Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Bir eleştirel yaklaşım Edebiyat ve müziğin yakınlığı Müzik ve edebiyat bağlamda birbirini tamamlayan, deyim yerindeyse birbirini besleyen iki etkinlik. Buradan bakıldığında tarihsel açıdan yakınlığı tartışmasız iki alan. Ahmet Say konuya böyle yaklaşarak müzik ve edebiyatın hem geçmişi ve altyapısını hem de bugün gelinen noktayı irdeliyor. Ë Ahmet SAY ilindiği gibi, yalnızca müzik ve edebiyatın değil, bütün sanat dallarının ortak, benzer, hatta örtüşen tarafları var. Ortak payda olarak öncelikle bütün sanat dallarının “hayatı ve insanı” anlattığını belirtelim. Bu amaçla her sanat dalı, kendine özgü bir anlatım gereci kullanır: Müziğin gereci ses, resmin desenler ve renk, edebiyatın genelde “dil”, özelde ise “sözcükler.” Müzik ve edebiyat, barındırdığı çekirdek öğeler ve onların işlenişi bakımından, birçok yönden örtüşür: “Çekirdek buluş”tan yola çıkarak “cümle”, “paragraf”, “bölüm” gibi birimler; “giriş”, “gelişme”, “final” gibi kesimler; “benzetme”, “yineleme” gibi teknikler; hepsinin üzerinde “tema”, yani “konu” gibi eserin ana düşüncesi olan, eserin özünü belirleyen temel içerik, bu iki sanat dalının yakınlaştığı kaynaklardır. Şu da var ki, bir sanat eserindeki özsu, insanı etkilemesi, sürüklemesiyle belirginleşir. Okuduğunuz kitap, eğer sizi sarıyorsa “edebiyat”tır. Dinlediğiniz parça, eğer sizi sarıyorsa “müzik”tir. Çünkü o kitabın ya da müzik parçasının sizi sarması, bu sanat eserindeki ortak duyguların, hatta düşünce, izlenim, tasarım ve dileklerin, sizi de temsil etmesi, size içini dökmesi demektir. TARİH İÇİNDE EDEBİYATLA MÜZİĞİN YAKINLIĞI Müzikte olduğu gibi edebiyatta da sizi sürükleyen yalnızca içerik değil, anlatımdaki akış. Besbelli ki anlatım, içeriğe can katar. Roman, hikâye gibi bir düzyazı eserinde, sözcüklerin istiflenişi yoluyla izlenen akıcılık, dolayısıyla etkileyici ustalık, aslında biraz “şiirli”, biraz da “müzikli”dir. Unutmayalım ki şiirin yapısında iç sesler ve ritim gibi müzik öğeleri vardır. Öyleyse düzyazı biraz olsun “şiirli”yse kesinkes biraz da “müzikli”dir. Sanatta buna “öz ve biçim özdeşliği” denir. Açıklamaya gerek var mı? Edebiyatta veya müzikte acıklı bir konu, “acıklı” bir deyişle; gülünç bir konu ise “gülünç” bir biçemle anlatılır. Sözlü edebiyatın yaşayan örnekleri olan destanların ve masalların anlatımındaki SAYFA 10 11 AĞUSTOS B müzik tadını, ya da tekerlemelerdeki ritmik uyumu düşünelim. Ama başta gelen bir genellemeyi belirtmek isterim: Bütün sanat dallarında “biçim” (form) tasarımı var. Form kavrayışından yoksun bir şiir, bir roman, bir tiyatro eseri, bir resim, bir heykel düşünülemez. Aynı şekilde, form anlayışından uzak bir sonat, senfoni, opera, şarkı, türkü olamaz. Plastik sanatlarda form, akla ilk gelen öğe. Bütün sanat dallarında olduğu gibi müzik ve edebiyat arasındaki form kavrayışından gelen yakınlık başka bir ortak paydayı oluşturur. Yalınç bir halk müziği parçasını, bir türküyü ele alalım: Türküdeki ezginin biçimi, bütünüyle güftesindeki (halk şiirindeki) ölçü ve uyaklara bağımlı. Müzik ve şiir, bir türküde o denli iç içe girmiş ve şiir müziğe o denli yedirilmiştir ki, biz türküdeki biçimin şiirden kaynaklandığını akla bile getirmeyiz. Edebiyat ve müzik sanatlarının yakınlığı, ilk çağın yüksek uygarlıklarından başlar. Sözün ve müziğin birleşmesi durumunda bu ikisinin birbirine destek olacağı, yazının icat edildiği yaklaşık bir tarih olan M.Ö. 3500’lerde anlaşılmış ve uygulamaya geçilmiştir. Yazının icadından başlayarak insanlık, önce Ortadoğu ve Asya’da boy veren ilkçağın yüksek uygarlıklarını yeşertmiştir. Ancak ilkçağın bu köleci toplum biçimindeki uygarlıklarının kökeninde “tarım devrimi” olduğunu da hatırlayalım. Tarım devrimiyle besinini üretmeye başlayan insanoğlunun yükselttiği ilk yerleşik kültürlerden biri, Mezopotamya’daki verimli toprakları işleyen Sümerlerdir. Sözün ve ezginin birlikte kullanımı da M.Ö. 3500’lerde Sümer tapınaklarında başlar. Önceleri yalnızca şiirsel olan tapınak sözlerinin etki gücünü artırmak için sonraları şiirin üzerine ezgi de devreye sokulmuştur. Bu dönemde batıdan doğuya, Mısır, Fenike, Hitit, Asur, Babil, Pers, Hint, Çin kültürleri ile onları izleyen Yunan ve Roma uygarlıklarında, çalgıların geliştirildiği, hatta birkaç çalgıdan oluşan küçük çalgı topluluklarının şarkıcılara eşlik ettiği bilinir. HALK MÜZİĞİMİZ Anadolu halk müziği, çoğunlukla “sözlü müzik” olan türkülerden oluşur. Sözün girmediği ya da çok az girdiği müzik çeşidi ise “çalgısal” olan parçalar ya da halk dansları müzikleridir. Kırsal kesimin yaratıcılığını temsil eden Anadolu halk müziği, lirik karakteriyle halk şiirini içermiştir. Ana temalar, “doğa” ve “aşk”tır. Yaşamın zorlu koşullarından şikâyet edilmez, ama haksızlığa başkaldırı vardır. Anonim karakteriyle türküler, bireyin değil, içinde yaşanan topluluğun adına konuşur ve tasavvufî halk müziğinin dışında bütünüyle din dışıdır. Halk şiirimizle halk müziğimizin birbirini tamamlayan “iç içe özellikler”ini belirtirken “hece ölçüsü”nün uluslararası yaygınlığını göz ardı edemeyiz. Anadolu’da olduğu gibi Ortadoğu’nun, 2011 hatta Avrupa’nın sözlü halk müziklerinde yer alan şiirlerde de hece ölçüleri kullanılmıştır. Ayırt edici nokta şu: Hece ölçüsüyle söylenmiş şiirlerin bu özelliği, kaçınılmaz biçimde müziğin ölçülerini de belirler. Halk müziğindeki şiirin ölçüsü, bu şiir üzerine bestelenmiş müzikte de geçerlidir. Sözlü müziğin bütün dünyada yaygın biçimde kullanıldığı “şarkı” formuna da değinelim: Eski çağlardan başlayarak bütün kültürlerde çeşitli adlar altında yer alan bu kısa “sözlü müzik” formu, sanatsal amaçla bestelenmiş olsun olmasın, her tür sözlü melodiye yakıştırılan addır. Kapsama alanı cep telefonundan geniş: Halk şarkısı, kilise şarkısı, pop şarkısı, çocuk şarkısı, caz şarkısı, aşk şarkısı, opera şarkısı, dans şarkısı ve benzerleri. Avrupa müzik kültüründe şarkı sözleri, önce antik uygarlıklarda kullanılmış, Rönesans döneminden başlayarak “insan”la ilgili her konuyu işlemiştir. Fransızlar ona “chanson”, İtalyanlar “canzone”, Almanlar “Gesang” ya da “Lied”, İngilizler “song” der. Şarkılarımızda on zamanlıya kadar olan küçük usuller kullanılır, bu eserlerin melodisi kolay öğrenilir, bellekte yer eden özellikler taşır. Kentlerde geliştirilen gelenekli müziğimizin (Divan musikisinin) makamlı ve ritmik sistemleri, prozodi ve form anlayışı, bütünüyle kendine özgüdür. İşte bu özgünlük, “güfte” dediğimiz şiirlerin ilk dizesiyle şarkının tanınmasını, hatta adlandırılmasını getirmiştir. Bir şarkı, başkalarına tanıtılmak istendiğinde, ilk dizenin sözleri hatırlatılır. Hep bildiğimiz gibi, şarkı formu, Türkiye’de yirminci yüzyılda gelenekten uzaklaşmaya başlar: 1930 ve 1940’larda “gazino müziği” denen şarkılar, 1950’lerde iyice düzeysiz bir “piyasa müziği”ne dönüşmüş, 1960’larla birlikte, daha alt basamaklardaki “arabesk” müziğine ulaşmıştır. EDEBİYATÇILARIMIZ NE DİYOR? Peki, edebiyat ile müziğin çoğu yerde birleşmesi olgusu, edebiyatçılarımızı hiç mi ilgilendirmedi? “Şiirde âhenk”, “şiirde musiki” gibi bilgiççe sözlerin sıkça söylenip yazılmasına karşın, konu bu iki sanatın benzerliğine gelince kıyametler kopmuştur: Çok değerli bulduğum ve çok güvendiğim araştırmacı, eleştirmen, denemeci Cevdet Kudret, 1930 ve 40’ların önde gelen şairlerinden Ziya Osman Saba’nın bir şiiri için “Bach’ın müziğini andırıyor” gibi söylemediği ve yazmadığı bir iddiayla karşılaşınca suçlandığını düşünerek tepki göstermiştir: “Düşündüm taşındım, hiçbir yazımda böyle bir cevher yumurtladığımı hatırlayamadım (…) Ben öyle yüksek perdeden atıp Bach’tan falan söz açacak adam değilim. Kaldı ki müzikten anlasam dahi, sanatların birbirine karıştırılmasına karşıyım (…) Ben şiirin sınırlarının, güzel sanatların öbür dallarına da kapalı tutulması gerektiğine inanırım” (Cevdet Kudret, Bir Bakıma, denemeler, s. 105). Nurullah Ataç ise “Ahmet Hâşim’in şiiri keman sesine benzer” diyenlere şöyle yanıt verir: “İnanmayın böyle şeylere. Şiirden keman sesi gelmez. Şiirin keman sesine benzemesi istenseydi şiire hacet kalmazdı, keman çalardık, olur biterdi. Şiirin musikisi demek, resmin musikisi, mimarinin musikisi demek gibi bir şeydir” (a.g.y., s. 114). İzninizle bu noktada ben de birkaç şey söyleyeyim: Işıklar içinde yatmasını dilediğimiz Ataç, yukarıdaki sözleri düşünmeden yazmış. Keşke dizelerdeki iç sesleri, eskinin hece ölçüsü ve uyaklarını, ayrıca aruz vezni kalıplarındaki “iç sesler”den kaynaklanan müzikal yaklaşımı düşünerek “Şiirin musikisi bal gibi vardır!” diyebilseydi de şiirdeki musikinin, “resmin musikisi” ya da “mimarinin musikisi” gibi bir şey olmadığını açıklasaydı. Belli ki edebiyatçılarımız, edebiyat ile müzik sanatlarının birleşebildiği, hatta çoğu yerde örtüşebildiği gerçeği üzerine bilgi edinmemiş, bu konularda pek düşünmemiş. Şiirde keman sesi zırvası yerine, güftebeste birlikteliğinin türküyü ve şarkıyı yaratan iki temel öğe olduğunu gözden kaçırmalarına şaşmamak elde değil. Halk şiirindeki hece ölçüsünün dizeler arasında metrik (ölçülü) uyum sağladığını ve uyakların da (kafiyelerin de) desteğiyle dokusu sıkı bir bütünlüğe varıldığını nasıl olup da görmemişler? Aruz vezninin, iç seslerin uyumunu öngören ses kalıpları olduğu, lise öğrencilerine yoksa artık öğretilmiyor mu? Çağdaş şiir anlayışının eski kuralları aşarak birçok yönden özgür bir kavrayışa yönelmesine karşın, “şiiri şiir yapan” öğelere sırt çevrilmediğini unuttuk mu? Cemal Süreya’nın “şiirde yarım kafiye mayası” üzerine söyledikleri yüzyıllarca geride mi kaldı? Anlayamıyorum, beş bin yıl öncesinin insanları, “kuru söz”ün ezgiyle örtüştüğünde daha etkileyici olacağını anlayıp uygulamışlar da, bizde kimi edebiyatçılar neden bu olguyu görmezlikten geliyorlar? Günümüzde kimi ikinci sınıf şairlerimiz ise “gitar eşliğinde şiir dinletisi” (!) veriyor! Bu şairlere şunu sormak isterim: Şiirin anlatım gücü ve içeriğindeki müzik yetmiyor mu ki, geri planda ya da eşlikçi olarak bir gitarcıya gerek duyuluyor? Bu ikinci sınıf şairlerin yazdığı şiirlerin etkileyiciliği herhalde tek başına yetmiyor ki, “geri düzey müziği” dediğimiz fon müziğine gereksinim duyuluyor. Üstelik, bir gitarcıyla bir şairin yan yana getirilmesiyle ortaya çıkan “çalgılı şiir”i vatandaş para verip dinliyor. Bedava yok! Ne demeli? Soytarılık hep para getirir... CUMHURİYET KİTAP SAYI 1121