yabancı gemiler için döviz ödememeliydik. Deniz ticaretinde sürdürdüğümüz kavganın gerekçesi buydu. Hem malı yurtdışından dövizle alacaksınız hem de yabancı bayraklı gemiye taşıtacak navlunu da döviz olarak ödeyeceksiniz. Kavga bunu önleme kavgasıydı. Taşınan yük miktarları yüksek gübre, petrol olduğu gibi, çeşitli araç makine ve malzeme gibi ithal malları olunca kavga daha da büyüyordu. Avrupalı armatörler birlik olmuş, direnişimizi kırmak için olmadık yolları deniyorlardı. Ekonominin zararı Yukarıda sözünü ettiğim kararname de bu arada çoktan yürürlükten kaldırıldı. Şimdi büyük çapta devlet kurumları dahil bütün dış alımlarda, hani derler ya, atış serbest. Alımlarda FOB zorunluluğu falan yok. İsteyen istediği ithalatı çok ender bazı durumlar dışında CIF yapabiliyor. Bu mekanizmayı büyük miktarların matematiğinde ve uzun süreçlerde düşününce zaten borca batmış ekonominin zararı da o oranda büyüyor. Uluslararası piyasadan bu filoyu doyuracak iş aramayı önleyici bir durum yok ise de bizim satın aldığımız malın kendi gemilerimiz ile taşınması varken bu alana sürekli olarak başkalarının sokulmasına seyirci kalmanın ve üstelik döviz olarak navlun ödemenin acı bir çelişki olarak devam edeceği endişesini taşıyorum. Nerelerden ne günlere geldik! Yazık olmuş sürdürdüğümüz kavgalara. Saçımızı boş yere ağartmışız. * FOB: Free on board. Malın gemide teslimi. Bu durumda gemiyi alıcı gönderir ve navlununu öder. ** CIF: Cost, insurence freight. Malın değeri, sigortası ve navlunu satıcı tarafından ödenir. Gemiyi de satıcı tahsis eder. Devletlerarası kapışma Ünlü Türk Parasını Koruma Kanunu’na ilişkin bir kararname bu konuda bir önlem olarak çıkarılmıştı (11513 sayılı olarak anımsıyorum). Bu arada Deniz Ticaret Filomuz da gelişmiş, büyümüştü. Varlığını sür Pinochet, Evren ve Erdal Eren Ali BULUNMAZ 11 Eylül 1973’te CIA gözetimindeki darbeyle, Şili’de diktatörlüğünü ilan eden; binlerce insanın kayboluşundan ve işkenceden geçirilişinden; bir o kadarının da ölümünden sorumlu olan Pinochet, 10 Aralık’ta (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün yıldönümünde) öldü. Şili’de 1969’da kurulan Halk Birliği, ertesi yıl seçimlerde büyük başarı kazanmış; yabancı sermaye egemenliğine karşı başlatılan Marksist mücadele, Salvador Allende’nin Latin Amerika’da seçilen ilk Marksist lider oluşuyla taçlandırılmıştır. Soğuk Savaş’ın hararetli günlerinde süregelen komünist avından, 1973’te Allende’nin önderliğindeki Şili de payını almış ve General Pinochet’nin 1990’a kadar devam edecek diktatörlüğü başlamıştır. Elbette, Pinochet’nin “en önemli icraatları” ilerici, aydın ve solcu Şililileri hapse atma, ülkeden sürme, kaybetme ve idam etme biçiminde şekillenmiştir. 11 Eylül’deki darbede başkanlık sarayında öldürülen Allende’nin yanı sıra; o gün, darbe öncesi koşullara dönüleceğini umarak Pinochet’ye destek veren “ılımlılar” ve “liberaller” de cunta tarafından tasfiye edilmiş, daha sonra Pinochet, 1987’de siyasi yasaklar kalkana dek kanlı diktatörlüğünü sağlam kılmak için elinden geleni ardına koymamıştır. 1973 Şili darbesinden tam yedi yıl sonra, Türkiye de benzer bir müdahaleye tanık olmuş, 12 Eylül 1980’de tüm demokratik yapı, Kenan Evren başkanlığındaki konsey tarafından alaşağı edilmiştir. 12 Eylül saat 04.00’ten günümüze kadar etkileri devam eden; sosyal ve kültürel yaşamı derinden sarsan, açtığı yaralar kapanmayan darbe, pek çok insanın fişlenmesine, işkence görmesine, tutuklanmasına ve idamına yol açmıştır. “Asmayalım da besleyelim mi” sözüyle idamları savunan Evren’in, belki de en bilinen kurbanı Erdal Eren’in infaz süreci Türkiye’nin kara bir lekesidir. 13 Aralık 1980’de, 17’sindeyken “naylon raporla” yaşı büyütülerek sehpaya çıkarılan Erdal Eren’in; idam cezasına çarptırılma gerekçesi ise “bir eri öldürmek”ti. Her ne kadar eri öldüren kurşunun, piyade tüfeğinden ateşlendiği belirlense de; bu raporların, Eren’in “yaş büyütme” raporu kadar kolay gündeme gelememesi, 12 Eylül’ün “özel koşullarıyla” ilgiliydi! 1973’te CIA destekli Şili darbesi ile CIA görevlilerinin “Bizim çocuklar başardı” diye muştuladığı 12 Eylül Türkiye darbesi ve darbecilerin suçsuz yere idam ettiği 17 yaşındaki bir genç; tıpkı Şili’de, Pinochet’nin imzasıyla kalemi kırılan, kaybolan, işkencelerden geçen, kurşuna dizilen ve tren raylarına bağlanıp okyanusa atılan yüzlerce yaşıtı gibi. İki ülkenin yakın siyasi tarihindeki kimi olaylar ve yaşanan acılar, birbirine ne kadar benziyor değil mi? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle