14 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

8 Ö C S Dolayısıyla, Fransa’daki gelişmeleri değerlendirirken dışlanmış göçmenlerin kimlik krizinden, sosyoekonomik koşullarına, yasal statülerinden, siyasal haklarına, Avrupa’da artan işsizlikten, yükselen Müslüman düşmanlığına kadar birçok unsuru dikkate alarak analiz yapmak gerek. Kültür ve dinle ilgili yorumlarımızı daha önce yapmış idik.[2] Bu makalede öteki Avrupa olarak adlandırdığımız ve günümüzde Avrupalıların en ciddi ötekisi olarak beliren göçmenlerin durumunu entegrasyon modellerine değinerek irdelemeye çalışacağız. Öncelikle, göçmenlerin temsil ettiği öteki Avrupa’nın sosyoekonomik koşullarına bir göz atalım. Ev sahibi ülkelere zaten çoğunlukla ekonomik gerekçelerle gelen bu insanların öncelikli dertlerinin barınacak bir yer ve yaşamlarını idame ettirecek bir iş bulmak olduğunu unutmamak gerek. Oysa, işsizlik oranları göçmenlerde ev sahibi toplum ortalamalarının iki katına ulaşmıştır. Yangın yerine dönen Fransız gettolarında işsizlik yüzde 40’ları bulmuştur. Çokkültürlü politikalarıyla övünen İngiltere’de Müslüman kökenli İngilizlerin sadece yüzde 48’i ekonomik yaşama faal bir şekilde katılırken, Hıristiyan kökenli İngilizlerde bu oran yüzde 65’e ulaşmaktadır.[3] Göçmenlerin siyasi hayata katılımı da oldukça zayıftır. Fransız parlamentosunda temsilcileri dahi bulunmamaktadır. Fransa’da yetişkin yurttaşların yüzde 92’si kayıtlı seçmen iken, bu oran Müslüman kökenlilerde sadece yüzde 37 seviyesindedir.[4] Eğitimde fırsat eşitsizliği, varoşların malum barınma koşulları Avrupa ile öteki Avrupa arasındaki uçurumu derinleştirmektedir. Göçmenleri kendi refahına, işine, kısacası kıt kaynaklara ortak birer günah keçisi olarak algılayan Avrupalı orta sınıfın yabancıları ötekileştirmesi pek güç olmamakta. Ama, bu ırkçı olmaktan çok ekonomik temelli bir dışlamadır. Zaten Avrupalının öteki Avrupa’ya yönelik ortak tepkisi “beyaz ortasınıf milliyetçiliği” olarak adlandırılmaktadır.[5] Fransız Ulusal Cephesi, TRATEJİ tekileştirme’ çok nedenli karmaşık sorunların sonucu… Avrupa’nın göçmen sorunu Dr. Burak Erdenir, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, berdenir@abgs.gov.tr “ oksul varoşlarda yumuşak bir terör havası hakim. Bir çok genç insan mezun olduktan sonra işsizlik dışında bir şeyle karşılaşmayınca isyan ediyor. Belli bir süre için devlet düzeni sağlıyor ve refah aktarımıyla işlerin daha da kötüye gitmesini engelliyor. Ama, bu yöntem ne kadar dayanabilir?”[1] Bu sözlerin Fransa Cumhurbaşkanı Chirac tarafından söylenmiş olması pek şaşırtıcı olmayabilir. Ama sözlerin dile getirildiği tarih ilginç: Ocak 1995; yani daha Chirac Cumhurbaşkanı olmadan. Fransız varoşlarındaki sorunu gayet güzel teşhis eden Chirac’ın son on yıl zarfında tedavi için fazla bir şey yaptığını söylemek mümkün değil. ransa’da başlayan şiddet, göçmen sorununu F Avrupa’nın gündemine oturttu. Öncelikle, bütün Avrupa’da sorun olan göçmenler daha iyi yaşam koşulları için buralara geliyor. Ancak Fransa’nın gettolarında işsizlik oranı yüzde 40’ları buluyor, Müslüman İngilizlerin yalnızca yüzde 48’i ekonomik yaşama faal olarak katılabiliyor. Yine Fransa’da Hıristiyanların yüzde 92’si kayıtlı seçmen iken Müslümanların oranı yüzde 37’de kalıyor. A İç içe geçmiş nedenler ransa varoşlarındaki olayların Müslümanlıkla ilintilendirilebilecek bir kimlik krizinden çok sosyoekonomik sorunlardan patlak verdiği genel kanı. Bu görüşe katılmamak mümkün değil. Ama, bireyin sosyoekonomik gerçeklerini kültürel kimliğinden bağımsız değerlendirmek de mümkün değil. Daha basit bir anlatımla, varoşlardaki gençler ekonomik sıkıntılardan harekete geçmişlerdir ama etnik veya dini kökenlerinin de bu kısır döngünün önemli bir çarkı olduğu açıktır. Zaten, toplumdan dışlanmalarını tenlerinin rengi veya Arapça kökenli isimleri ile açıklamıyorlar mı? F Göçmen politikalarını protesto eylemleri devam ediyor. (16 Kasım Paris) Avusturya Özgürlük Partisi, Hollanda’da Pim Fortuyn’un List Partisi, Belçika Flaman Bloku, İtalya Kuzey Ligi gibi siyasi partilerin elde ettiği kamuoyu desteği bu milliyetçiliğin toplumsal tabanını ortaya koymaktadır. Öne çıkan 3 model ununla beraber, Avrupa ülkelerinin göçmenlere yönelik politika ve yaklaşımlarının ciddi farklılıklar taşıdığı da bilinmektedir. Ev sahibi toplumlarla göçmenlerin ilişkisinin üç ideal model çerçevesinde şekillendiğini görüyoruz.[6] Dışlama olarak adlandırabileceğimiz ilk modelde yabancıların ev sahibi toplumlara entegrasyonu konusunda ciddi bir çaba harcanmamıştır. Esasında, göçmen olmaktan çok “misafir işçi” sıfatıyla ülkeye gelen ve yerleşen yabancılar, koşulların değişmesiyle ev sahibi ülkelerde kalmış, aile birleşmeleri yoluyla ikametlerini pekiştirmişleridir. Almanya bu modelin en belirgin temsilcisidir. Nitekim, misafir olarak bir gün kendi ülkelerine döneceklerine inanılan misafir işçilerin, çoğunlukla Türklerin, Al B man toplumuna entegre edilmeleri için yıllarca bir strateji geliştirilmemiştir. Sömürgesi olmayan Almanya’nın yabancılarla ilişkisinde Fransa ve İngiltere’ye oranla daha az deneyimli olduğunu söylemek lazım. Yabancılara yabancı Almanlar kendilerinden uzakta yaşadıkları sürece, göçmenleri görmezden gelmeyi, ihmal etmeyi tercih etmişlerdir. Alman ulusunu dil ve etnik köken gibi kültürel unsurlarla tanımlayan Alman filozof Herder’in kültürelmilliyetçiliği bu dışlamanın felsefi temelini oluşturmaktadır.[7] Topluluğa ancak doğum yoluyla mensup olunduğundan sonradan Alman olmak mümkün değildir. Nitekim, Alman yasaları da yıllarca yurttaşlığı kan bağına (jus sanguinis) bağlayıp, Almanya’da yerleşik yabancıları yasal ve siyasi haklarından yoksun bırakmıştır. Doğu Almanya’nın bir gecede AB’ye alınmasını anımsatırcasına, kuşaklar boyunca Almanya dışında yaşayan Alman kökenlilerin Almanya’ya döndükleri anda Alman yurttaşlığına hak kazanmaları kültürelmilliyetçi yaklaşımın açık bir belirtisidir. ?
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear