Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Ali Teoman’la ‘Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’ üzerine... ‘Zaman kavramı benim için temel sorunlardan biridir’ ki, 12 Eylül Anayasası’nı bu toplum yüzde doksanın üzerinde bir oyçokluğuyla kabul etti ve halihazırdaki hükümet 2002 seçimlerinde bu toplum tarafından üçte iki çoğunlukla parlamentoya getirildi. Ama burada duralım. Sosyoloji ve politika konusunda bu kadar ahkâm kesmek yeter. “TÜRKİYE’DE BİR PROTEST YAZIN ORTAYA ÇIKMALI” Yazdıklarınızla fikirlerinizi ve protest algınızı yansıtmanızı takdir ediyorum ama bu protest algının “onlara” değil özü itibariyle birer “hippi” olan ve insanlığa, yani cüzdandan çok vicdana yakın, kalben anarşinin doruklarında dolaşan o “bizim tayfaya” (ki sizin olmayabilir) yakın bir edebiyatın artık ortaya çıkması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye'de yazılan bir romanın henüz yazılmadan önce “oraya” haber verilmesi beni, onurumu zedeledi. Tıpkı, “mavi yıldızlı Stockholm sendromu” gibi… Ve, sayıları çok çok az da olsa yazınsal bir kuşak adeta bir “looser” olmaya mahkum bırakılıyor. Konu yazın olunca, “ulusal onurun zedelenmesi”nden bahsetmek, açık söyleyeyim, biraz komiğime gidiyor. Yanlış anlamayın, acı bir gülüş bu. Şudur, budur, unutmayalım ki, sonuçta Orhan Pamuk bu gezegende bir yazara verilen en büyük yazın ödülünü aldı (mümkündür, örneğin Mars gezegeninde daha büyük bir ödül veriliyor olabilir) ve üstelik de bunu yapabilen ilk Türk yazarı oldu. Orhan Pamuk'un kitaplarını beğeniriz, beğenmeyiz ki şahsen özellikle son kitaplarını oldukça zayıf buluyorum ama bu ödülü aldığı için sevinmemiz ve onu tebrik etmemiz gerek. Orhan Pamuk'un bizim gözümüzdeki yazınsal değeri ayrı bir konudur, Nobel ödülünü almış olması ayrı bir konu, politik görüşleri ve bunları dile getiriş tarzı apayrı bir konu. Aksi takdirde, kerinçsiz ve şürekâsıyla aynı terazide tartılmayı kabul etmiş oluruz. Her neyse, bu belki başka bir tartışmanın konusu... Asıl sorunuza geliyorum. Türkiye'de bir “protest” yazın ortaya çıkmamalı mı? Bence çıkmalı elbette. Ve çıkıyor da. İlk ağızda aklıma gelen adlar küçük İskender ve Süreyya Evren. Bu adların az ve seyrek olduğunu, karşı cephenin gitgide güçlendiğini düşünebilirsiniz. Doğrudur. Ama bu noktada yine bir önceki sorunuza verdiğim yanıta döneceğim: Kimse insanların elini tutmuyor ki! Şöyle değil de böyle yazıyor olmak bütün yazarların kendi sorumluluğudur. Öte yandan, bilinen gerçek: “Marifet iltifata tabidir.” Bugünkü gibi, “iltifat” sulandırılmış yazına olunca, o tarzın haricinde “marifet” göstermek isteyen de az olur elbette. Hilali Ahmer hayrına çalışmak herkesin harcı değildir. Bu durumdan toplumu sorumlu tutmamak, sade okuyucuyu tenzih etmek, bence, düpedüz safdilliktir. Nasıl ki herkes istediğini yazabilirse, okuyacağı kitabı da herkes kendisi seçer kitapçı rafları kitapla dolu... ÇAG SORUNU… Bu konuda sizin fikirlerinizi almak için soruyorum. Şöyle bir şey mi var: Yeni çağ (ya da yeni dönem diyelim) yazarlarınca toplumun “orasına”, ve hatta bir topluluğun “magma tabakasına” inerek oradan orayı yazmak, “the others” diyebileceğimiz birbirlerini ağırlayan körler ve sağırların “anasınıfını” pek de ciddiye almadan edebiyat adına “ben ve benim genlerim; varız” demek… Onlar toplumun atardamarı… Onlar varlar! Edebiyat adına bir günah işleniyor gibi geliyor. Edebiyat adına ne günahlar işlenir, şaşarsınız! Ama benim kafama asıl takılan nokta, hasbelkader bir nomenklatur meselesi: Bence “edebiyat” değil, “yazın” demeliyiz. Aksi takdirde, sözgelimi Ece Ayhan gibi bir şairin şiirlerini açıklamak olanaksızlaşır. Buna daha önce de değinmiştim. “Yazın” sözcüğü anlamca daha kapsayıcıdır, yazılmış olan hemen hemen her şeyi kapsar, peşin bir değer yargısında da bulunmaz. Oysa “edebiyat”, açıktır ki, “edeb”i çağrıştırır, “edepsiz” olanı dışlar. Aynı nedenlerle “gökçeyazın” uzatmasına da karşıyım. “Gökçe” olan ve olmayan nedir ki? Buna kim karar verebilir? Picasso'nun bir sözü çınlayıp durur kafamda. Mealen şöyle: “Yeni bir şey yaratmak isteyen, çirkin birşey yaratmaya da hazır olmalıdır.” Yeni olan, ister istemez, eskinin oturmuş güzellik ölçütlerine cephe alır, almak zorundadır, yoksa “yeni” olamaz. Aynı kavramın Frenkçedeki karşılığı sayılabilecek sözcük ise, günümüzde biraz demode kalmış olan, romantik belles lettres terimidir. Ben bu sözcüğü hep bol kıvrımlı ve süslü bir elyazısıyla dizilmiş olarak hayal ederim: Sürüp sürüştürmüş, takıp takıştırmış bir travesti gibi, ne denli güzel olduğunu herkese göstermek, kendisini herkese beğendirmek çabası içinde zavallı... Oysa bence birşeyin “yazınsal” sayılabilmesi için “edepli” yazılmış olması gerekmez, hatta daha da ileri giderek diyeceğim ki, düpedüz “edepsizce” yazılmış olması ciddi bir tercih nedenidir! Günümüzde “edeple” anlatılabilecek bir konu yok gibi. (Aslında hiçbir zaman da yoktu, yalnızca insanlar “masumiyet çağları”nda böyle konuların olduğu zehabına kapılmışlardı. Geçmiş olsun!) Bu yitişin nedeni, bence, çağın gitgide daha âciz ve trajik hale gelmesidir. Bu aczi ve trajediyi anlatmaya çalışırken, “edebî / edepli” olmak adına otosansür uygulamak, rahatsız edici oldukları için kimi şeylerin üzerini örtKİTAP SAYI Ali Teoman genç kuşak yazarlarımızdan. Tekrar basımı yapılan “Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı” isimli öykü kitabıyla 1991 Haldun Taner Öykü Ödülü’ne layık görülmüştü. Kitap, çarpıcı üslubu kadar olay örgüleriyle de okurun ilgisini çekeceğe benziyor. Ali Teoman'ın kitabı, hayata, hayatın içinde barınan yalnızlık, özlem, yolculuk, iç hesaplaşma gibi gerçeklikleri işliyor. Ali Teoman'la “Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı”nı konuştuk. ? Denizcan KARAPINAR yi, hızlı ve yüksek yaşamak” modasından bahsediyorsunuz kitabınızda, ve elbet bunun kitlesel bir “eğilim” olduğundan. Evet, insanlar bu modaya, belki de daha çok “12 Eylül'den sonra hızla prim verdiler, örselenmiş bir toplumun paçalarından, adeta “rağbet” aktı! Belki kalbimizdeki uyuyor, ama bir “hippimiz”, bir “bitli turistimiz” çıkmadı içimizden. Yoksa çıktı mı? Haklısınız, “iyi yaşamak, yüksek yaşamak, hızlı yaşamak” modası 12 Eylül sonrasında hız kazandı, öyle ki bunun 80'ler kuşağına damgasını vuran belki de en güçlü kitlesel eğilim olduğu söylenebilir. Bu sürece ilk elden, bir bakıma “içinden” tanıklık etme olanağım oldu, çünkü darbe yapıldığı sırada, on sekiz yaşında bir özel okul öğrencisiydim. “İyi, hızlı ve yüksek yaşamak” modasına kendisini kaptıranlar yakın çevremden arkadaşlarımdı. Dahası, ben de onlar gibi olabilirdim. O olasılığın kıyısından dolaştıysam, ayağım kaymadıysa, bunu birtakım rastlantılara borçlu olsam gerek. Tekrar düşününce, bu modanın bu denli rağbet kazanmasında ülkesel faktörler kadar dünya ölçeğindeki faktörler de rol oynamıştır gibi geliyor SAYFA 16 “İ bana. Sovyetler Birliği'yle birlikte komünist sistemin zayıflaması ve çökmesiyle birlikte, kapitalizm rakipsiz kaldı. Bunun politik ve ekonomik alanda olduğu denli düşünsel alanda da önemli etkileri olacağı âşikârdı. Dolayısıyla, ekonominin üstyapısı olan ortak kültür değerlerinin de bu değişimden etkilenmiş olmalarını yadırgamamak gerek. Üstelik belki 12 Eylül sürecini yaşamasaydık da, toplum aynı evrelerden geçecek, geçirilecekti. 12 Eylül belki bu tarihsel süreci hızlandırdı yalnızca, o kadar. (Dikkat edin, “belki” diyorum, konunun uzmanı değilim.) Bu kültürel yozlaşmaya karşı, sizin deyiminizle, şimdiye dek bir “hippimiz” çıkmamış oluşuna gelince, çıkmadıysa, bunun kabahati Türk toplumunda, yani “biz” dediğiniz amorf, heterojen kitlededir; sonuçtan şikâyet etmek, suçu başkalarında aramak bence anlamsız. Ama bugün siz böyle düşünebildiğinize göre, ben böyle düşünebildiğime göre, kimbilir belki de çıkmıştır böyle “hippiler”, ama bugün adlarını açık seçik anımsamıyoruz, çünkü ön planda değillerdi ya da cürümleri kadar yer yakabildiler, yarattıkları mevzii patlamalar ise ülke gündeminin gürültüsünde boğuldu, duyulmaz oldu. Bence toplumun sağduyusuna bu kadar güvenmeyin. Unutmayın ? CUMHURİYET 914