Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
24 TEMMUZ1994 PAZAR CUMHURİYET SAYFA
KÜLTÜR 15
GUNDEMDEKIKONU
ONATKUTLAR
YabandjiBerlin Festivali'nin merkez binası
bende her zaman Babü Kulesi ile Nu-
hun Gemisi arasında bir izlenim
bırakmıştır. Ünlü Kurfursterdam'ın
üstûndeki bu yayvan ve geniş binanın
üç katını işgal eder festival merkezi.
Arkadaki pencereler Berlin'in en az
film festivali kadar ünlü hayvanat
bahçesine bakar. Bir sigara içmek için
pencerelerden birine yaklaştığınızda
birkaç metre ilerinizde dolaşan bir çift
gergedan ya da bir zebra sürüsü ile
karşılaşabilirsiniz. Arada sırada
uzaktan canı sıkılmış aslanın kükre-
meleri yükselir. Binanın ikinci katı
kafeterya ve basın merkezidir. Kafe-
teryada dünyanın dört köşesinden
gelmiş sinemaalar, gazeteciler, oyun-
cular, dağıtımcılar oturur sohbet
ederler, Türklerin işlettiği büfelerden
aldıklan yiyecek ve içecekkri tüketir-
ler.
Oldukça Ukel ve yetersiz film
Basın merkezinin telefonlannda ise
aynı anda yirmi otuz dilden haber ge-
çen gazetecilerin sesleri yükselir.
Birkaç yıl önceydi. Iki gösteri arası-
nda kafeteryada bir dostumla kahve
içerken yanıma temiz yüzlü bir genç
yaklaşü. O yüzden ve kılık kıyafetten
beklenmeyen bir Anadolu köylüsü
ağzıyla "Abey sen gazataasm, bemm
filmime neden bakmıyon, benimle ne-
den röportac yapmıyon" diye hafıf yol-
lu çıkıştı. Ne kendisinden haberim
vardı, ne de fılminden. Çok küçükken
Almanya'ya geldiğini öğrendiğim bu
Anadolu gencini nazik bir biçimde
başımdan savdım.
Ne zaman bir sohbette ya da
gazete-dergi sütununda biri
cumhuriyet dönemi Türk
aydınlanna hücum etse,
onlan Batı taklitçiliği, kendi
geçmiş değerlerine ilgisizlik,
halka yabancılık,
JacobinlikJe suçlasa hemen o
kişinin ya su kaülmamış
yobaz bir şeriatçı ya da bir
"yabandji" olduğuna
hükmediyorum.
Ama o ısrarhydı. Birkaç saat sonra
üst kattaki film pazan gösterirnlerinin
yapıldığı küçük salonlardan birinin
önünden geçerken yakaladı beni.
"Abe! İçeride filmim gdsteriliyo. Şuna
bi bak" dedi. Çaresiz girdim. İçinde,
yoksul Anadolu köylerinden birinde
geçen, bol dokunaklı sahneler bulu-
nan oldukça ilkel ve yetersiz bir fîlm-
di. Bir ara perdede, yüzyıl başı Os-
manlı mahalle mekteplerini andıran
bir sahne başladı. Kavuklu sanklı
hoca, hasıra dız çökmüş, Kuran hafi-
zlayan çocuklan ucu çivili uzun so-
pası ile dürtüklüyor, içlerinden birini
de falakaya çekiyordu. Arkamda otu-
ran genç yönetmen, yanındaki bir
başka Türİc'e "Abe, bu sahoeyi ben
çektim anuna gene de her görüşte ağ-
lanm..." diyordu.
'Nefîlizleryetiştiriyor bu ûlke'
Genç yönetmen müthiş bir iş
yapüğma, baa "ük"leri gerçekleştir-
diğine, sinema sanatına önemli katkı-
lar getirdiğine inaruyordu. Ve çok
şaşınyordu; niçin bizler, "bu geri ze-
kalı Türk aydınlarT, onun yapıüyla
ilgjlenmiyorduk?
Akşamüstü bu amaçla beni yeniden
bulunca mümkün olduğu kadar sakin
görünmeye çalışarak ona bir tavsiye-
de bulundum:
"Tfirkiye'de bir arkadaşınıza yazın.
Size ilkokol veya ortaokul okuma ki-
taplanndan birinde yer alan Ömer
Sejfertin'i Falaka adlı öyküsünü yol-
lasın. Ya da en iyisi Ömer Seyfettin
külliyatuu göodersin. Onlan okuyun,
yapüklannızuı ve düşündûklerinizin
orijinal olup olmadığma karar verin.
Yüzyıl kadar bir gecikmeniz var...
Bu arayı kapatmaya çauşm..."
Çocuğun büyük bir suçu yoktu.
Elinde olmayan nedenlerden dolayı
obir"Yabandji"idi.
Tek suçu, oldukça yabancı bir kül-
türe katkıda bulunduğuna inanması,
kendine sonsuz ve kuşkusuz bir güve-
ni olmasıydı. Bu nedenle Türkiye'de
sanatın, edebiyatın yüzlerce yıllık
serüveni ile tanışmak için en küçük bir
çaba harcamıyor, kendi yaşadığı ve
miş her Türk genci karşısında büyük
bir heyecana kapılır, hele "genç filiz-
ler" dediği bu çocuklardan biri ya-
bana ülkelerde eğıülip Türkiye'ye
geri dönmüşse coşkusu artardı.
Antonioni'yi hiç duydunuz mu?
Birlikte merakla, bu yeni "filiz"le
tanışmak üzere odasına gittim. Kol-
tukta genç, k-umral, orta boylu biri
oturuyordu. Oldukça havalı, elimi
sıkü. Ismini öğrendim: Babür. Babür
Bey, Amerika'dan dönmüştü. Bir
çümlede kullandığı beş sözcükten üçü
İngilizce, ikisi de Almanca idi. Sine-
mayla ilgileniyordu. Ve bütün amacı
dünya pazarlanna çıkacak Türk film-
leri yapmaktı.
Biz ölümlülere yukandan bakan
bir Olimposlu edasıyla yapacağı sine-
mayı anlatır ve Yapı Kredi'in bu işe
para yatınp yatırmayacağını anlama-
ya çalışırken bir ara durdu, bana
Hangi düzeyde olursa olsun müzik
eğitımi, kulağı duyarlı kılar.
Mehmed Kemal'in kulaklan
çınlasın. Divanyolu'ndaki bahçeli lo-
kantada o yıllarda pek moda olan
"öğle rakısı" niyetiyle oturuyomz.
Masada yazar-çizerler, akademisyen-
ler, sanatçılar.
Birden bir müzik başladı. Radyo-
dan mı bir kasetçalardan mı bilinmez,
son derece kalitesiz bir grup tarafı-
ndan icra edilen bir fasıl. Garsonu
çağınp biraz kısmasını rica ettim. O
da gitti kapattı. Masada oturan aka-
demisyen dostlardan biri isyan etti:
"İşte yaşamboyu Barı'yı taktidin sono-
cu... Biam kendi müziğimize taham-
mül bOe edemiyorsun..."
Şöyle bir bakıp gülümsedim:
"Hakhsın" dedim.
Banatakazaedendostum, Istanbul'-
unyabancı okullanndaokuduktanso-
nar Amerika'ya gitmiş, yıllarca orada
yaşamıştı. Bu müakle en küçük bir il-
anlattığı her şeyi eşsiz sanıyor, genel-
leştirebıliyordu.
"İki yabandjiii... kalpter birieşme-
ş
Eski bir şarkı. Sevim Burak'ın tadı-
na doyulmaz metinlerinden birinin
satırlan arasından çıkarak kulaklan-
na kadar geliyor.
196O'lı yıllann başlannda, Paris dö-
nüşü Doğan Kardeş'te çalışıyorum.
Bir yandan Vedat Nedim Tör ve Mus-
tafa Baydar'la birhkte o keyifli çocuk
dergisini çıkanyorum, bir yandan da
Meydan dergisine sinema yazılan
yazıyorum. O yıllarda büyük Italyan
yönetmenler lstanbullu sinemasever-
leri büyülüyor. Visconti'nın Şenso'su,
Beyaz Georferi, ya da Antooiom'nin
La Notte'si, L'Ectisse'si sinemalarda
uzun kuyruklar oluşturuyor.
Yaşına karşın ufak tefek ve dinç
yapısı üe pire gibi hareketli biri olan
Vedat Nedim Tör, bir akşamüstü he-
yecanla odama girdi:
"Kırtlar" dedi. "Kutlar, bak sen de
beyecanlanacaksın.. Ne (ilizler yetişti-
riyor bu ülke... Odama gel!.."
CumhuriyetTürkiyesi ideallerineiç-
tenlikle bağlı olan bu insan, iyi yetiş-
bakü...
"Bilmem hiç duydunuz mu" dedi.
"Michelangek) Antonioni adında bir
rejisör vardır. Filmleri herhalde göste-
riunedi burada. O der ki..."
"Vaaa! Hiç duynıadım... Kusura
bakmayın şu anda çok yoğun işim var.
Sonra konuşuruz..."
'Yabancı olduk şimdi...'
O sırada Türkiye'de Antonioni ko-
nusunda ciddi incelemeler yayımlanı-
yor, yönetmenin filmleri neredeyse
günü gününe izleniyordu.
Ama bir "yabandji"den bütün
bunlan bilmesi beklenemezdi.
"Yabancı olduk şimdi... Yazık birbi-
rimize..."
Sevim Burak'ın metninden yükse-
len kozmopolit şarkı giderek arabesk
bir ton kazanıyor. Ve ahyor beni götü-
rüyor gene altmışlı yıllann ortalan-
na... Divanyolu'nda bir lokantaya.
Birkaç yazımda kısaca anlatmış-ol-
malıyım. İlk gençlik yıllanmdaki
Klasik Türk Müziği tutkusunu ve Dr.
Emin Kılıçkale'nin Mevlevi Dergahı"-
ndd usul. makam, nota öğrenişimi.
gisi olmamıştı ve şimdi beni "Batı tak-
litçüiğj," "geçmiş değerlere ilgisizM
lik-
le suçluyordu.
Çünkü o da bir "yabandp" idi.
Kendi ülkesini bir Amerikalı "pione-
er" gibi yeniden keşfediyor, Marco
Pdo gibi heyecanlaruyordu.
Son zamanlarda ilginç bir alı-
şkanlık edindim. Ne zaman bir soh-
bette ya da gazete-dergi sütununda
biri cumhuriyet dönemi Türk aydı-
nlanna hücum etse, onlan Batı taküt-
çiliği, kendi geçmiş değerlerine ilgisiz-
lik, halka yabancılık, Jacobin'likle
suçlasa hemen o kişinin ya su katı-
lmamış yobaz bir şeriatçı yada bir"ya-
bandji" olduğuna hükmediyorum. Ve
ne yazık ki hemen hemen hiç
yanılmıyorum.
Bir yobazın tüm bir laik cumhuri-
yet rejimi gibi onun aydınlannı da ka-
ralaması, suçlaması kabul edilebilir
olmasa bile anlaşılabilir bir şey.
Elbette kabul edilebilir detdl.
Kabuledilemez. çünkü onlann "geç-
miş küitür" diye övündükleri ne varsa
bütün bu birikimin envanterini çıka-
ran, araştırmasını yapan, koruyan
onanm uzmanlan, istisnasız (evet is-
Yaşayan
Beyoğhı'nun
tenunuzsaym
Kûltür Servisi - Beyoğlu Güzel-
leştirme ve Koruma E>erneği'nce
yayımlanan aylık dergj "Yaşayan
Beyoğhrnun temmuz sayısı çıkü.
Derginin "Bir Portre" bölümünde
Aylin Güzelbeyoglu yer ahyor. "Ne-
reden Nereye" köşesinde ise Beyoğ-
lu'nun sevilen lokantalanndan
"Haa Bate" konu ediliyor. Ann
Göktürk'ün kaleme aldığı yazıda,
Türk mutfağının fast-faod'a karşı
direnişine değiniliyor. "Kapıkapı"
bölümünün konuğu ise "Pera Sa-
natMCTkezJ". Yazıda, 1991 yjlında
açılan merkezin kuruluş öyküsü ve
etkinlikleri hakkında İjilgi verili-
yor. Pera Sanat Merkezi'nde mû-
zikten tezhibe, minyatüre, tiyatro
ve baleye, güzel konuşmadan res-
me uzanan geniş bir yelpazede eği-
tim verildiği belirtiliyor.
Yaşayan Beyoğlu dergisinin rö-
portaj konuğu ise ünlü tiyatrocu
Zeki Alasya. Alasya, Beyoğlu, ti-
yatronun son durumu ve teteyiz-
yon çalışrnalan hakkında kendisi-
ne yöneltilen sorulan yanıtlıyor.
Zeki Alasya, bir soru üzerine Be-
yoğlu'nu kurtarmanın tek yolunun
"ortak kfltür" yaratmakta oldu-
ğunu belirtiyor.
"PeDcere" köşesinde ise "Beyof-
kı Pasajbtn" inceleniyor. Murat
Bdge imzasını taşıyan yazıda, ara-
lannda Tünel Pasajı, Suriye Pasajı,
Narmanh Han, Panayia Kilisesi
Geçidi'nin de bulunduğu eski pa-
sajlar anlaulıyor.
Dergide yer alan diğer yazılar-
daysa "Yofcuhık" bölümünde yer
alan "Beyoğhı Pub Bar" ve "Kak-
üs" tanıtılıyor. Araştırma bölü-
münde ise Nalan Karsan'ın yazdıgı
"Yüksek KaMırmdan Nağmefer"
bulunuyor.
Tozzi'nin 'KapalıGözlerle' yapıtını sinemaya uyarlayan Archibugi:
'Benimyazgınıınromanı'Kühûr Servisi - Fran-
cesca Archibugi, yalnı-
zca üç fılmle, İtalyan si-
nemasını büyük ölçüde
boyunduruğu aluna
alan alcak gönüllü ger-
çekçiliğin en açık sözlü
ve en önemli temsilci-
lerinden biri haline gel-
di.
Archibugi, 'hem sıra-
dan bem de dikkate de-
ğer' olma özelliğini
taşıyan karakterlerin
yer aldığı öyküleriyle,
düş kmkhklanna ben-
liğinin benzersizliğine
sığınarak tepki göste-
ren bir kuşağın sözcü-
lüğünü üsûeniyor. Sa-
natcı, "Mignon e Parti-
U - Mignon Gitti"
(1987), «Verso Sera -
AkşamaDoğrun
(1990)
ve "D Grande Cocome-
ro - Büyük Kabak"
(1992) fılmleriyle ya-
şamın bu denli kar-
maşık ve zor olacağını
hayal bile etmeyen bir
kuşak adına konuşuyor. Roma do-
ğumlu, otuz yaşlanndaki (yaşı kişisel
bir sır) yönetmenin kendi açısından her
şeyin yolunda gittiği şjmdiki zaman-
dan, en azından yönetmen olarak 'biun-
meyen bir alan' olan gecmişe yönelmesi-
ne şaşmamak gerek. Archibugi'nin şu
anda üzerinde çalıştığı 'Con Gli Occhi
Chiusi - Kapalı Gözlerie' adlı film, Pi-
randeüo ve Moravia'nın hayranlık duy-
duğu Toskanalı yazar Federigo Tozzi'-
nin romanından aynı adla sinemaya
Francesca Archibagi, 'Con Gli Occhi Chiusi' (Kapalı Gözlerie) filminin çekimkri so-asuıda
aktanlmış. Tozzi'nin 1913 yılında Romanı sinemaya aktanrken olaylar
yazdığı ve Birinci Dünya Savaşf ndan örgüsünü ve karaİcterleri değiştirmedi-
sonra yayımlanan romanda bir aşk öyr ğini söyleyen Archibugi, "Bu fibne bir
küsü İconu ediliyor. Tozzi'nin roman- deney olarak yaklaşüm. Amacım yeni
lanndan birini sinemaya aktarmanın
ideali olduğunu belirten Archjbugi.
'Toskana'dan ender olarak çıkan, İtalya
bir fırsat denemek ve şimdiye kadar
yaptıklarımın ötesine gecmekti" diyor.
Roma'da bir sinema okulundan me-
dışma adım atmamış olan yazarm za- zun olan Archibugi, kariyerine kısa
manımn edebiyat akımlanna hiç de ya- fılmler ve belgeseller çekerek başladı.
bancı olmamasını' son derece şaşırücı İlk filmi'Mignon e Partita'ona 1987 yı-
buluyor ve "Con Gli Occhi Chiusi be-
nim yazgmun romanı" diyor.
lında San Sebastian Film Festivali'nde
en iyi film ödülümî kazandırdı.
tisnasız) laik cumhuriyet aydınlandır.
Hashacip'tcn Merdmek Ahmet'e,
Dede Korfcut'tan Evliya Çelebi'ye,
Piri Reis'e, Ahmet Yesevi'den Şeyh
Galib'e, FuzuU'den Nedim'e, Yımus'-
tan Merlana'ya tüm büyük şair, dü-
şünür, yazarlar üstüne yapılmış ince-
lemeler, araştırmalar ne varsa "ta-
mamı" laik cumhuriyet aydınlannın
eseridir.
Suçlayanlar yine aydınlar
Selçuklu ve Osmanlı Türk-İslam
uygarlıklanna ait sanat tarihini ılgı-
lendiren ne varsa onlan araştıran, bu-
lan, koruyan, değerlendiren mimarhk
tarihçilerinin, mimarlann, sanat ta-
rihçilerinin, restoratörlerin, uzman-
lann, müzecilerin "tamamı" laik Türk
aydınlandır.
Meragalı Abdülkadir'den Tamburi
Cemil Bey'e tüm büyük müzisyenleri:
Levni'den ve Siyahkalem'dcn Hamdul-
lah Efendi'ye tüm büyük ressam ve
hattatlan araştıran, tanıyan, tanıtan
bilim adamlan ve uzmanlar arasında
bana bir tane şeriatçı sayabilir misi-
niz?
Bütün bunlan bilmez mi şeriatçılar?
Bilmez olurlar mı? Hem de noktasına
virgülüne kadar bilirler. Ama işlerine
gelmediği için tam tersini söylerler.
"Batı takütçiliği'' imiş.
Hangi taklitçilik? Yahya Kemal'den
Nizmı Hikmet'ten, Orhan Veli'ye,
Necatigire Cemal Süreya'ya Türk şii-
ri mi taklit, yoksa Yakup Kadri'den,
Ahmet Hamdi Tanpmar'dan, Saba-
hatrjn Ali'dcn Orhan Kemal ve Yaşar
Kemal'e, Latife Tekin'e Türk romanı
mı? Sait Faik mi taklit, Vüs'at O. Be-
ner mi Yusuf ArJgan mı kim?
Sevgili Anday bir okunı için Şeyh
Galib'in ünlü şiirini bir kez daha ya-
zarken ben de onunla birlikte bir İcez
daha yürekten "Hoş geMin eya berid-i
canan" diyorum ve aynı şiirin lezzetini
alıyorum.
Sevgili "yabandji"
dostlanmız: Boşuna kimlik
bunalımı çekmeyin. Oturun,
biraz ilgilenin bu ülkenin
geçmiş ve bugünkü uygarlığı,
kültürü ile bu topraklann
yetiştirdiği yazarlan okuyun,
şairleri okuyun; tiyatrosunu,
sinemasını tanıyın; yapı
taşlanna ve mimarlarma
dikkat edin, biraz
alçakgönüllü olun.
Ya yobazlar?
Ama beni asıl şaşırtan, cumhuriyet
aydmlannı suçlayanlann bir bölümü-
nün gene aydınlar oluşudur.
Araştınyorum ve çoğunlukla bun-
lar "yabandji" aydınlar çıkıyor. Cum-
huriyet dönemi aydınlannı yüzeysel-
likle suçlayanlar, devletin kapıİculu
olmakla suçlayanlar, onlan resmi ta-
rihin çanak yalayıcılan olarak gören-
ler, halka uzaklık, tepeden inmecilik,
Jacobinhkle karalayanlar hep bu ya-
bandjiler.
Ayncalıklı, halktan kopuk ailelerin
el bebek gül bebek büyütülmüş, ya-
bancı okullarda okutulmuş, yabancı
ülkelere gönderilmiş, günlük ya-
şamlannda da sıradan halk insanı ile
hiçbir ilgisi bulunmayan, fıldişi kule-
lerinde yaşayan kişiler bunlar.
Olağanüstü yoiculuk
Asıl kimlik bunalımını onlar yaşı-
yorlar.
Ben kimlik bunalımı yaşamıyorum.
Türk insanını tanımak için Suudi
Arabistan, tran ya da Amerika'nın
araştırma parasına ihtiyacım yok.
Onlann raporlan ile tanımıyorum
kendimi ve halkımı.
Ben kendi insanımı Yaban'da.
Çamhca'daki Eniştemiz'de. Mai ve Si-
yah'ta, Yeşil Gece'de, Kuyucaklı Yu-
suf ta, Huzur'da, Ortadirek'te, Mur-
taza'da. Medar-ı Maişet Motonı-
nda, Memleketimizden İnsan Man-
zaralan'nda buluyorum ve hiç de
yadırgamıyorum.
Üstelik bana son derece sıcak ve
yakm gelen o olağanüstü edebiyat
dünyasında Mimar Sinan'ı da bulu-
yorum, Itri'yi de Yunus Emre'yi de
Karacaoğlan'ı da.
Gecmiş-gelecek, doğu-batı, laik-
Islama ikilemleri o olağanüstü dün-
yada vız gelir tıns gider.
Hatta orada o yobazlan da buluyo-
rum.
"Nur Baba"da. "Vurun Kahpeye"-
de, "Yeşü Gece"de.
"Yabandji''leri bile.
Bu nedenle, sevgili "yabandji" dost-
lanmız: Boşuna kimlik bunalımı çek-
meyin. Oturun, biraz ilgilenin bu ül-
kenin geçmiş ve bugünkü uygarlığı,
kültürü ile'bu topraklann yetiştirdiği
yazarlan okuyun, şairleri okuyun; ti-
yatrosunu, sinemasım tanıyın; yapı
taşlanna ve mimarlanna dikkat edin,
biraz alçakgönüllü olun; Anadolu in-
sanının avucu yere bakar, ona yerden
yağar rahmet; bir bozkır çiftçisi gibi
bekleyin, karar vermek için acele et-
meyin... ve... ve ne olur; her olur ol-
maz yerde ve zamanda yaşanılası bir
ülke için yaşamını adamış insanlara
sövmek densizliğini terk edin.
Unutmayın bu "iki kapıiı handa"
siz de yolcusunuz, biz de.
Ve bu olağanüstü yolculuğa bir an
önce çıkın. Yirmi yıl, otuz yıl gecikmiş
olsanız bile.
"Siyaset gûnfcn gelip çafmadan!.."
PENALH
MEMET BAYDUR
Acının Tadı
Biber yemeyi sever misiniz? Yeşil biber, dolmalık bi-
ber, kırmızı biber, pul biber, arnavutbiberi, karabiber.
Aslında karabiberi bu listeye katmamak gerekiyor. Be-
nim sözünü etmek istediğim, Latince adı capsicu olan, o
familyadan gelen biberler. Onların da acı olanları. Ülke-
mizde Doğu ve Güneydoğu mutfağının kullandığı, seve-
nin çok sevdiği, sevmeyeninse yiyenlere dehşet ve hay-
retle bakmasına yol açan biberden söz ediyorum.
Ben kendimi bildim bileli çok severim biberi. Aile için-
de sevenler vardır, ama ağzına koymayanlar da vardır.
Yaşlandıkça biber kültürüm gelişti. Şimdi acı çarliston
ile kurutulmuş arnavutbiberinin farkını biliyorum. Saksı-
da yetiştirip salataya kattığım süs biberinin acısı ile acı
sivri biberin acısı da farklıdır elbette. Peru'da yetişen
küçük ve tombul rocotonun derin izler bırakan acısı ile
tabasko sosunun iştah açıcı tadı aynı değildir elbette.
Yalnızca altın, gümüş için değil, baharat için de çıkmış
Kolomb, Hindistan'ın keşfine. Oralara gidecek ve adı
sanı duyulmadık baharatlar getirecek Ispanya'ya- Ters
tarafa gittiği için, HindistanyerineKaraibAdalan'naçık-
mış ya ilkin, işte biberle (sahici biberle) Avrupalının ta-
nışması o zaman olmuş. Kolomb'un seyir defterinde bir-
çok egzotik baharatın yanı sıra bu çok acı, kırmızı, şiş-
man biberlerden söz açılan satırlar var. Bu 'meyve', Ko-
lomb'un gemisinden dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış
ve insanların damak tadını tümüyle değiştirmiş. Çok çe-
şitli ve bol miktarda acı biber kullanan ülkelere (örneğin
Hindistan'a) bile Kolomb'dan sonra yayılmış acı biber.
Hintli yazar Amal Naj'ın biberler üstüne yazdığı nefis
kitaptan öğrendiğime göre, dünyanın en acı biberi Mek-
sika'nın Yucatan bölgesinde yetişiyormuş. Beş-on bin
yıldan bu yana! Naj, bu biberin Maya mutfağında ve
ayinlerinde kullanıldığını yazıyor.
Gerçekte biber, yalnızca Latin Amerika folklorunda
değil, Afrika, Asya kocakarı ilaçlarında da önemli bir yer
tutmaktadır.
Yenilen meyve ve sebzelerin içinde, ısırdığımız za-
man yanıt veren, bizi dişleyen tek yiyecek maddesi bi-
berdir. Gözleri yaşartır, kulaklan uğuldatır, terdöktürür,
kızartır, bozartır yiyeni, yine de sevenler onsuz oturmaz-
lar sofraya. Biberin zevk veren bir yönü olduğunu söy-
lersek çizmeyi aşmış olmayız.
Inkalar, ülkelerini istila eden Ispanyolları geçici olarak
kör etmek için büyük biber yığınları yakarlarmış. Maya-
larsa kocalarım aldatan kadınların cinsel organlanna
acı kırmızı biber sürerlermiş. Ingilizler, Bahamasömür-
gelerinde isyan eden kölelerin gözlerine sürerlermiş
aynı biberleri. Irak'ın Kuveyt'i istila ettiği kısa savaşta,
Iraklı askerlerin esir aldıklan Kuveytlilere acı biberlerle
benzeri işkenceler yaptığını okuduk gazetelerden.
Sir John Parkinson, taa 1640 yılında yazdığı başeseri
Botanik Tiyatroda (Theatricum Botanıca) köpeklerin acı
biberden nefret ettiğini yazıyor. Çocukluğumdan biliyo-
rum, hindiler de pek sevmiyorlar acı biberi. Bahçede
gezinen bir hindinin önüne, saksıda yetişen çok acı süs
biberlerinden birini atmıştık pencereden. Hindi biberi
yedi afiyetle, sonra bütün gün başını iki yana sallayarak
dolaştı öbür dostlarının şaşkın bakışları altında.
Acı biberin yemeklerde kullanılması, sekiz bin yıl ön-
celere gidiyor. Meksikalılar, acı biber olmazsa sofraya
oturmayan insanlar. Sevgili Yavuz Gör anlatmıştı, Mek-
siko şehrinde bir yemek var ki unutulur gibi değil: Acı ve
büyükçe bir biberin içine küçük ve daha acı biberler dol-
durup dolma haline getiriliyor, fırında pişirildikten sonra
acı biber eşliğinde yeniliyor.
Yucatan bölgesinin insanları bütün acı biberlere gü-
lümseyerek bakan insanlar. Dünyanın en acı biberi ora-
da yetişiyor ya, habanero dedikleri bu biberden bir sos
yapıyorlar: Xnipek. Xnipek, Maya dilinde köpek burnu
demek. Bu biberi yerseniz başınıza gelecekleri haber
veriyor. Yukarıda sözünü ettiğim Perunun rocoto biberi
ise orada yaşayan birçok insan tarafından bile fazla 'acı'
bulunuyor. Bu biberle yıllarca önce iki Gaziantepli arka-
daşı pes ettirmiştim Paris'te.
Bana sorarsanız iki tür acı biber vardır yeryüzünde:
Latin Amerika acıları ve Hindistan acıları. Türkiye'de
kullanılan biberlerin hepsi Latin Amerika acı biberlerine
yakındır, nedense Hint acılarına hiç benzemezler. Naj,
biberler kitabında Hintli aşçıların açı biberle yemek pi-
şirmeye bir simyacı edasıyla başladıklarını yazıyor.
Yemek ne olursa olsun (et, pilav, tavuk, sebze fark et-
miyor) önce kızgın yağın içine bir miktar acı biber atılı-
yor, sonra yenilecek diğer önemsiz maddeler katılıyor,
onlar pişerken kaşıklar dolusu aynı biberin tozu, sonra,
ezilerek püre haline getirilmişi katılıyor tencereye. Aynı
biberin üç değişik haliyle pişiyor yemekler. Hintliler bi-
berin tadından çok, acılığını üstün tutuyorlar.
Latin Amerika mutfağında ise biberin lezzeti, sertliği
kadar önemli oysa. Bizim Doğu ve Güneydoğu mutfa-
ğında olduğu gibi. Tayland, Çin ve Japon mutfağı da bi-
berlere üç farklı tavırla yaklaşıyor. Bunların içinde be-
nim en sevdiğim acı, Japonların yeşil hardalı 'wasabi-
dir. Bunun dışında Japon mutfağında acı biber pek çok-
tur, ama Japonya dünyanın en sıkı iki acı biberini de ye-
tiştirir: Santaka ile hontaka.
Uzaya giden Amerikalı astronotların bazıları yanları-
na tabasko sosu almışlardır, ama bence bu konuda en
baba astronot (Vladimir Komarov'dan sonra elbette)
1992 yılında uzaya giden Amerikalı William Lenolr'dır
Bu kahraman insan, uzay aracına bir de jalapeno biberi
almıştır. Bu da, acısı ciddi bir Latin Amerika biberidir.
Bilim adamlan, biberin bağımlılık yarattığını söylüyor-
lar. Nikotin, kokain, esrar, alkol gibi. Bence haklılar.
Yamnda 'şahsi biberleriyle' yolculuğa çıkan çok insan
tanıdım ben. Gördüğünüz gibi biber; çok derin, çok kar-
maşık bir konu. Yüzyıllardır insanlar nedenini bilmeden
bu acı meyveyi; soğuk algınlığı, grip ve solunum hasta-
lıklarının tedavisinde kullanmışlar. Derken 1930'lu yıllar-
da bir Macar bilim adamı, Albert Szent-Györgyf, karısı-
nın pişirdiği acılı yemekleri incelerken biberin çok zen-
gin bir C vitamini kaynağı olduğunu bulmuş. Bu beyaz
kristalimsi maddeyi keşfettiği için de, 1937 yılında Nobel
Ödülü'nü almış. Time dergisinin o yıl "Paprika Ödülii"
dediği! Biber üstüne belki bir başka yazı yazmak gereki-
yor, can sıkıntısını azaltmak için.
Karşı'mn haziran-temmuz
ı sayısı çıktı
KARŞI Kiilnır Servisi - Edebiyat, sanat ve
düşün dergisi Karşı'nın
haziran-temmuz sayısı çıktı. öner
Yağa, Kayıhan Keskinok, Gaeton
Picon, Refıka Bezirci. Muzafîer
Durak, MuzafTer Buyrukçu.
Gülseren Engin. MuzafTer Uyguner.
Tamer K. Bilgın. Tuğrul Asi
Balkar'ın yazılannın, Mehmet Kıyat,
Zindzi Mandela, Timuçin Ozyürekli.
Özgen Seçkin. Ece Aykız, Kaya
Özkuş, Serpil Durak Tuncer ve
Ahmet Ada'nın şiirlerinin yer aldığı
derginin bu sayıdaki öykücüleri ise
Nafize öztok. Burhan Günel. Berna
Kutlar ve Hatice Güler. Burhan
Günel'in yönettiği Karşı dergisinin
azışmaadresi: P.K. 371,06423
lay-Ankara.