Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
ir buzgun” amaya gar Al klaşık sonunu tekgun gelişda kuer nokünlü l anlar?” en hüen çok kadaKendini zaman: hiç usudur udakduku gö nceliğitıcının atılabir beyıllarca erine kle dogüç kaanlatısevgiliasa da bebeği, kte n yaptıen baaca olızlığını Gün n bir mavili apısıacılani göm bir o kan zeıştır. basan, ran kiirdeki lençli a beırışla ardın ¥ lar, kendi benlerinin ülkesinde yaşarlar. Akıp giden yaşamın çiğ gerçeklerine karşı bir küslük, daha doğrusu bir burukluk duygusu taşırlar içlerinde. Bunlar, içlerine gömülmüş, değişik acıları, ölüm acısından aşk acısına değin, tatmış, tanımış kişilerdir. Düşlere sığınışlarında, büyük kentlerin karanlığından sıyrılıp erinci, mutluluğu arayışlarında değindiğim bu yanlarının payı vardır. Şöyle desem sanırım abartmış olmam. Binyazar’ın yaratılarındaki anlatıcıların, coşumcuları (romantikler) anıştıran bir algılama, bir görme biçimleri, ölçüye vurulmaz, geniş mi geniş bir düş alanları vardır. Örneğin, “Sabah Gülüşleri”nde anlatıcı çöl ortasında bile “sevgilinin ıtır kokan soluğu”nu duyumsatır, çağrışımların derin sularında kulaç attırır okuyucuya: Bu çöl sabahında, o renge baka baka kırmızı gül tadındaki dudaklarını mı öpmedim, deniz yunmuşu kızıl saçlarını mı okşamadım, kolunun aklığına dudaklarımı mı dokundurmadım, yanaklarının ipeksi yumuşaklığını mı koklamadım, soluğunun esintili sıcaklığını içimde mi duymadım, küpeleri güzelleştiren kulaklarında güzelliğini mi solumadım, ruhuyla ruh olduğum sevdasına mı kapılmadım, saatlerce gözlerini benden ayırmayışını mı özlemedim!.. Şiirle düzyazı arasında gidip gelen, öykülerin dokusuna egemen bu uğultulu söylem nereden geliyor? Onların sözcüksel örüntüsünden... Kısaca belirtmem gerekirse, Binyazar, sözcükleri kullanım alanına çıkarırken günlük anlam, çağrışım giysilerinden soyuyor, Türkçenin büyülü sularıyla yıkayıp arındırıyor, yepyeni giysilerle donatıyor onları; sanki ruhlarına kendi soluğunu üflüyor. Elbette tümceleştirme ekseninde de sürdürüyor bu tutumunu, sözcükleri, birbirleriyle sımsıkı kucaklaştırıp sarmaş dolaş kılmayı amaçlıyor. Böyle derken Amerikalı romancı Nathaniel Hawthorne’un, sözcükyazar ilişkisini vurgulama açısından belleğimi yurt edinmiş ilginç bir sözünü anımsıyorum. Şöyle diyor Hawthorne: “Sözlükte bir başlarına o kadar masum ve güçsüzdür sözcükler, onları nasıl harmanlayacağını bilen birinin elinde o kadar iyi ya da kötü olabiliyor.” güttüğü sözcükleri Türkçenin uçsuz bucaksız ekeneklerinden devşirir. Devşirdiği sözcüklere, ta eskil dönemlerde Bin Bir Gece Masalları’nın, halk anlatılarının kattığı sesi yakalamaya çalışır. Bu sese yeni boyutlar katarak kendi biçemini yaratır. HÜZNÜN ANLATICISI... Sözcüklerin ardından seğirttiği, onların sesini soluğunu yakalamaya çalıştığı kadar yazdıklarını bir imbikten geçirip damıtmaya da özen gösteriyor. Bunları bekletip dinlendiriyor; bir süre onları değiştirme süreci içinde tutuyor. Sözgelimi alıntı yaptığım öykünün ilk adı “Gece Düşleri”ydi, sonra “Gece Günlüğü” oldu, en sonunda “Yol Özlemleri”nde karar kıldı. Aynı biçimde, öyküleri, anlatıcı benin sesini ağırlaştıran, sarkmalardan, sapmalardan nasıl arındırdığının da tanığıyım. Bir de öykülerini yazarken yazdığını yaşadığının... Hiç unutmam, “Buluntu Bebek”i bitirmiş, bebeğin ölüm sahnesini, gömülmeye hazırlayış bölümünü telefonda okurken sesi tarazlanmış, ağlamaya başlamıştı. Onun bu hali o gün bana Alexandre Dumas’yı düşündürmüştü. Dumas, Üç Silahşörler’i bitirmiş, romanın bitimine doğru d’Artagnan’ı öldürmüştür. Öldürmüştür ya, ardından da ağlamaya başlamıştır. Tam o sırada yazarın odasına oğlu girer, babasını ağladığını görünce şaşırarak sorar, “Ne oldu baba, niye ağlıyorsun?” Dumas, ağlamasını sürdürerek, “Sorma oğlum, d’Artagnan öldü, d’Artagnan öldü!” der. Bozkır Aydınlığında Aşk’taki öykülerin katmanlarında acının, hüznün ve kederin bulutları dolaşıp durur hep. Bunların hiçbirinde gülen, mutluluğa ermiş, yaşamla yıldızı barışık kişilere rastlamadım desem yeridir. Binyazar’ın öteki öyküleri, romanları için de söyleyebilirim bunu. Acıların, hüzün ve kederlerin anlatıcısıdır o. Neden böyledir? Niye acı, hüzün ve keder, ağırlıklı olarak onun yaratılarında kendini duyumsatıyor? Soruyu yanıtlama, çok yönlü açıklamalar gerektirir. Şu kadarını söylemekle yetineyim, bu yaratılara Binyazar, hamuru acılarla karılmış kendi yaşamöyküsünün gölgesini düşürüyor; kimileyin doğrudan, kimileyin dolaylı bir biçimde yapıyor bunu. Bir de yaşama bakışını, yaşamı algılayış biçimini ekleyeyim. Yaşamda sevinçlerin, kahkahaların, mutlulukların yeri sınırlıdır. Ağır basansa kederdir, hüzündür, acıdır. İnsan doğasında da böyledir bu. Ne diyordu De Profundis’te OscarWilde? Şimdi anlıyorum ki insanın ulaşabileceği en üstün duygu olan keder, gerçek sanatın hem ideal örneği hem de ölçüsüdür. Sanatçının sürekli aradığı şey, ruh ve bedenin tek vücut olduğu, dışsallın içseli ifade ettiği, biçimin açıklayıcı olduğu varoluş biçimidir. (...) Keder hem hayatta hem de sanatta ideal örnektir. Sevinç ve kahkahanın ardında kaba, sert ve aldırışsız bir yaradılış bulunabilir; ama kederin ardında hep keder vardır. İnsan doğasının kazıbilimcisidir sanatçı. İnsanın keşfedilmedik yönlerini bulup ortaya çıkarmaya çalışır. İnsana, varoluşsal bilincin kapılarını açar. İçgüdüsel, zihinsel ve duygusal yönleriyle kişiye kendini tanıtır. Onun acıya, kedere ne denli yatkın bir varlık olduğunu ortaya kor. Binyazar’ın Bozkır Aydınlığında Aşk kitabındaki uğultulu öyküler de böyle bir yönsemenin, insanın varoluşsal hallerini yansıtma yönsemesinin ürünüdür. Bozkır Aydınlığında Aşk/ Adnan Binyazar/ Can Yayınları/ 154 s. 14 TEMMUZ 2011 SAYFA 11 sarstıcıyı, ğıtlare cansız ne de, öyle di?” diye zken bu berinin bir seleyen Besesi se, ölüesleri ızı Paah Güüde ¥ da cı YAZARLIK SÖZCÜK AVCILIĞIDIR Anlatımsal güzellik, sözcüklerin seçimine, harmanlanışına bağlı bir olgudur; hangi sözcüğün hangi sözcükle içsel, çağrışımsal bir bağıntı taşıdığını arayıp bulmayı gerektiren bir olgu... Yoğun bir çaba ister bu da. Bunun bilincindedir Binyazar. Yazma ya da yaratma, onun için bir tür sözcük avcılığı, sözcük çobanlığıdır. Sözcüklerin ardından koşma, kimileyin onlara hükmetme, kimileyin de onların buyruğuna girmedir.“Yol Özlemleri” adlı öyküsünden yaptığım şu alıntıda şöyle diyor anlatıcı : (...) Yazarlık sözcük avcılığıdır. Uzakta iken daha da uzaklaşan bir sevgilinin izini sürüyorsanız, gönüllü olarak sözcük tanrısına kulluk eylersiniz. Yazının engin denizlerinde kulaç atmaya kalktın mı da, “sen” sen olmaktan çıkar, sözcüklerin güdümüne girersin. Yazacaklarını belleğinde aramayagör, kafatasında dünya yuvarlağı kadar büyür beynin, yüreğinde lavlar patlar. İradenin feriştahı olsan, sabahlara kadar uyku aradığın yatak sana diken olur batar, kalbinin atardamarında kama saplaması sızılar duyarsın. O andan sonra uyku sana haramdır. Yazmak, sözcüklere çobanlık etmektir. Gece gündüz demeden beyninde sözcük gütmelisin. Binyazar da sözcüklere çobanlık eder, 1117 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1117