19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 EKİM 2006 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Diyanet İşleri Devrim Kuruluşudur! Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi ve işlevi, dinsel okullar açmak, Kuran kursları açıp devletin yasakladığı Arap yazısıyla, Arapça Kuran ezberletmek ya da Sayın Başkanını kırmızı fes, beyaz sarık ve sırmalı cüppe ile gezdirip, akılları durduracak, insanı irkiltecek denli birtakım fetva benzeri konuşmalar yaptırmak değildir. Ali DÜNDAR oplumbilim öğretmenimiz, ışıklar içinde olsun, Prof. Dr. İ. Yasa’nın verdiği ‘‘Cumhuriyetin laik kültürlü toplumunu oluşturmada cami mi, okul mu?’’ konulu araştırma görevi için ziyaretine gittiğim Diyanet İşleri Başkanı, o da ışıklar içinde olsun, A. Hamdi Akseki, ‘‘ikisi de’’ demiş ve eklemişti: ‘‘Cumhuriyet idaresi bu iki kurumu birleştirmiş ve doğru olanı, aklî olanı, halka ve rejime yarayışlı olanı araştırıp bulup bilmeyenlere öğretmekle görevlendirmiştir; nasıl devlet düzenleri insan içinse, din de insan içindir; insanın olmadığı yerde ne devlet olur, ne de din...’’(*) Cumhuriyet, halkçılinsansal bir kavram olup, derneşme ve örgenleşme bağlamında, ussal ve dünyasal bir yaşama düzenidir. Türkiye Cumhuriyeti, indirimsel (vahiy) bir olgu ya da verile bir varlık olmayıp, Ulusal Bağımsızlık Savaşımı gibi, soylu bir halkçıl davranışın ürünüdür. Bu halkçıldünyasal davranış, doğaldır ki içerdiği bütün kuruluş ve kurumların, bütün örgütlenme ve örgenleşmelerin halklaşarak dünyasallaşmalarında izleyici, istençli ve kararlı olacaktır. Başka bir deyişle, bir bağımsızlık savaşımı ve bir halk deviniminin ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti: Temelde us ve sevgi bireşimi (sentezi) üzerine oturduğundan, bütün kamusal, yönetsel ve toplumsal, siyasal kurum ve kuruluşlarınında aynı temel üzerinde örgenleşip örgütlenmeleri doğaldır. şama ve gelecek umutlarını, yaşama ekinine (kültürüne) dönüştürebilmelerine yardımcı yol ve yöntemler geliştirmek. İnsanlara, salt dineinanca bağlı yaşayan toplumlar/uluslar ve devletlerle, dinleriniinançlarını evcilleştirmiş, din ve tapınç nesnelerini ulusallaştırmış toplumlar/uluslar ve devletler arasındaki açık ve belirgin ayrımı anlatmaktır. Diyanet İşleri de pekâlâ bilir ki, Arap yazısıyla ezber belletimi yapılan Kuran kurslarında ne din öğretilebilir, ne diyanet. Fakat oralarda uygulanan yöntemlerle sabi süberanın başı döndürülür, yüreğinde kökeni belirsiz birtakım korkular oluşturulur. O kurslarda ve camilerimizde hiçbir zaman devletimizin kurucusu Yüce Atatürk’ün: ‘‘Bizi yanlış yola yönlendiren, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüştür. (...) Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki ulusu mahveden, tutsak eden, harap eden kötülükler hep din giysileri altındaki küfür ve mel’anetten gelmiştir...’’ uyarısı ne okunup açıklanmış, ne de tarihsel gerçekler ve laik eğitimözgür toplum bakış açısından irdelenip tartışılmıştır. Oysa Diyanet’in görevi bu. Sorumluluktan kaçamaz Sayın Diyanet İşleri Başkanı, camilerin de tıpkı adliyeler gibi, öteki devlet daire ve işyerleri gibi, okullar gibi kamu alanları olduğunu bilir. Sayın Başkan, bir süreden beri bu alanlarda birtakım külliyelerin, cemaatleşmelerin, özellikle cami cemaatçiliğinin, kendi deyişiyle ‘‘Belli bir dini cemaat yoğunluğu’’nun ve her sapkınlıktan tarikatçılığın yoğunlaştığını bile bile, her tarikatçının, her cemaat salikinin giyim kuşamına göre salt ‘‘Sarık dindarlık değildir’’ diyerek sorumluluktan kaçınamaz. Gerçek dindarların, normal yurttaşların girmeleri engellenmiş, İslami gettolara dönüşmüş kamu alanlarında, devrim yasalarıyla yasaklanmış eylemleri, düşünceleri, ilkellikleri, bir irtica kalkışmasına dönüşmeden önlemek, önleyemediklerini ilgililere iletmek de, bir devrim kuruluşu olan Diyanet İşleri’nin görev ve sorumluluğu içinde olmamalı mı?.. (*) Alıntıların dili tarafımdan sadeleştirilmiştir. A.D. PENCERE Sovyetler’in Yıkılması İyi mi Oldu?.. Miş.. miş.. miş.. Chirac ne demiş? Merkel ne demiş?.. Blair ne demiş?.. Bush ne demiş?.. Sarkozy ne demiş?.. Zavallı Türkiye!.. ? Konuşanların tümü bizi şamar oğlanına çevirdiler... Aklımız yitik.. Mantığımız fos.. Dünyanın değiştiğini, eskisinin yitip gittiğini, yeni koşulların çevremizi sardığını anlamak yetersizliğinde kıvranıyoruz, yeni dünyanın gerçek koşullarını tartıp değerlendirmekten yoksun olduğumuz için ne yapacağımızı bilemiyor, emperyalizmin kodamanlarının ya da temsilcilerinin ağzının içine bakıyoruz... ? Çoğumuza şaşırtıcı gelebilecek bir soru: Sovyetler’in 1991’de yıkılması iyi mi oldu, kötü mü?.. İyi ya da kötü lafları kimilerine göre değişebilecek bir içerik taşır; bu nedenle sorunun yanıtını düşünürken gözle görülür, elle tutulur olaylara bakmakta yarar var... Sovyetler yıkılınca Ermenistan bağımsız bir devlet oldu ve Avrupa ile Amerika’daki diasporayla birleşti... Batı, Sovyetler yıkılmadan önce Amerikası’yla ve Avrupası’yla Türkiye’ye muhtaçtı; Anadolu’nun bütünlüğünü korumak zorundaydı... Ermeni soykırımı savını, Sovyetler varken ve Doğu Batı çelişkisi yürürlükteyken, Batı hiçbir zaman bugünkü açıklığıyla, resmiyetiyle, ağırlığıyla, dayatmasıyla gündeme getiremezdi... Amerika Kürdistan kartını bugünkü gibi Demokles kılıcı niteliğiyle Türkiye’nin başının üstünde sallandıramazdı... Sovyetler yıkılmasaydı, Batı, Yunanistan ve Kıbrıs’ı içleyip Türkiye’yi bugünkü gibi dışlayamazdı... Bu gerçeklere eklenecek daha pek çok noktayı vurgulamak olanağı var; ama, geçelim... ? Demek ki Sovyetler’in yıkılması Türkiye için hiç de iyi olmadı... ABD ülkemizde ‘ılımlı İslam Devlet Modeli’ni destekliyor... Bu tutum laik Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu vurgulamaktadır... ABD, Irak işgaliyle ele geçirdiği Kuzey Irak’ı Türkiye’nin bölünmesi siyasetinde koz gibi kullanıyor... Emperyalizmin tarihsel yöntemi ne?.. “ Parçala ve hükmet!..” Üstelik bizim iktidar ne diyor: Güneydoğu sınırımızın hem berisinde hem ötesinde konuşlanan ABD “stratejik müttefikimiz” imiş!.. Biz bu kadar saf ya da aptal veya güdümlü dangalak mıyız?.. ? Peki, sonuç?.. Türkiye’yi yönetenler partileriyle, Dışişleri Bakanlığı’yla, politikacılarıyla, diplomatlarıyla, profesörleriyle, gazetecileriyle ‘Soğuk Savaş’ döneminin mantığını kafalarından silmelidirler. Sovyetler yıkıldıktan sonra ne Amerika eski Amerika... Ne Avrupa eski Avrupa... Kimisi algılamakta zahmet çekebilir; ama, Sovyetler’in yıkılması Türkiye hesabına hiç de iyi olmadı... 1923 Türkiye Cumhuriyeti, Bolşevik Rusya’yla dayanışma içinde kurulmuştu... Bu gerçeği 1991’den önce bu köşede anlatmaya çalıştığımız için adımızı ‘komünist’e çıkarmaya çalışmışlardı... Artık 1991’den önceki dünya yok... Ve Türkiye topun ağzında... ? Batı, bugün Türkiye’den çok şey istiyor... Ne karşılığında?.. 10, 15, belki de 20 yıl sonra bile verilip verilmeyeceği belli olmayan AB üyeliği karşılığında... Öyleyse ünlü özdeyişi yinelemekte yarar var: Almadan vermek, ancak Allah’a mahsustur!.. Atatürk Türkiyesi kendine gelmelidir... Kişiliğini kazanmalıdır. Gözlerdeki O Parlaklık... “Birlikler, adeta ellerine çıplak ve kirli bir tüfek verilmiş bir yığın fukara halindedir. Askeri üniformalı yüzde beş insana rastlamadım. Köylü kıyafetleri, vücutlarını koruyacak bir halde olsa, yine şükredeceğim, fakat yarıdan fazlası yırtık palaspareler içinde, tamamen mevsimin şiddetine maruz ve mahkumdur. Kaput ancak yüzde beş oranında var, ayakkabıların yarısı kullanılmayacak durumda...’’ “Asker yurtsever ve yürekli, fakat eğitimsizdir. Başlarındaki subaylar noksandır. Uzun bir süre eğitilmedikçe güç şartlardaki taarruzda başarı elde edemezler. Yürümek için ayakkabısı, havanın sertliğine karşı çamaşır, elbise kaput ve portatif çadırı, su için matarası, mermiler için fişekleri, yedek çamaşırı, ekmeği için çantası, tahkimat için taşınabilir aletleri olmazsa, nasıl yürüyüp taarruz edebilir? Nasıl çarpışır, nasıl geceyi geçirebilir?’’ ??? İşte, bu askerdir bir yıl sonra 26 Ağustos 1922’de başlayan taarruzla düşmanı denize dökecek olan... Bir yılda değişen nedir? Asker aynı asker, bin türlü yoksunluk, eksiklik, olanaksızlık içindeki Mehmetçik aynı Mehmetçik... Ama bir şey var değişmiş olan.. O yarı çıplak askerlerin gözlerindeki, yüreklerindeki parlaklık, yani umut, güven... ??? Bilmem, Cumhuriyet’in her hafta yayımladığı “Başından Sonuna Her Yönüyle Kurtuluş Savaşı’’nı izliyor musunuz? Ben, bu soruyu öncelikle genç okurlarıma sormak istiyorum. Bu ülkenin nasıl kurtulduğunu; nasıl çağdaş bir ülke olarak yeniden yaratıldığını; bin türlü düşmanla çarpışarak bugünlere nasıl gelindiğini... Günümüzde bile gittikçe artan düşmanlıklar karşısında 1920’lerdeki inançla yeniden savaşım vermek zorunda olduğumuzu... ??? Bilmeliyiz, öğrenmeliyiz. Tekrar tekrar düşünmeliyiz. Okullar yetmezse, üniversiteler yetmezse, birtakım çevreler önümüze sürekli engeller dikse de... Bizler gökten düşmedik! Bizler onurlu bir tarihin çocuklarıyız. Bu onuru yaşadıkça taşıyacağız. Üç beş karayürekli karşımıza dikilse de hepsini ezip geçmeliyiz. Bir yanda askerine “her türlü zaferin mayası sendedir’’ diyen Atatürk kafası, öte yanda “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir’’ diyen başka bir kafa! Daha doğrusu, kafasızlık!.. T sa da, laik Türkiye Cumhuriyeti yasalarıyla bağımlı, kendisine özgülenmiş ama laik davranış, laik düşünüş ve laik toplum yaşayışı/anlayışı sınırları içinde devinmesine izin verilmiş bir devrim kuruluşudur. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı: Ne bir Osmanlı artığıdır, ne bir Hilafet Selefiyesi ya da Vakfiyesi; ne Medrese artığı, ne Arap mukallitliği; ne de El Ezher’in Türkiye’deki koludur. Neden derseniz, bir devrim kuruluşu olan Diyanet İşleri; Meşihat fetvası, Ulema icazeti ya da İslami şeriatın Usulü’l fıkh kararlarıyla değil, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin laik yasalarıyla kurulmuş bir Cumhuriyet kuruluşudur. Tıpkı öteki yasalar ve o yasaları işletenler gibi, Diyanet İşleri de, anayasımızın 174. maddesinde adı geçen devrim yasalarının içeriğinden, uygulanmasından sorumlu olup; o yasalarda dile getirilen düşünme felsefesine, yaşamadavranma yoldamına ve yükümlülüklere sahip çıkmak; bir devrim kuruluşu kimliğiyle davranmak zorunluğundadır. Diyanetin görevi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi ve işlevi, dinsel okullar açmak, Kuran kursları açıp devletin yasakladığı Arap yazısıyla, Arapça Kuran ezberletmek ya da Sayın Başkanını kırmızı fes, beyaz sarık ve sırmalı cüppe ile gezdirip, akılları durduracak, insanı irkiltecek denli birtakım fetva benzeri konuşmalar yaptırmak değildir. Bir devrim kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi ve işlevi: İnsanlara öteki dünya hayalleri kurdurmak değil, Cumhuriyet felsefesinin temelindeki us ve sevgi bireşiminin ışığında insanlara yaşama sevinci, yaşama ve gelecek umudu aşılamak, onların, yaşama sevinçlerini, ya Devrim kuruluşu Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı her ne denli: Bir ayağı bu dünyada, bir ayağı öte dünyada imiş gibi görünse ya da öyle algılan İSTANBUL 3. İFLAS MÜDÜRLÜĞÜ’NDEN Dosya No: 1999/18 İFLASA (İFLASIN KAPANMASINA) İLİŞKİN İLAN MÜFLİSİN ADI, SOYADI/SİCİL NO ve ADRESİ: HAZNEDAR MEMBA SULARI VE GIDA SANAYİ A.Ş. 231927/179493 Fevzipaşa Cad. No: 127 Fatih/İst. İFLAS KARARI VEREN MAHKEME SAYI VE TARİHİ: İstanbul 5. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 1998/2424 Esas sayılı dosyasından 16.06.1999 tarihinden geçerli olmak üzere Kapatılma KARARI TARİH VE SAYISI İLE ÖZETİ: Yine aynı mahkemenin 2006/413 Esas 2006/477 karar sayılı ilamı ile 08.09.2006 tarihinde KAPATILMIŞTIR. Yukarıda adresi yazılı müflis hakkında Ticaret Mahkemesi’nin yukarıda yazılı kararıyla iflasına (iflasın kapanmasına) karar verilmiş bulunduğu İcra ve İflas Kanunu’nun 166 (254.)maddesi gereğince tebliğ ve ilan olunur. 05.19.2006 (İİK m. 166, 254) Basın: 48837 ‘İrtica’ Gericiliktir Sayın Çelik Sevgi ÖZEL on zamanlarda “laiklik” ve “irtica”nın yeniden tanımlanması isteniyor. İsteyenler kim? Toplumun, laik Cumhuriyetin değerleri için kaygılanmasına yol S açanlar. “Laiklik, irtica” kavramlarının yeniden tanımlanmasını isteyen siyasal anlayışla birlikte düşünülmesi gereken bir başka eski sözcük de “takıyye”dir. “Laiklik” ve “ir tica” yeniden tanımlansın diyenler, “takıyye” eylemini dil kullanımında da sergilemekte, yaptıklarından, yapmak istediklerinden bambaşka bir tavır içine girerek “oldukları” gibi davranmamakta, söz oyunlarıyla düşüncelerini saklamaktadırlar. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, 26 Eylül 2006’da yaptığı konuşmada, köken itibarıyla Türkçe olmayan bütün kelimeler öz Türkçe kapsamının dışında mıdır? Öz Türkçe toplumda genel kabul görmüş kelimelerin bütününe verilen bir isim midir? Bunların tespitlerini yapmamız lazım. Eğer bütün kelimelerin etnik yapısını, etnik kökenini, bütün kelimelerin milliyetini sorgulamaya kalkışırsak, dil diye bir şey kalmaz, biz Türkçeye en büyük fenalığı yapmış oluruz” diyor. Tanımları yenilemek! Böylece yeniden tanımlanması gereken kavramlar arasına “öz Türkçe” de alınmış oluyor. Belli ki Cumhuriyetin temel niteliklerini işaret eden kavramların “yeniden tanımlanması” isteği rastlantı değil, tasarlanmış bir eylemdir. “İrtica” sözcüğüne “aşırı, aşırılık” gibi anlamlar yakıştırılmasını başka nasıl açıklayabiliriz ki? Şaşırmıyoruz, 12 Eylül’den sonra birileri de “devrim”i, “katlanma, çevrilme, bükülme” diye tanımlamamış mıydı? Şimdi “laiklik” ve “irtica” için yeniden tanım aramak da “katlanma, çevrilme, bükülme”dir; yani devrim karşıtlığıdır. “Aşırılık”tır. Bakan Çelik, “Türkçeleşmiş bütün kelimeler bize göre Türkçedir” diyor, “bütün kelimelerin milliyetini sorgulamaya” kalkışmayacaksak, “laiklik, irtica” sözcüklerini yeniden tanımlamanın gereği ne? Çünkü bunlar ortak akıl üretilerek tanımı yapılan ve tanımlarında uzlaşılan kavramlardır. Kaldı ki bunun böyle olduğunu Başbakan Erdoğan da devletin tanımını yaparken kanıtlamıştır. “Laiklik” Batı’dan, “irtica” Doğu’dan gelip dilimize kurulmuştur. Laikliğe Türkçe karşılık bulunamamış, sözcük belleğimize yerleşmiş; anlamı ve çağrışım alanı belirginleşmiştir. Ne ki “irtica” gibi yabancı sözcüklerin anlam alanı, kimi kez geldikleri dildekinden daha geniş olabilmektedir. “İrtica”, Türkçe karşılığı olan bir sözcüktür; “geri dönme, geri dönücülük, gericilik, eskiyi isteme” gibi anlamları bulunmaktadır. Laiklik sözcüğünün tanımı evrenseldir; laiklik uzun uğraşlar, acı ve gözyaşıyla kazanılmış evrensel bir haktır, özgürlük alanıdır; her dilde başka sözcüklerle karşılansa da “irtica”nın bu alanı ortadan kaldırmaya yönelik olduğu bellidir. Çünkü Cumhuriyetin vazgeçilmez değerleriyle hesaplaşması bitmeyenlerin istediği “eski”, özledikleri bir kişi, giymekten hoşlandıkları bir giysi, yıprandığı için üzüldükleri eski terlikleri değildir. Bakan Çelik, “Bülbül, gül kelimeleri öz Türkçe değildir. Ama bülbülden de gülden de vazgeçmemiz söz konusu değildir” diyor. Güzel; kimsenin gülü, bülbülü dilden atma isteği de yok, eylemi de... Öyleyse gül ve bülbül gibi, “laiklik” ve “irtica” da “etnik yapısı, kökeni, milliyeti” belli kavramlardır; şimdi bunları sorgulamaya kalkışmak doğal bir davranış mıdır? Öte yandan yeniden “Türkçeöz Türkçe” ayrımı yaratmaya kalkışmak da “laiklik” ve “irtica” kavramlarını yeniden tanımlamaya çalışmak gibi boş, anlamsız bir girişimdir. Bu yeniden tanımlar usumuza “mürteci” kavramını getiriyor. “İrtica eden, geri dönen, geri lik, geriye dönmek taraflısı” ya da kısaca “gerici” diye tanımlayabileceğimiz “mürteci” de doğallıkla eski giysisini, terliklerini arayan kişi değildir; Cumhuriyetin değerleriyle hesaplaşan, bu değerleri yıkmaya, silmeye çalışandır. Sorgulanmamalı Bakan Çelik, “Bugün Türkçede kullandığımız balık isimlerinin yüzde 90’ı Rumca kökenlidir. Eğer duvar, fakülte, müzik kelimeleri sizin için bir anlam ifade ediyorsa, size bazı şeyler çağrıştırıyorsa bu Türkçedir, yerleşmiş olan kelimelerdir. Eğer armudun sapı, üzümün çöpü hesabı yaparsak, ‘şu Türkçe değil, bu Fransızcadan gelme, bu Farsçadan gelme’ diye bir ayıklama faaliyetine girersek, kendi dilimizi, Türkçemizi katletmiş oluruz” diyor. Edebiyatla ilgili bir akademisyen olan Bakan Çelik’in dile bakışına, hele hele Atatürk’le ilgili açıklamalarına katılmamız olanaksız. Ne ki kimi sözcükleri yeniden tanımlamak isteyen anlayışın temsilcileri, anlamıyla, yazımıyla bütün yabancı sözcükleri “Türkçeleşmiş bütün kelimeler bize göre Türkçedir” diyorlarsa, “laiklik” ve “irtica” niye ayrı tutuyorlar? Bunları niçin “Türkçeleşmiş Türkçe” saymıyorlar? Eğer “laiklik” ve “irtica”yı yeniden tanımlayacaklarsa, işe Türkçeleştirmekten başlamaları gerekir; sözcüklerin kafalarımızdaki, yaşama biçimimizdeki anlamını, önemini değiştiremezler; ama Türkçeleştirmeye katkıları olabilir belki? “İrtica, mürteci” yerine gericilik, gerici sözcüklerinin yaygınlaşması kötü mü olur? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle