29 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
10 EKİM 2006 SALI CUMHURİYET SAYFA HABERLER 7 Gözaltılar, işkenceler, cezaevleri ve sürgünler yaşamının önemli bir bölümünü oluşturdu DÜZ YAZI ORHAN BİRGİT Boran’a 19 yıl sonra saygı SÖNMEZ TARGAN Teftiş Fırçası Gibi Olmasın... Türkiye Büyük Millet Meclisi, bugün milletvekili seçilme yaşını 30’dan 25’e indiren anayasa değişikliğini görüşecek. Teklif, iktidar ve muhalefet partilerinin ortak önergesi ile gündeme alındığı için de, çok büyük bir olasılıkla benimsenecek ve yine anayasaya göre, genel seçimlerden bir yıl önce yasalaştığından, 2007’de işlerlik kazanmış olacak. Anadolu Ajansı muhabirlerinden Zafer Alparslan, bugünkü parlamentoyu oluşturan 546 milletvekilinden sadece yüzde 6.4’ünün 40 yaşın altında olduğunu saptamış. Yürürlükteki yasaya göre 30 yaşında oldukları için son genel seçimlerde TBMM’ye girebilenlerin sayısı ise sadece 2. Bu araştırmanın sonucu, siyasal partilerin tüm resmi söylemlerine karşın, son seçimlerde genç nüfusa rağbet etmediklerini saptıyor. O genç nüfusu oluşturan seçmenler de, bir yandan 12 Eylül darbesi sonrasında izlenen strateji nedeni ile politikadan kopartıldıkları için, öte yandan da siyaset arenasına demir atmış babalarının, hatta ağabeylerinin isteksiz davranışları nedeni ile olmalı; zaten sandığa gitmemeyi yeğleyen kararsızlar arasında yer aldılar. Sonuçta, bir yandan AB ülkelerinden esen rüzgârın, öte yandan var olan partilerin ülkenin giderek çoğalan genç nüfusuna olan gereksinmesinin de etkisi ile gecikmiş bir anayasa değişikliği TBMM nin bugünkü gündeminde yer aldı. Biraz tarih Milletvekili yaşını 25’e indirme girişimi ilk kez 1961 Anayasası’nın görüşülmesi sırasında, o görüşmelerin yapıldığı Kurucu Meclis’te ele alınmıştı.. Taslağı hazırlayan Anayasa Komisyonu, seçilme yaşını 30 olarak saptamış, üyelerden Bülent Ecevit birçok demokratik ülkede seçme ve seçilme yaşının aynı olduğunu söylemişti. Ecevit’e göre 30 yaşta ısrar edenler, politikayı çok kullanılan bir tabir ile “çamur” sayanlardı. “Gençler politika çamurundan koruma gayreti ile siyasetten uzak tutulmak isteniliyor” demişti Ecevit ve seçilme yaşını yüksek tutmanın ikinci nedeninin, çağın koşulları ile gereği kadar uyuşmayan aile düzeni olduğunu anlatmıştı. Normal demokrasilerde politikanın bir bütün olarak ele alındığını söylemiş, Yunanistan ve İskandinav ülkelerinde milletvekili seçilme yaşının 25 olduğunu anımsatmıştı. Aynı konuda söz alan ikinci üye Oktay Ekşi’dir. Ekşi de, 25 yaşındaki yurttaşlarına milletvekili seçilme hakkı tanıyan 19 ülkenin adlarını tutanağa geçirirken, Güney Amerika devletlerinden de söz edince, Meclis’in tutucu üyelerinden “ooo” sesleri geliyor. Bunun üzerine Ekşi, “O halde durunuz” diyor, “demokratik düzene sahip Batı ülkelerini de sayayım”. Ve ABD’nin 25, İngiltere’nin 21, Danimarka, Belçika’nın 25 yaşındaki yurttaşlarının parlamentoya getirdiğini anlatıyor. Ama Kurucu Meclis, 30 yaşta direniyor. O direniş bugüne kadar sürdürüldü. Ecevit başbakan olarak gittiği İskandinav ülkelerinden birisinde kendisini parlamentoda karşılayan iki genci önce protokol görevlisi sandığını, daha sonra onların iktidar partisi grup başkanvekilleri olduklarını öğrendiğini örnek olarak anlattığı halde direnci kıramadı. Bugün, parlamentoyu kâğıt üzerinde gençleştirmeyi amaçlayan ılık rüzgârın arkasında AB ölçütlerine uygun isteklerin yanı sıra, ülke nüfusunun hızla gençleşmekte oluşunun da etken olduğunu bir kez daha tekrarlayayım. Ancak.. Ama, bir hükmün anayasalarda yer alması, o hükmün mutlaka içtenlikle uygulanmasını gerektirmiyor ki. Önemli olan, yarın genel seçimlerin yapıldığı zaman, siyasal partilerimizin listelerinde bu 30 yaş hükmünü, vitrinlerden bir süs, genç yandaşlara bir teşvik malzemesi olarak çıkarmayı doğal karşılayıp karşılamadıklarıdır. 2002 genel seçimlerinde halkın iradesini kullanma yetkisini alan bugünkü TBMM’de sadece 2 milletvekilinin 30 yaşını doldurmuş olarak seçilebildiğini yineleyelim. Adaylarını ne yazık ki demokratik olmayan yöntemlerle saptayan partilerimiz, anayasanın bu yeni hükmünü, vitrinlerini süsleyen bir çekim malzemesi gibi mi kullanmayı yeğleyecekledir? Yoksa, kapılarını genç nüfusa gerçekten açarak siyasi partiler, o gençlerin de yer alacağı ön seçimlerden ülkenin 25 yaştan başlayan kadınlı erkekli genç kuvvetlerine listelerin seçilebilme şansı olan yerlerinde lokomotif görevi verecekler midir? Bugün iktidarda olan AKP de, ana muhalefetteki CHP de parlamentodaki mevcut milletvekillerini önümüzdeki seçimin aday listelerinde aynen muhafaza edeceklerini her fırsatta ve genel başkanlarının söylemleri ile açıklıyorlar. O halde, bu 25 yaş devrimini yürürlüğe koyma şansı daha çok, ANAVATAN, DYP, MHP, DSP ve SHP gibi partiler için söz konusu olabilir. Tabii onlardan bu olanağı hangisi daha akıllıca kullanabilirse şans da onlara güler. Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran, 10 Ekim 1987’de zorunlu sürgün olarak yaşadığı Belçika’nın Brüksel kentinde yaşama veda etti. Aradan 19 yıl geçmiş. Su gibi akıp geçen bu zaman diliminde Türkiye’de çok şey yaşandı. Bu yaşananlar içinde vurgulamamız gereken bir gerçek var ki, özellikle sosyalist kesimde onun yerini dolduracak bir parti önderinin gelmemiş olmasıdır. Sosyalist kesimde yaşanan bu kısırlığın nedenlerine inmek bu yazının konusu olmamakla birlikte, 12 Eylül askersel devirmesinin yarattığı toplumsal depremin de bunda büyük payının olduğunu belirtmemiz gerekir. Siyasal partiler gibi siyasal önderler de şüphesiz sınıf savaşımının ürünleridir. Temsil ettiği sınıf adına savaşım veren önderler, tarihin örsünde dövülerek çelikleşirler. Böylesi tarihsel bir birikime sahip olmayan önderler, geçici bir süre parlasalar bile zamanla sönükleşip yok olurlar. 1 Mayıs 1910 yılında Bursa’da doğan Behice Boran’ın yarım yüzyılı aşan siyasal yaşamına baktığımız zaman, tarihin örsünde dövüle dövüle tavlanması şöyle dursun, adeta cenderesinde sıkıla sıkıla anıtlaştığını görürüz. Büyük gözaltılar, işkenceler, cezaevleri ve sürgünler onun yaşamının önemli bir bölümünü oluşturan trajedik sahnelerdir. Ama bunların hiçbirinden yılmayan, inandığı siyasal görüşlerinden asla ödün vermeden dimdik ayakta durmasını başaran önder kişiliğiyle ne denli haklı olduğunu bugün tarih de doğrulamıştır. Geriye dönüp Behice Boran’ın siyasal kimliğine baktığımızda, bize miras olarak ondan bugüne ne kaldı diye sorduğumuzda şu yalın gerçekle karşılaşırız: O, bilimsel sosyalist devinmenin Türkiye topraklarında legalize olması ve yığınlarla buluşması kavgasında hep önde yürümüş, bu konudaki yazı ve söylemlerini son derece açık, yalın ve usta bir üslupla dile getirmesini bilmiştir. Behice Boran’ın bir bilim insanı olmasının yanı sıra gerek bilimsel gerekse siyasal alandaki düşüncelerini topluma aktarmada etkili bir hatip olduğunu da vurgulamamız gerekir. Onun bu özelliğine tanık olan bir Geriye dönüp Behice Boran’ın siyasal kimliğine baktığımızda, bize miras olarak ondan bugüne ne kaldı diye sorduğumuzda şu yalın gerçekle karşılaşırız: O, bilimsel sosyalist devinmenin Türkiye topraklarında legalize olması ve yığınlarla buluşması kavgasında hep önde yürümüş, bu konudaki yazı ve söylemlerini son derece açık, yalın ve usta bir üslupla dile getirmesini bilmiştir. Köy kahvesindeki fotoğraf söylenenleri dikkatle dinleyen devrimci lideri, Behice Boran ve arkadaşlarını gösteriyor. Sol başta şair Ceyhun Can, yanındaki TİP önderlerinden Nihat Sargın’dır. Konuşan ise bu satırların yazarı Sönmez Targan. Boran’ın bakışındaki kararlılık ve inat hala o köy kahvesinde duruyor. kişi olarak yaşadığım bir olayı okurlarla paylaşmak isterim. 11 Aralık 1977 genel seçimlerinde AdanaTarsusMersin’de de Türkiye İşçi Partisi olarak belediye başkanlığı seçimlerine katılmıştık. Adana’da, daha sonra karanlık odakların kurşunlarına hedef olarak yaşamını yitiren Av. Ceyhun Can partinin belediye başkanlığına aday gösterilmişti. Demirtaş Ceyhun, Selahattin Uyar, Erol Özkök (Selahattin Uyar ve Erol Özkök de sonradan yakalandıkları sayrılığa yenik düşerek aramızdan ayrıldılar), Peyami Arıırk gibi aynı zamanda parti merkezinde de görevli arkadaşlarla geniş bir seçim kampanyası yürütmekteydik. Mersin İl Başkanımız Necdet Söylemez, Behice Hanım’ın bölgeye gelmesinin yararlı olacağını ısrarla vurgulamaktaydı. Partiye haber geldi; Behice Boran ve Genel Sekreter Nihat Sargın seçim çalışmalarına katılmak üzere Adana’ya geliyorlardı. Haber duyulur duyulmaz bölgede ve özellikle sol kesimde hiç beklemediğimiz bir dalgalanma yaşanmaktaydı. TİP’in görüşlerine katılmayan bölgedeki marjinal gruplardan bile çalışmalara katılanlar olmuştu. Partiden çok Behice Boran’ın kişiliğine duyulan bir ilginin ve saygının belirtileriydi bunlar. Daha önceki parti etkinliklerinde dolduramadığımız salonlar ve alanlar şimdi onu dinlemek, aynı zamanda fiziksel varlığıyla tanışmak için tıklım tıklım dolmaktaydı. Toplantılarda herkes onu bir öğretmenin dersini dinlercesine dikkatle ve büyük bir olgunlukla izliyordu. Daha da ilginci, seçim gezilerimizde yaklaşık 70 km. olan AdanaMersin hattında yol boyunca her 500 metrede bir jandarma görevlisi bulunuyor olması dikkatlerden kaçmamıştı. Hatta birçok kahve toplantılarında resmi giysilerini çıkaran kimi asker, polis ve kamu görevlilerinin Behice Boran’ı dinlemek için toplantı mekânlarının bir köşesinde sessizce oturduklarını anımsıyorum. Özetle Behice Boran Çukurova’ya damgasını vurmuştu. Aradan bunca zaman geçmesine karşın Boran adının bugün bile Çukurovalıların usunda güzel bir anı olarak yaşadığına inanırım. Çünkü bu ad, örs ile çekiç arasında dövüle dövüle çelikleşmiş bir anıtın yaşayan, çileli ama onurlu bir simgesiydi. Yakın zamanda gittiğim Çukurova’da bir köy kahvesine konuk olmuştum. Çay ocağının arkasında demliklerden çıkan buharın soldurduğu çerçeveli bir fotoğrafa gözüm ilişti. Bu Behice Boran’dı. Kendi kendime sordum: “Bugün kendi yaşamasa bile Boran gibi kaç sosyalist önderin bir köy kahvesinde fotoğrafı kalmıştır acaba” diye... TKP Genel Başkanı Aydemir Güler solun kimliğini kaybettiğini ileri sürdü Türkiye’nin sola ihtiyacı var İstanbul Haber Servisi Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Başkanı Aydemir Güler, sol ittifak çalışmalarını eleştirerek “Türkiye’nin sola ihtiyacı var, solun önünün kesmek için çevrilecek dolaplara değil” dedi. 1960’lı yıllardan bu güne CHP’nin “solun birliği ambalajıyla” Türkiye’nin önüne sürüldüğünü belirten Güler, sosyal demokrasinin yüz yıla yakın zamandır sol olmadığını vurguladı. İnönü’nün “ortanın solu” kavramını, emekçilerin çıkarı için değil, solun önünü kesmek için ortaya çıkardığını, Bülent Ecevit’in de halkçılık kavramı ile “solu düzen içine hapsetmeye çalıştığını” ileri süren Güler, solun kimliğini kaybettiğini kaydederek, şu görüşlere yer verdi: “Sol, emperyalizme karşı durmaktır. İş, geçeceği garanti bir tezkereye hayır oyu vermekle bitmiyor. Havaalanlarının ve sahasının katliam ve işkence uçaklarına ardına kadar açılmasının, IMF anlaşmalarının altında sosyal demokrasinin iktidar olarak da ‘sessiz muhalefet’ olarak da imzası var. Soruyorum; tasarlanan sol ittifakta Türkiyeİsrail Dostluk Grubu üyesi sosyal demokrat milletvekilleri de olacak mı? Sol, sermaye saldırısına karşı durmaktır. Bunlarsa özelleştirmecidir. İş, her dönem iki üç sendika ağasını milletvekili yapmakla bitmiyor. Sol, halkların kardeşliğidir. Sosyal demokrasinin Kürtlerle ilişkisi iki türlü: Ya milliyetçi bir düşmanlık ya da sahtekârca oy avcılığı. Türkiye sosyal demokrasisi bu alanda, bugün değil dün de faşizmle yarışıyordu. DSP milliyetçiliğini, hafızası zayıf birlikçilere hatırlatırız. Sol, aydınlanmacıdır. Emperyalizmin, sermayenin, şovenizmin yalanlarıyla dolu bir akım hiçbir şeyi aydınlatamaz. Ama ayrıca sosyal demokrasi şaşkındır. Bir kere, sicilinde gericiliğe direnmek yoktur. Sosyal demokrasi, gericiliğin etkilediği kitlelere hoş görünmek için namaza durmaktadır. İkincisi, gericilikle mücadelenin ‘yasak’ demekle hallolacağını sanmaktadır. Aydınlanmanın, toplumsal, ideolojik, kültürel, bilimsel bir kalkışma olması gerektiğinin ne farkındalar ne de böyle bir niyetleri var. DSP’lilerin tarikatlara düzdükleri övgüleri hatırlatmak, birlikçi unutkanları uyandırır mı, dersiniz?Türkiye’nin sola ihtiyacı var. Solun önünü kesmek için çevrilecek dolaplara değil. Solun birlik sorunu, emekçi kitlelerle birleşme sorunudur. TKP olarak kısa süre önce seçim ilkemizi açıkladık: TKP seçimlere Yurtsever Cephe’nin programı ve listeleriyle girecektir.” Faks: 0 212 677 08 21 obirgit?ekolay.net TKP Genel Başkanı Aydemir Güler. ENTERNET / MEHMET SUCU Onlara aslında Yes kuşağı da deniyor. Tüketmeyi çok sevdikleri için her şeye evet diyen ve neredeyse yeni olan her şeyi alan bir kuşak onlar. 1980 sonrası doğan tüketicilerin genel isimi aslında “Y” nesli. Dünyanın ilk global nesli olarak tanımlandılar. Bu neslin insanları çok daha fazla teknolojik olanaklara sahipti. Oyun konsolları, ev bilgisayarları, çok kanallı televizyonlar ve radyolar, sanal dünyanın ilk adımları hep Y neslinin tanıştığı şeyler oldu. Bu nesil, birkaç kültürün entegre olduğu müzikler dinledi ve filmler izledi. Tüm yeni çıkan ürünlerden haberdar oldu ve onları elde etmenin yollarını aradı. Küreselleşme ile birlikte Y neslinin mehmet?cumhuriyet.com.tr yadaki akranlarından pek farklı değiller. Örgütlenmiyorlar, çabuk sıkılıyorlar, çok tüketiyorlar, toplumcu değil bireyciler, benim gibi eski kuşakları pek fazla sevmiyorlar. Aslında galiba en önemlisi, tüm bu yergisel sözleri bir yana bırakıp şunu söylemek gerek: Onlar şimdiki dünyanın gerçek sahipleri. Değişen zaman ve koşullar bu nesli ortaya çıkardı. Bu günün gerçekliği onlar. Ve yakın bir zamanda da yönetici kuşak olacaklar. Biz dinozorların ise artık bu gerçekliği algılayıp ona göre davranmamız gerekecek. Çünkü onlar benim kuşağımdan daha esnekler, her koşula daha çabuk uyum sağlıyorlar, tüketmeyi çok sevdikleri için teknoloji ile daha iç içeler. Küreselleşmenin Gerçekliği: Y Kuşağı özellikleri daha da belirginleşti. Onlar internetli bir dünyada yetiştiler. Kütüphaneye gitmiyor, istedikleri bütün bilgilere internet aracılığıyla ulaşabiliyorlar. Bir yandan dünyayı, farklı kültürleri tanıyorlar diğer yandan da dünyayı “tek”leştiriyorlar. Sanal ortamda kurdukları grupların içinde yaşayıp internet cemaatinin evrensel kurallarını uyguluyorlar. Kullandıkları dili kısaltıyorlar, “merhaba” demek yerine slm demeyi tercih ediyorlar. Belirlenmiş saatler arasında belirlenmiş mekânlarda çalışmaktan hoşlanmıyorlar. Biraz oyun tadında iş arıyorlar veya çalıştıkları işyerlerini bilgisayar oyunu oynadıkları bir platform gibi kabul etmeyi tercih ediyorlar. Doğal olarak işyerleri ve işleri onlar için öncelik sırasında ilk değil. İletişim kuracakları insanların beden dilleri ve ses tonları pek önemli değil. Yani konuşacakları kişinin gözünün içine bakıp soru sormak yerine bilgisayardan eposta atmak daha kolay. Telefon bile eğer elinizin altında internet varsa pek kullanılası bir alet değil. Genellikle egosantrik bir kişilik yapısı gösteriyorlar. Onlar için bastıkları yer, genellikle dünyanın merkezi oluyor. Belki de bu nedenle pek fazla hayal kırıklığına uğruyorlar. Türkiye’de ise bu kuşak, dünyadaki örneklerinden bir adım daha ötede. ABD’de Vietnam Savaşı’nı bilmeyen kuşak olarak tanımlanan Y nesli, Türkiye’de de 12 Eylül’ü tanımayan apolitik gençler olarak biliniyor. Kendilerinden önceki nesiller tarafından kimi zaman Özal kuşağı, kimi zaman Evren kuşağı olarak adlandırıldılar. Ama hep hafif bir aşağılama ile anıldılar. Çünkü 12 Eylül 1980 darbesinin ardından yaşanan apolitikleştirme çabaları en çok onların üzerinde meyvelerini verdi. Onlar, dün CUMHURİYET 07 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle