24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

14 ST R A T E J İ c Cumhuriyet Strateji 27 Ekim 2008/226 U Ebru EREN TUSAM Türkistan Araştırmaları Masası luslararası ilişkiler teorilerinin belki de en zayıf noktaları olayları geriden takip etmek durumunda kalmalarıdır; olacakları önceden kestirmedeki başarıları son derece sınırlıdır. Tüm devletlerin akılcı yapılar olduğundan, amaçlarının belli olması, seçeneklerinin ise öngörülebilirliği düşüncesinden ilham alan Realizm paradigması dahi bu sınırlılığı paylaşmada bir adım ötede olmayı başaramadı; onun önceliği daha çok en az kelimeyle en fazla şeyi açıklayabilme iddiasından kaynaklandı. Basit söylemli, kolay anlaşılabilir olduğundan ve en çok da “milli devlet”, “güç”, “bencillik”, “uluslararası sistem anarşisi” gibi zamanın asla eskitemediği terimlerle bezeli yol gösterici ve her daim iddialı cümleleri sayesinde bugün dahi, her seviyedeki uluslararası ilişkiler analizlerinde en çok başvurulan yöntemler Realist temelli paradigmadan ilham alanlarıdır. Onun bu önlenemez ve alt edilemez gücü neredeyse diğer tüm teorileri ona karşı kimi zaman cephe almaya, kimi zaman alternatif üretmeye, kimi zaman yalnızca eleştirmeye kimi zaman da onun söylemlerini/terimlerini ödünç almaya itmiştir. Bugün uluslararası ilişkileri yorumlamaya çalışırken farkında olmaksızın kullandığımız bir sürü terim yine bu çekişme sonucu türetilmiştir. “Her ne kadar 1989 sonrası kurulan tek kutuplu dünya düzeninden çok kutupluluğa geçişte Gürcistan’a Rusya müdahalesinin bir milat olduğu geniş çevrelerce dillendirilse de, 11 Eylül sonrasında ABD’nin hegemonya rolünden sıyrılıp ülke çıkarları temelli güvenlik stratejileriyle hareket etmeye başlaması ve Irak ile Afganistan’ı yasadışı olarak işgaliyle zaten tek kutupluluğun geçerliliğini yitirdiği de iddia edilebilir” cümlesinde Rice dünyanın durumunu nitelemede kullanılan “kutupluluk” terimi Neorealist akımdan gelen bir terim olup aslında Soğuk Savaş döneminin ne kadar da dengeli ve barışçıl olduğunu ispatlamaya yönelik olarak ortaya çıkmıştır. “Hegemonya” ise tam aksi yönde görüş bildiren Neoliberal teorisyenlerin favori terimlerinden olup Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu Amerika merkezli dünyanın nimetlerini anlatmak üzere Realizme bir bakıma alternatif olarak kullanılmıştır. Her iki akımda da içinde yaşanılan zaman önceki zamanlara da atıflarda bulunulup örneklemeler yapılarak isimlendirilmeye, tanımlanmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır. Ne zaman ki bir şeyler umulduğu gibi gitmemiş, Uluslararası ilişkiler disiplini ülkelerin birbirleriyle ilişkilerini farklı yaklaşımlarla dile getiriyor. Belli devletlerin başat bir devlet çevresinde kümelenmesi olan ‘kutuplaşma’ günümüzde küçülmüş durumda… eski terimlerden kırpma yeni terimler üretilmiş, bu hızlı değişimlerden ötürü bir türlü eskiyemeyen (!) “yeni düzen”, “yeni dünya”, “yeni aktör”ler birbirini kovalamıştır. Bugün artık uluslararası ilişkiler teorisinde, diğer sosyal bilimlere kıyasla çok da uzun olmayan geçmişine rağmen, sayısız çeşitlilikte teoriye, terime, ideolojiye rastlamak mümkün. Fakat kendi içlerindeki küçük farklılıklarını veya ortaklıkları anlamak pek o kadar mümkün değil. İşte bu yüzden midir, yoksa başlı başına insan doğasını anlayıp yorumlamanın zorluğundan mıdır bilinmez iş dış politikaya gelince bilimle hayat bir türlü uzlaşamadı. Denilenler tutmadı. Beklenenler olmadı. Daha dün muhteşem Batı medeniyetinin eriştiği ve dünyayı lütfedip eriştirdiği seviyeyi müjdelemek üzere “tarihin sonu” diye kitaplar yazmakta sakınca görmeyen Francis Fukuyama’lar bugün Amerika’ya artık cümlelerini yüksek sesle tekrarlayarak diğer ülkelerden istediklerini elde edemeyeceği yönünde telkinlerde bulunabiliyor ve bu hiç de garipsenmiyor.(1) ‘Kutuplardan fal tuttum’ DEĞERLER YOK SAYILIYOR İnsana özgü değerler paravan… Belki de tüm bu karmaşanın altında anlaşılmayı bekleyen tek bir mesaj var. Hep göz ardı edilen, önemsenmeyen, ikinci plana itilip sadece Birleşmiş Milletler genel kurul toplantılarında dünyaya mesajlar verilirken ezberden okunan kâğıtlarda yer bulabilen bu nokta: “ahlak”. Yerelde ve evrenselde birbirini tamamlayan değerler, ilkeler, gelenekler… Aslında özünde eşitlik ve adalet. Bu değerleri sözde olmaktan çıkarıp özümse(ye)meyen tüm uluslararası ilişkiler kuramlarının sonuçta uğradıkları hezimet ortak noktaları denebilir belki de. Evrensel düzlemde işletilen eşitsiz ve adaletsiz düzenin eninde sonunda dönüp kendisine sebep olanları vuracağını yüzyıllardır bir türlü algılayamamış bir dünya ve onun kendisi gösterişli içi boş kavramlarının bir türlü derman olamadığı yara budur belki de. Bir Fukuyama kutuptan ötekine geçip duran dünya düzeninin tek değişmez ve fakat dillendirilmez gerçeği belki de ahlak eksikliğinden kaynaklanan bu kaosun kendisi. Dünyanın görece en “barış” içinde olduğu iddia edilen Soğuk Savaş döneminde Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da iç savaşlarda ölen milyonlarca insanın da hesaba katıldığı gün ancak döneme dair gerçek bir analiz yapıldığı iddia edilebilecek belki. Her gün Amerika’ya dünyadaki eski gücünü kazanması için öneriler sunan her görüşten akademisyen, düşünür, yazar bu işgal yüzünden yetim kalan 5 milyon çocuğu hesaba katmadıkları müddetçe dünün çok güvenilen hegemon “abisinin” bugün nasıl olup da hiçbir sözü iyi niyete yorulmayan bir devrik hegemona dönüştüğü sorusunun cevabını bulamayacaklar belki de. Singapur Üniversitesinden Kishore Mahbubani’nin Financial Times’daki makalesinde de belirttiği gibi, Rusya’yı Gürcistan Savaşı’nda özelde Amerika, genelde ise Batı karşısında en güçlü kılan kozu, Condoleezza Rice’ın ağzında acıklı bir şekilde komik duran “egemenlik, insan hakları, özgürlük ve demokrasi” gibi söylemlerdi belki de. (2) Tüm dünyaca kutsal sayılan bu gibi değerlerin kötü niyetler ve yanlış hesaplar sonucu izlenen politikalarla bugün adeta korkulur hale getirilmesiydi belki de yapılan en büyük hata. Bugün dünyanın gözündeki Irak’ı anlamak ve anlatmak için kullanılabilecek şu sorudaki gibi: “Demokrasiden sonra hayat var mı?” “Ahlak” başlı başına önyargıları da içinde bulunduran bir terim. Öyle ki kaynağı din ve dolayısıyla din kitapları olduğu varsayılarak sanki bilimin her türlüsünden uzak tutulması gerekir gibi bir yanlış yaklaşıma her alanda rastlamak mümkün. Oysa ki bilimin her türünün özünde insan olup onun doğası, onun ihtiyaçları ve onun algısıdır bireylerin, kitlelerin ve dünyanın kaderini çizen. Sırf bu noktadan yola çıkarak bile tüm bilimleri dine ve kitaplara dayandırmak sadece bir tercih meselesidir. Ahlak için de geçerli olan budur. İsteyen ahlakı Tanrı emrine, dileyense insan tecrübesine dayandırır ve hepsinde de aynı sonuca varılır: ahlakın gerekliliği. Pozitivist teorilerde fazla yer bulmayan ahlaki yaklaşımlar, insanın sosyal bir varlık olmaktan çıkarılıp makineleştirerek anlaşılamayacağının takdiriyle beraber belli ölçüde terkedilmiş ve insan kendi öznelliği içinde değerlendirilmeye çalışılmıştır. Fakat tüm bu çabalar hala yeterince gelişip tüm dünya insanlarının hayatını olumlu şekilde etkileyecek teorilere dönüşememiştir. Bugün hayatımızın her alanında bu eksiklik üzerine kurgulanmış bir yanlış felsefenin sıkıntısını çekiyoruz. Ülkeler arası ilişkiler de bu temelsizlikten paylarına
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear