Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Çocukluğumun kadınları olsaydı adım gibi biliyorum, kırarlardı erkeklerin iktidarını. Anadolu’nun altın çağı kadınları çok mu gerilerde kaldı dersiniz? ykülerindeki, oyunlarındaki kadınlar üzerine söyleşi yapmak isterim bir gün seninle.” Neredeydik anımsamıyorum şimdi, yürüyorduk yan yana, bir etkinliğe yetişmek istercesine çabuk çabuk. Nursel Duruel, söyleyivermişti bunu, herhalde ilginç gelmişti ona bu kadınlar. Uykusu Sakız’daki (Can, 2001), Kevser’di ile EvSes’teki (Toplu Oyunları 1, MitosBoyut, 2004) kadınlardan söz ediyordu. Bir yazar, okuduğu yapıtlar kadar kendi yaşamından damıttığı izdüşümlerden kalkarak da oluşturmaz mı kahramanlarını? Yazarlar, var ettikleri kahramanlar için kendi bakış açılarına değgin de önemli ipuçları verirler öyleyse. Yazar olarak, gözlerimi geniş bir kadın coğrafyasına açtığımı söyleyebilirim hemence. Denizli’nin Hatipoğlu Mahallesi’nde, anneme dedelerinden geçen o geniş bahçeli evde… Çevremi kuşatmış kadınların bir bölümü, uzaktan akrabasıydı üstelik annemin. İdeallerimi, babamın eğilmez bükülmez örsünde pekiştirdiysem de kişiliğimin bükümlenişinde, başta annemin; sonra bu kadınların büyük rolünün bulunduğunu düşünüyorum bugün. Süregelmiş bir anatanrıça kültünün ardılları gibiydi bu kadınlar. Bir araya geldiklerinde birleşip tek kadın oluveriyorlardı çarçabuk. İnançlıydılar, namazlarını, oruçlarını kaçırmıyormuş gibiydiler, ama laiktiler de, kaç göçe yüz vermiyorlardı bu nedenle. Erkeklere karşı belirgin bir uzaklığı özellikle koruyorlar, ama bildiklerini de okuyorlardı bu arada. Diyebilirim ki bütün evleri kadınlar yönetiyordu, “evin reisi” erkekmiş gibi görünse de… Bin yıllar boyunca anatanrıça kültünün ardılı olarak yaşamış Anadolu erkeklerinin, bin yıldır buna eklemlenerek biçimlenen Türk erkeklerinin de birer “içgüveysi” olarak yaşadıkları ta çocukluğumda kazınmıştır bu nedenle beynime. Bütün bunları, Yılmaz Onay’ın Prometheia (Toplu Oyunları 2, MitosBoyut, 1994) adlı oyununu okuduktan, oyunun Hollanda’da Theaterwerk NL kurumunca gerçekleştirilen Theater 4 Daagse festivalinde M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası “Ö Kadının doğusu, batısı Türkçe, Hollandaca sunuluşu üzerine Tiyatro Tiyatro dergisi için (Bak.; Mart 2006) kendisiyle bir söyleşi yaptıktan sonra bir kez daha düşündüm. KADININ ANADOLU’DAKİ ALTIN ÇAĞI Andığım söyleşide gerek oyunun açılımına gerekse konuya değgin Yılmaz Onay şunları söylüyor: “Troya savaşı, anaerkil, dolayısıyla kadının saygın konumda olduğu ve yine dolayısıyla barışçıl, zengin, mutlu ve gelişkin olan, anatanrıçalar dünyası Anadolu uygarlığı ile (Lidya, Frigya), dağlı savaşçı, vahşi, tam anlamıyla erkek egemen ve kadının evden çıkamamacasına köle durumda olduğu, saldırgan Dorlar, Akhalar ve onların ataerkil Zeus tanrılığı arasında olmuştur. Böyle olunca ona karşı direnmeye devam eden insan yanlısı ya da düpedüz insani isyanın kahramanı olan Prometheus, Zeus’un oğlu filan olamaz; anatanrıçaların kültüne, insanına ve kadınına daha yakındır o. Dolayısıyla onların ülkesine de daha yakındır. Zaten efsanede getirilip Kafkas’ın kayasına zincirlenmesi de boşuna değildir. Annesinin Asia olması hiç boşuna değildir. Ve tabii, sonradan mitosta zorlama ile annenin Asia değil Klimene gibi alelade bir figüre dönüşmesi de boşuna değildir. “Bundan dolayı ben, Prometheus’u, yani sözcük anlamı ile ‘önceden gören’in eril halini, dişil tasarlıyorum ve Promethea olarak savlıyorum; bunu da anatanrıçaların simgesi olarak Asia’nın kendi kendini doğurması, diye düşünüyorum. Dolayısıyla, ‘Prometheus söylenceleri’ demek olan Prometheia, bilinen efsanenin bir de anaerkil bakışla işlenmesi oluyor.” Kadın kuruluşları, tiyatromuzda deneysel çalışmalara yatkın topluluklar ne ölçüde ayırdında acaba Prometheia’nın? Yılmaz Onay’ın gerek oyunda yansıttığı gerekse söyleşimizde vurguladığı gibi Batı, tam bir ikiyüzlülük sergiliyor bu konuda. KADIN AVCISI BATI Batının bu konudaki ikiyüzlülüğünü izleyebilmek için Süheyla Kadıoğlu’nun 20.Yüzyıl ve Kadın / Batı Ülkelerinde Kadın Hareketleri (Gri, 2005) adlı kitabına kabaca göz atmak yeterli. Süheyla Kadıoğlu, bütüncül bakışla ördüğü yoğun emekli kitabı Batı Ülkelerinde Kadın Hareketleri’nde özellikle iki savaş öncesinde, savaş sürecinde, sonrasında kadınlara karşı uygulanan ikiyüzlü siyasayı somut olaSAYI 837 rak gösteriyor bize. Kadınlarınsa, buna karşın savaşımlarını aralıksız nasıl sürdürdüğünü. Bu arada Clara Zetkin, Rosa Luksemburg gibi sosyalistlerle öteki kadın savaşımcılarının nasıl acı çektiğini… Kadıoğlu’nun somutladığı gibi Birinci Dünya Savaşı, bir kez daha turnusol getiriyor kadınların önüne. Zaten savaşlarda kadınlar gerek cinsleri gerekse sınıfsal konumları anlamında erkeklere oranla çok daha büyük sıkıntılar yaşıyor. Bunda, erkeklerce uygulanan siyasaların da büyük rolü var. Kadıoğlu, örneğin birinci savaşla ilgili olarak bakın ne diyor: “… Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte yeni bir kadın tipi doğmaya başlar Batı toplumlarında. Bunlar genellikle yalnız yaşayan, ekonomik özgürlüğüne sahip ve de aile sorumluluğunu tek başına üstlenmiş olan genç kadın ve kızlardır. (…) Tarihçiler (…) alt sınıf kadınların, özellikle işçi kadınlarının konumlarında ne özel, ne de meslek yaşamlarında çok büyük değişmelerin olduğunun izlenmediğine parmak basarlar. Kadınlarda izlenen gelişim ancak ekonomik güce sahip orta ve üst sınıfa özgü bir durumdur.”(18,19) “Çelişkiler döneminin savaşı”dır yine de Birinci Dünya Savaşı. Kadıoğlu, bu durumu şöyle vurguluyor kitabında: “Güçlü bir erkek mitolojisi, bir ‘anavatanı kurtaran’ erkek kahraman çıktı ortaya. (…) Kadınlar istasyon kantinlerinde askerleri ağırlıyor, yaralılara bakıyor ve gereksinimi olan herkesin yardımına büyük bir özveriyle koşuyorlardı.” (41) Savaş bastonu yapılmıştı kadınlar. Nitekim “savaş, kadınlar arasındaki her türlü uluslararası hareket ve dayanışmayı çok kısa bir zaman içerisinde parçaladı.” (49) “1914’te Fransa’da, Jani Misme, La Françoise’de; ‘Savaş sürdüğü sürece, düşmanın kadınları, bizim de düşmanımızdır’ diye yazıyordu.” (54) Siyasacılar, savaşlarda kadınları “erkek mitolojisi”nin ardına takmakta ustalaşmış görünüyor. Böyle dönemlerde kadın fotoğrafı çabucak değiştiriliyor. Erkek, “devlet baba” kimliğiyle de bütünleşiyor çünkü (67). Artık “savaşın bitimiyle hoşgörü de bit”miş; “tutucu davranış ve düşünüş geri gel”miştir (88). Süheyla Kadıoğlu, önemli bir tarihçe bağlamında da alınabilecek Batı Ülkelerinde Kadın Hareketleri’nde birinci ikinci savaşlarda, savaş arasında, sonrasında kadının durumunu ayrıntılarıyla ele alıyor, ötesinde genel bir değerlendirmeye girişiyor. “Sonuç” bölümcesinde ulaştığı vargı şöy le: “Günümüzde Hıristiyan ülkelerinde kadın, her türlü eşitlik hakkına sahip görünüyorsa da hâlâ birçok alanlarda kadına haksızlık yapılmakta, hâlâ farklı davranışlara uğramaktadır.” KADIN İNFAZCISI TÖRECİ KİM? Demek ki Müslümanlığa, Museviliğe oranla görece daha gelişmiş düzeydeki Hıristiyan ülkelerde bile durum, kadın açısından pek parlak değil! Ancak yanılgıya düşmemeli! Hıristiyan, Müslüman, Musevi inançlarından birini taşımak pek önemli değil! Bir inancın ardılı olmak demek, kendimize, kendi dışımızda olup bitenlere bu inanç temelinde yaklaşıp tutumlarımızı, davranışlarımızı, kılgılarımızı bu dizge yönünde belirlememiz anlamına geliyor. Lütfi Kaleli, İslâm’da Kadınlar! / CihatŞeriatReform (Alev, 2005) adlı kitabında dinlerin kadına bakışını ele alırken, kutsal kitapları taramış. Anlatısını, bu yöndeki pek çok kaynağa dayanarak, tanıt gösterip renklendirerek destekleyen Kaleli, Tanrı anlayışıyla, din adına kadına yapılanlar arasında bir ayırım koymaya girişiyor sanki. Örneğin şöyle söylüyor Kaleli: “… İnançların kutsal kitapları dikkatlice okunduğunda görülmektedir ki, yasaklı meyveyi yeme eyleminde dem suçludur. (…) Fakat egemen erkek mantığı, bu konuda salt Havva’yı suçlu gösterip, kadını ezme mantığını geliştirmiştir. / Böylece kadın, tarihin her aşamasında suçlanmış, ezilmiş, horlanmış, geri plana atılmıştır.” (13, 14) Lütfi Kaleli, “Tanrı” kavramının evrenselleştirilmiş içeriğiyle ele alınıp dinlerde bu yönde bir “reform”un zorunluluğunu vurgularken, dinlerin “insanileştirilmesi” gereği üzerinde duruyor. Aslında bunun, tüm dinlerde bir süreç içinde yaşandığına da getiriyor sözü. Tasavvuf inancını bu yönde örneklediği düşünülebilir Kaleli’nin. Nitekim şöyle söylüyor yazar: “… İslam dini, tasavvufla yumuşatılarak insanileştirilmiştir. Dahası, tasavvufla İslam’da reform yapılmıştır. Özellikle kadına büyük değer veren tasavvufçular, kadının insani haklarını korumuşlardır…” (27) Souad’ın kaleme aldığı özyaşamöyküsel Diri Diri Yanmak (Türkçesi: Harika Sirel Şeren, Bilgi, 2004) adlı romanda körleşen inancın nasıl tehlikeli hale gelebileceğini ortaya koyuyor. Bir geri dönüşle başlıyor roman. Yakılmak istenirken son anda, bir tansığın ortaya çıkışıyla yeniden yaşama dönen Souad, tüm yaşamını anlatacaktır bize. Alabildiğine içten. Kendisini şöyle tanıtır bize Souad: “Adım Souad, Ürdünlü bir çocuğum. …Bir eşekten daha çok çalışıyorum.” “Oyuncağımız olmadı, oyun da oynayamadık; yalnızca itaat ve boyun eğmek vardı.” “…Çünkü ben bir kızdım, bir hayvandan daha az değerliydim. / Batı Şeria’da bir Arap kadını olarak, ilk hayatım buydu. Yirmi yıl sürdü, orada öldüm.”(12 vd.) Souad, babasıyla öteki erkekleri de anlatır bize: “Kemerle ya da bastonla her gün dövülürdük. Dövülmediğimiz gün hemen hemen yoktu.” “Bu köyde erkeklerin yasası böyleydi.” “Babam tam yetkili adamdı, kraldı. Her şeye sahip, her şeye karar veren, döven ve bize eziyet edendi.” “Fark ettim ki köyümün erkeklerinin saldırganlığı, çok eskilerden geliyor. Baba saldırganlığı oğula geçiriyor, o da sırası ile sonsuza kadar geçirip gidiyor.” (17, 26) Ya kadınların yazgıya dönüşen yaşamları? “Annemi yerde bir koyun postunun üzerinde yatmış görüyorum. Teyzem (…) yanı başında duruyor. Seslerini duyuyorum, annemin ve bebeğin; annem çarçabuk postu alıyor ve bebeği boğuyor. (…)/ Bu annemin doğar doğmaz boğduğu bir kızdı.”/Kız kardeşim(in) anneme, ‘Kızlarım olursa senin gibi yapacağım’ dediğini de duydum.” (20) Souad, kız kardeşinin boğuluşuna da tanıklık yapacaktır: “Kız kardeşimi yerde oturmuş, kollarını, bacaklarını kıpırdatırken görüyorum; (erkek) kardeşim üzerine, kolları iki tarafa açık eğilmiş, telefon kablosu ile boğuyor. Bu görüntüyü sanki dünmüş gibi hatırlıyorum.” (28) Artık töreyi, infazın ne olduğunu biliyordur o: “… Ülkemde olayların nasıl olduğunu anladım. Kızların neden öldürüldüğünü biliyorum. Bunun nasıl yapıldığını da biliyorum. Aile birliği karar verir ve infaz günü anne ile baba evde olmazlar. Öldürmek için görevlendirilen kişi ve öldürülecek kız vardır yalnızca.”(29 Bizdeki töre cinayetlerinin Souad’ın anlattıklarından bir farkı var mı? Arap göreneği olarak bizde izleri süren bu tür cinayetleri hafife alabilmek olası mı? Çocukluğumun kadınları olsaydı adım gibi biliyorum, kırarlardı erkeklerin iktidarını. Anadolu’nun altın çağı kadınları çok mu gerilerde kaldı dersiniz? 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz ya da yaygın söyleyişle Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun! Haftaya başka bir kitapla sürdüreceğim konuyu. ? SAYFA 37 CUMHURİYET KİTAP