18 Haziran 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

C S ürkiye’nin hassas olduğu her konunun pazarlık konuT su yapılması beklenen sürecin hedefi, daha önceki belgelerde de olduğu gibi ‘tam üyelik’ olarak görülmüyor. Belgenin içeriği toplam olarak değerlendirildiğinde, müzakere değil, ‘hesaplaşma’ isteği ön plana çıkıyor. la gelen Irak’tır. Irak’ın kuzeyinde yaratılan siyasi dokunun gelecekte Türkiye’ye yönelik sınır uyuşmazlığı olduğunu bildirmesi şaşırtıcı olmaz. Bu durumda 6. paragrafa göre anlaşmazlık Uluslararası Adalet Divanı’na taşınabilir ve bu durumda ABD ve AB’nin tavrının belirleyici olması kaçınılmazlaşabilir. Süreç Türkiye’yi tehdit edebilecek bir niteliğe bürünse bile bu paragrafa göre Türkiye, güç kullanma yetkisini işletemeyecek. Bu paragrafın tuzakları düşünüldüğünde akla bir başka nokta daha gelmektedir. Bilindiği gibi yakın geçmişte BM’nin İkiz Sözleşmeleri Meclis’ten geçirilmişti. 6. paragraftaki ifadeler bu sözleşmelerin imkan tanıyabileceği siyasi hakların sınır belirlemeye dayalı güvencesi haline gelebilir. 7. paragraf, AB üyesi ülkelerin uluslararası kuruluşlara üyeliğinde Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir. (Örneğin Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin NATO üyeliğinde..) Bu paragrafın taraflar arasında anlaşmazlığın nedeni olduğu vurgulanmış ancak dönem başkanlığını yürüten İngiltere’nin yazılı bildirisi veya mektubuyla Türkiye üzerinde bu ipoteğin konulamayacağını belirten bir güvencenin verildiği söylenmiştir. Her şeyden önce böyle bir güvencenin esas belgede yani MÇB’de yer alması gerekirdi. Çünkü AB’nin hukuki işleyişi açısından MÇB birincil hukuka girmektedir. Yani asıl bağlayıcı olandır. Oysa dönem başkanlarının verdiği yazılı güvencelerin geçersiz olduğunu en iyi bilmesi gereken ülke Türkiye olmalıdır. Helsinki sürecinde benzer bir güvence dönemin başkanlığını yürüten Finlandiya tarafından verilmiş, daha sonra bu güvencenin AB’yi değil sadece veren ülkeyi bağladığı AB tarafından Türkiye’ye resmen ifade edilmiştir. Zorlu süreç ÇB’nin 10. paragrafı ise neyin müzakere edileceğine dair çok geniş bir yelpaze sunuyor. Bu paragrafa göre "…..Müktesebat sürekli değişim halinde olup birçok hususları içermektedir… Birliği kuran anlaşmaların kapsamı, ilkeleri ve siyasi hedefleri, Anlaşmalar uyarınca kabul edilen mevzuat, kararlar ve Adalet Divanı’nın kararları,Yasal olarak bağlayıcı olsun ya da olmasın, kurumlar arası anlaşmalar, kararlar, deklarasyonlar, tavsiyeler, kılavuzlar gibi birlik çerçevesinde kabul edilen diğer işlemler, ortak dış ve güvenlik politikası çerçevesindeki ortak eylemler, genel görüşler, deklarasyonlar, kararlar ve diğer işlemler, adalet ve içişleri çerçevesi üzerinde uzlaşılan ortak eylemler, ortak görüşler, imzalanan sözleşmeler, kararlar bildiriler ve diğer işlemler…" Böylece uzayıp giden bir dizi unsur Türkiye’nin uyması gerekenleri belirlemiş olacak. Neredeyse AB cephesinden Türkiye’ye yöneltilen her çağrı yapılması, uygulanması ve değiştirilmesi gereken koşula dönüşüyor. Oysa parlamento kararlarının bağlayıcı olmadığı söyleniyordu. Bu paragrafa göre bu gerekçe resmen ortadan kalkıyor. Bu parlamento kararlarında neler vardı? Belli başlıcalarını sıralamak gerekirse; Sözde Ermeni soykırımının resmi olarak kabul edilmesi, Güney Kıbrıs Rum Kesiminin "Kıbrıs Cumhuriyeti" adıyla tanınarak, adadan Türk askerinin çekilmesi, (böylece KKTC’nin Türkiye eliyle resmen öldürülmesi..) Fırat ve Dicle Nehirleri yönetiminin ortak yürütülmesi, Ruhban Okulunun açılması, Kürtlerin haklarının tümüyle tanınması bunlardan sadece bir kaçını oluşturmaktadır. 10. paragraf, terörist Öcalan’ın yeniden yargılanmasına yönelik AİHM tarafından alınan kararın uygulanmasını zorunlu kılacaktır. Bunun gibi daha birçok siyasal ve stratejik hedefler güden AB kararları, tavsiyeleri müzakerelerde Türkiye’nin aşması gereken eşikler olarak sunulacaktır. Bu haliyle müzakerelerde 35 başlık açılıp kapanacak ve sonucunda 25 üyeli hükümetler arası kurul her eşiğin başarısını oylayacaktır. Bir tek üyenin bile kaprisi müzakerelerin askıya alınmasına, uzatılmasına yol açabilecektir. Herhangi bir AB üyesi ülkenin kendi çıkarlarını göz ardı eden, zedeleyen bir adımı benimsemesini hiç kimse beklememelidir. Bu durum 35 eşikten oluşan müzakerelerin teknik mi yoksa siyasi bir süreç olduğunu açıklamaya yeter bir tabloyu yansıtmaktadır. MÇB’nin 11. paragrafı ise, AB mevzuatına uymadığı gerekçesiyle Türkiye’nin daha önce yaptığı ikili anlaşmalar ile uluslararası anlaşmaların sona erdirileceğini belirtiyor. Bu paragrafa göre Türkiye’nin hangi ikili veya uluslar arası anlaşmalarının geçersiz kılınacağı açıkça belirtilmiyor. Örneğin KKTC’nin varlığı, 1959 ve 1960 LondraZürih anlaşmaları, bu paragrafa dayanılarak Türkiye adına geçersiz kılınabilir. Ucunun Lozan’a veya Montrö’ye dayanmayacağını kim garanti edebilir. Genişlemeden sorumlu Olli Rehn’in MÇB ile ilgili söylediği "kasıtlı muğlaklık" nitelemesine herhalde bu maddede fazlaca uyulmuştur. Muğlaklığın yaratılmasına dönük kasıtlı davranışın hangi kapsamda ele alınacağı muğlak gibi görünse de Türkiye’den çok AB’nin çıkarlarına hizmet edeceği son derece açıktır. Müzakerelerin hedefi tam üyelik mi? TRATEJİ kısıtlamalara değinmektedir. "………Uzun geçiş süreleri,muafiyetler, özel düzenlemeler ya da koruma önlemlerine sürekli olarak dayanak oluşturabilecek hükümler gibi kalıcı koruma hükümleri düşünebilir. Komisyon, bu hükümleri, uygun olduğu takdirde, kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar veya tarım gibi alanlardaki tekliflerine dahil edecektir…" Görüldüğü gibi serbest dolaşım hakkına kalıcı kısıtlama gelebilecektir ki, bu bile başlı başına bu müzakerelerin tam üyeliğe dönük olmadığının kanıtıdır. Esasen üyeler arasında eşit davranılmaması da AB hukukuna göre mümkün değildir. Ama burada özel bir durum vardır. O da Türkiye’nin tam üyelik dışı bir sürece yöneltilmesidir. MÇB’nin 17. paragrafı ise müktesebatın etkin uygulanmasına uygun kurumlar, yönetim kapasitesi, idari ve adli bir sistem gerektiğini vurgulamaktadır. Buna göre yeni bir kamu yönetimi yapılanması öngörülebilir. Ayrıca, daha önce üzerinde çok tartışılan ve çeşitli sakıncaları taşıyan" kamu yönetimi reformu yasa tasarısı" müzakere sürecinde yeniden gündeme gelebilecektir. Bu paragrafta birkaç kez vurgulanan ve etkin bir şekilde uygulanması gerektiği belirtilen "müktesebat" kavramının sınırları çizilmemiştir. Bu durumda 10. paragrafın son derece geniş tanımladığı ve sürekli değişime açık olduğunu söylediği "müktesebatın" esas alınacağını anlamaktayız. O zaman da Türkiye’nin belli bir standarda göre değil de siyasal ve stratejik çıkarlara dayalı bir "sözde müktesebata" bağlı kalacağı görülmektedir. Nitekim Türkiye’nin önüne konulanlar, "AB müktesebatı" adı altında diğer üye ülkelere müzakerelerde uygulanmamış olan "özel koşullardır". Bu noktada İngiltere örneği sık sık verilmektedir. Onun da zorlu bir müzakere süreci yaşadığı ama sonunda başarılı olduğu vurgulanmaktadır. MÇB’ye bakıldığında asla bir benzerlik taşımamaktadır. Türkiye ile hesaplaşma itekim Türkiye’nin önüne konulan bu çerçeve belgesi; tamamen Türkiye’ye özgü nitelikler taşıyan, özel hükümleriyle gerçek "AB müktesebatıyla" uyumlu olmayan, ikinci sınıf üyeliği benimsetmeye dönük, iç ve dış politik ve ekonomik yapılanmayı, yönetsel dokuyu, egemenlik haklarını AB’nin siyasal ve stratejik hedeflerine göre yeniden düzenlemeye yönelten, büyüklük sorununu zaman içinde çözebilme arzusu taşıyan direktifler dizisi niteliğindedir. Bu nokta da bu sürecin karşılıklı müzakere edilerek, çeşitli pazarlıkların yeniden yaşanacağı ve buna bağlı olarak da bazı paragraf 19 ların zaman içinde ve müzakere yeteneğinize göre değişebileceği beklentisinin doğru olmadığını da belirtmek gerekir. Esas olan bu belge çerçevesinde kabul edilen yükümlülüklerin ne kadar yerine getirip getirilemeyeceğidir. Nitekim bu durum ilerleme raporlarıyla ve 35 başlıkta yapılacak müzakerelerin 35 komiseriyle denetlenecektir. Bu belgenin Türkiye’ye yönelik özel bir hazırlığın ürünü olduğu aslında yine belgenin kendisinden anlaşılmaktadır. İlk ek durumundaki; "EU Opening Statement For Accession Conference with Turkey"de, "Müzakere Çerçeve Belgesi, beşinci genişleme, müktesebat ve Türkiye’nin özel koşulları ile özgünlüğü düşünülerek hazırlanmıştır." Böylece Türkiye’nin durumunun diğer aday ülkelerden ayrı ve özel koşullar içerdiği resmi belgelere işlenmiştir. Bu sürecin hazırlığı daha eskilere dayanmaktadır. Buna bağlı olarak birbirinden farklı dönemlere yönelik bir çok örnek verilebilir. Bunlar arasında en çarpıcı olanlarından biri Almanya Dışişleri Bakanı Joscha Fischer’in, Aralık 2002 Kopenhag Zirvesinde söyledikleridir: "Türkiye’yi nasıl olsa Avrupa Birliğine almayacağız, bir yöntem bulalım da burada küstürmeyelim. Önce uyutalım, sonra da unutalım." Bu sözler o dönem mikrofonlara yakalanmıştı. Şimdi ise bu sözler yaşama geçmeye hazırlanıyor. 3 Ekimle başlayan süreç, ekonomiden içdış siyasete, güvenlikten hukuka ve giderek egemenliğe kadar uzanan geniş bir yelpazenin AB güdümüne gireceğini gösteriyor. Gümrük Birliğiyle başlayan sömürü düzenin derinleşmesine ve kurumsallaşarak statükoya dönüştürülmesine çalışılıyor. Ulus devletin temelleri zorlanıyor. Ufalanmanın, çözülmenin koşulları yaratılıyor. Ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlık ilkeleri önemsizleştirilmeye çalışılıyor. "Şu Çılgın Türklerin" yeniden bir çılgınlık yapmaması için özenli davranılıyor. Gerçekler özenle gizleniyor, aldatıcı bayram havası yaratılıyor. Bireysel çıkarlarıyla AB (ve ABD) çıkarlarını birleştirenler Türkiye ile hesaplaşmaya hazırlanıyor. Türkiye’den yana olanlar ise her şeye rağmen "Bağımsızlık Bizim Karakterimizdir" demeye devam ediyor… N M M ÇB’nin 12. paragrafı, 17 Aralık kararlarında olduğu gibi kalıcı
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear