25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

? Oysa Ay'ın çok güzel bir görünüşü var sizin şiirinizde. Diyorsunuz ki: “Ay'dan Yeryüzüne bakılınca / yalnızca “Çin Seddi” görülürmüş. Hayır! Yanlış. / Ben baktım: Palandöken dağında açan / bir gelinciği gördüm. / Ve havada uçuşarak sevişen / bir çift kelebeği.” Pazartesi Günleri Ben Dünyada Yokum adlı şiirinizde ise şöyle bir dize var: “Yüzümü biraz daha yaklaştırdım dünyaya.” Burada dünyaya adeta uzaydan bakıp, dünyayı ve nesneleri anlamaya çalışan bir durum var. Örneğin toz diyoruz ama şiirde yok. Çamur diyoruz, taş diyoruz. Ya bunların sesi? İlk dizeleri yazdıran, Erzurum'dan gönderilen bir kartpostal'daki, Palandöken Dağı'nda, taşlar arasında açmış bir gelinciğin resmi oldu. Bu bende resimler oluşturdu. İkincisine gelirsek, dünyayı daha iyi kavrayabilmek için, nesnelerin ve canlıların gözünden dünyayı görebilmek, yaşayabilmek için yüzümü yaklaştırıyorum. Her şey fizik ile kimya arasında. Fizik de bir şiir. Ancak nesnelerin, bunların yapısını kavramak gerekiyor, buradan fışkıracak şiir… İşte o zaman nesnelerin, seslerin arasındaki sessizliği duymaya başlayacağız. Bir albatrosun, bir otun, çamurun gözünden dünyayı göreceğiz. Bu noktada şiir kendi doğar. Mesela “Ben Orta İki'de Kaleciydim”. Bunu Ankara'da metroya yürürken saniyelik bir anda iki kişinin konuşması sırasında duydum. Şiir gerilimi hissettim bu cümlede ve şiire taşıdım. Benim yaptığım şiiri oluşturmak değil. Onu bir yere taşımak. Onun gözünden bakabilmek… Rene Char'ın güzel bir sözü var: “Ozan yoktur var olan yalnız ve yalnız şiirdir” diyor. İyi, doğru bir şiir de her zaman şairinden büyüktür. Şair şiirinin fazlalığıdır. Teferruatıdır. SÖZCÜKLERİN HAYATI O halde ben de Walter Benjamin'in bir sözünü aktarayım: “Sözün geri kaldığı, yaratının ise dile geldiği yerde gerçekler saydamlaşır.” Siz “Tayland'da bar açsam; en fiyakalı / Akdeniz mavileri satsam” derken bu saydamlaşmayı sağlamıyor musunuz? Bu saydamlıkla, adeta sözcüklerin gölgeleriyle yazıyorsunuz. Sözün geri kalışı, müthiş bir olaydır. Arthur Lundkvist'in “Her sözcük biraz yamacına düşer” sözüyle kastettiği de budur. Söz, kendinden geri kalır. Anlamla arasında bir mesafe vardır. Bir sözcük, belirli zamanlarda kendine yaklaşabilir. Sözcük ile anlamı arasında olur her şey. Söz bu geri kalışında, yamacına düşüşünde, değişik uzaylar, uzay birimleri arar. Bu uzayları kendine ev yapabilir. Aksi halde tek başına bir anlamı olmayacaktır. Bu noktada zorunlu bir çiftleşmeye ihtiyaç vardır. Sözcüklerin hayatını tanımamız önemli. Bu hayatı yaşarken, sözcükler tek başına, durağan, statik birimler olmadığını anlarız. Onları anlamaya, onlarla anlaşmaya başlarız. Onları anlamazsanız, yaşantılarına ortak olmaz, dünyayı sözcüklerden görmeyi öğrenemezseniz. Yazdığınız sözcükleri bir araya getirmekten ibaret olur. Yalnızca sözcüklerle yazılan bir şiir, kötü, yanlış bir şiirdir. Ancak bu hareketin, bu yaşantının olduğu şiir, doğru şiir için başlıca hareket noktasıdır. Charles Baudelaire, sözcüklerin anlamını hatırlamak için bazen sözlüğe bakarmış. Çünkü sözcükler kendi yaşantıları içinde olduğu gibi, bir şairin elinde de sürekli değişime uğrar. Şair sözcüklerin esrime, yanma noktalarını, değişik anlamların atım gücünü ölçer. Tüm bunlar, bir şiirin nefes alması için olanaklar sağlar. Bu noktada, her sözcüğün başlangıçta bir imge olduğunu söylemek istiyorum. İnsan konuşmayı ilk öğrendiğinde at diyordu. Ama insanın aklına yüzlerce şekilde at geliyordu. Ama bu yazım süresince kafamızdaki imajını kaybetmeye başladı... Örneğin “ev” diyoruz. Nedir ev sözcüğü? Belki de eve ev değil de mum denecekti. Ya da mumun şekli eve benzeyecekti. Ben eve neden “ev” dendiğini hâlâ anlamadım. Çünkü söz, her zaman kendinden geri kalır. Söz, anlam ile arasını açar, sonrasında anlam sözü yakalar. Anlam sıçrar, sürekli devinir, atom çekirdekleri gibi... Söz kendinin arkasında kaldığında, söze ulaşamayan “şey”, kendine başka bir uzay yakalamaya başlar. Bulamadığı noktada yarattığı uzay dilimleri, yarattığı zamanlar birleşir. Böyle anlarda söz daha çok kendine yaklaşır. Arkada kalan anlamın, sözcüğe isyanı vardır burada! Uzay dilimlerini yakalayan söz, kendine yeni bir ev kurar. Her ne olursa olsun sonunda sözle birleşmek zorundadır. Bu bir yasadır. Şiirin kendi kuralıdır. Bir çocuğun annesinin karnından çıkmak zorunda oluşu gibi... Söz bu kendinden geri kalış sürecinde, değişik hayat biçimlerini dener. Ancak bu şekilde kaosun bir parçası olur ve örgütlenmeye başlar. Söz de ancak o zaman dünyanın ve şiirin bir parçasıdır. Sözün yoğunluğu bu noktada taşar. Bu ayarlandığı sürece şiir olanaklı kılınıyor. dir. Şiirin bu bitmemişlikte nefes alması söz konusu. Sessizlik de burada ortaya çıkıyor. Söz anlamı yakalamaya çalışır. Zaman içinde okurdan okura savrulur. Şiirin sessizliği, sözü, aldığı nefes; bu dilin hayatıdır. Dil kendi kurallarını yaratır; kurallara karşı olsa da... Şiir kendini tamamladığı anda biter. Hareketsiz kalır, zamanı durdurur. Artık söyleyecek bir sözü kalmaz! Sözcüklerin düştüğü yamaçta, her sözcüğün gölgesiyle yazıyoruz. Bana kalırsa şiir, dilin düş gördüğü yerdir. Özellikle imge. Şiirde yeniliğin, sözcüklerin nefes alması olarak görüyorum. İşte bu yeniliğin yaşanması, kapalı bir anlama, şiirin bitmemişliğine bağlı değil mi? Şiirde anlam yırtmaç biçimde olursa, kendini çoğaltabiliyor sanki. Her sözcüğün gölgesiyle, düşüyle yazıyoruz. Her sözcüğün kendi yamacına düşmesi, orada sözcüğün kendisini aşması, nefes almasıdır. Şiirimde çıktığım nokta, tamamen resimdir. Bu anlamda şiirlerimde bir şey anlatmam, taşırım. Şiir sürekli olarak bu görüntülerin avıdır. Şiirin, içinde varolduğu ve dışında akan zamanı yakalaması da böyle olur. Şiir, zamanın dışında bir zamanda varolur. ULAŞAMAMAK... Şiirlerinizde ince bir erotizm hep var. Gelincikya'da da, aşkı, erotizmden ayırmadan, estetik bir içeriği atlamadan şiirlerinin gövdesi kılıyorsunuz. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, aşka, neredeyse “aşk” sözcüğünü bile kullanmadan, tamamen yan eylemseller, erotik, baştan çıkarıcı “Şiirimin kökleri, Palandöken Dağı'na ve şafak sözcüğüne dek uzanır. Sonrasında Konya, erotizmle ilk tanışma, İzmir'de ilk gençlik yılları, trajediyle sonuçlanan ilk aşk, Ankara'daki gençlik hareketi çalkantıları ve siyasal olaylar, sonra sürgünlük ve İsveç görüntüleri. İsveç'teki altı aylık liman işçiliğim. Şiirimin kökleri, biraz da oradadır” diyor özkan Mert. Bu noktada şunu sorabiliriz. Şiir ölür mü? Şiir ölür mü? Nefes alan büyük şiirler yaşar. Üstelik büyük şiirler kimse okumasa da yaşar. Bir şiir zaman denen uzam içinde, herhangi bir noktada okunduğu an anlamla diyaloğa girer, yeniden başlar. Doğa kendi sürecini yaşar, doğadaki her parça, her birim kendi diyalektik sürecini yaşar. Güneşi düşün, güneş hiç “bugün çıkayım, yeryüzü ısınsın” ya da yağmur hiç “ben yağayım, ekinler yeşersin” diyor mu? Doğa asla bize sormaz. Böyle bir doğa içinde insan tesadüfen var. Şiirde sürekli mücadele vardır. Bu anlamda şiir zaten bir düellodur. Şair ile şiir, şiir ile sözcük, sözcük ile sessizlik ve hatta sessizlik ile sessizlik arasında... Son ana kadar, kimin kazanacağı asla belli olmaz! Bu nedenle şiir hep eksiktir. Şiir hiçbir zaman tamamlamaz kendini, sürekli devinir. Bir dağ gibi... Doğa da tamamlanmaz, sürekli değişir. Bir dağ kendini ne zaman tamamlar? Aslında tamamlanamayacağı bir yerde910 çağrışım dizgeleriyle, bize aşkın tamamen hülyalı, renkli, estetik kısımlarını taşıyorsunuz. Bunu yaparken somut eylemlerden yola çıkmıyor musunuz? Örneğin bir yatağın beyaz çarşafları altında gözüken bir ayak. Asıl erotizm kendini özne kılan bu ayakta ya da bir yırtmaç değil mi? 2005'te, Gunner Ekelöf'ün şiirlerini çevirmek için, Mısır'a, İskenderiye'ye davet edildim. Orada İskenderiye Kütüphanesi'ni gezerken bayan bir görevli vardı. Tepeden tırnağa kadar siyah giyinmiş. Vücudunda yüzü dışında bir yer gözükmüyor, yalnız ayaklarında topuklu ayakkabı var. Ben bunda müthiş bir erotizm buldum ve heyecanlandım. O an nedenini anlayamadım. Daha önce hiç bulunmadığım bir yerde o ayakların taşıdığı bir serüven vardı. O ayaklardaki büyü, gizlilik beni çarptı. Burada ne var? Bir kere bir gizlilik var. İkincisi ulaşamamak. Son olarak karşıtlık, olayı şok haline çevirdi. O halde Cemal Süreya'nın deyişiyle “o kadar olur işte”. Cemal Süreya'nın bir sözü daha var,” Erotizm dünyayı güzelleştirme çabasıdır” diyor. Sizin şiirinizde de tutku ve aşk iç içe. Gelincikya'da her okuyuşumda beni düşündüren bir dizeniz var: “Tenin bilinci yoktur / S a v r u l u r”. Özkan Mert'e göre tutku nedir? Tutku, erotizm ölümcül bir olaydır. Orada tenin bilincinin olmaması, tenin olanaklarını yaratıyor. Burada mesajı sözcüklerin bilinçaltıyla vermek var. Sevişmek. Sevişmek, eğer cennet diye bir yer varsa oradadır. Çünkü sevişme sırasında insan, bir yandan kısa süreliğine ölümü yaşadığı için, bir yandan da ölmediğini bilmenin, bunun çılgın zevkini duyduğu için de “mutludur”. Ölmeden ölmeyi tatmanın koşuludur bu. Bu ölümün uzun süreli olmadığını bilmenin hazzı, her şeyin önüne geçiyor. “Sevgilim mutfakta çırılçıplak / bana nefis pilav yapıyor” diye bir dizeniz var. Bir yemek yapımıyla aşk arasındaki köprüyü okura uzatıyor, şiirlerde rastlamadığımız bir gerçeği, bir başka gerçekle değiştiriyorsunuz. Ancak sevgilinin “çırılçıplak” nefis pilav yapması, aşkın somutluğu ile fantezisi arasında şiire ince bir denge sağlıyor. “Onların kalçaları küçük bir okyanus'tur / hırçın dalgaları / Güneş'e vuran (…) İskenderiye'de / siyahlar giyinmiş genç arap kızlarının / çırılçıplak ayakları / neden bir çift kelebek gibi / konuyor gömleğime? (…) Nedir hep eksik olan ve hiç tamamlanamayan / aşk nereye götürür bizi? / Yere çakılmakta olan bir uçağa / İstanbul'a saat kaçta ineceğini / sormak gibi bir şey bu. (…) Kübalı kadınların / memeleri arasında yuvarlayarak / yaptığı kaçıncı puro ağzımdaki? (…) şebekelerinden serçeler uçuran / kızlara doğru yanışım / yanlış anlaşıldı”. İster gerçeküstü benzetmeler, ister fanteziler olsun, kadın ve güzellik hakkında ne söylemek istersiniz? Kübalı kadınlarla ilgili dize aslında bir gerçeği de işaretliyor. Örneğin Amazonlu kadınlar. Amazonlar, yayı germek ve av avlayabilmek için memelerini kesiyorlar. Yüzyıllar boyunca memeye çok farklı anlamlar yüklenmiş... Erotizm açısından kadın vücudu aslında müthiş bir enstrüman. Aslında bu konuda söylenecek çok şey var. Erkekle kadın arasındaki en önemli fark, kadın vücudunun yalnızca kendine ait olmayışıdır. Bir kadının güzelliği, yalnız kendine ait değildir. Olmamıştır da. O güzellik, hem doğanın hem erkeğin bir parçasıdır. Ancak erkeğinki kendine ait. Erkek bir üretim yapmıyor bu anlamda. Bu nedenle kadının vücudu, evrenseldir, sürekli devinir, hiçbir zaman tükenmez... İsveç Enstitüsünun davetlisi olarak gittiğiniz Mısır'da İskenderiye Kütüphanesi'nde hiç Türkçe kitap görmediğinizi söylemiştiniz,şimdi var mı? Evet! Gunnar Ekelöf'ü Türkçeye çevirmek için davet edilmiştim Mısır'a.9 çevirmen 9 dile çevirdik Ekelöf'ü.Çok güzel bir antoloji oldu.Çalışmalarımızı İskenderiyede yaptık.İskenderiye kütüphanesini ziyaret ettik,muhteşem bir yapıydı ve tek bir Türkçe kitap yoktu. Kütüphane müdürü bizden birer kitaplarımızı hediye etmemizi rica etti.Boyut yayınlarında çıkan ve toplu şiirlerimi içeren Nehir'den elimdeki tek örneği verdim. Şimdi İskenderiye Kütüphanesi’ndeki tek Türkçe kitap, “Nehir”…Sevdiğim diğer Türk şairlerinin kitaplarını da vermek isterdim.Ama elimde yoktu.Çok üzüldüm buna. ? Gelincikya/ Özkan Mert/ Hayal Yayınları/ 96 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear