05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Geçen haftanın ‘Kitaplar Adası’nda “Orhan'a açık mektup” diyerek başlamıştım söze. Sevgili Orhan, tutup bir açık mektup yazacağım da ne söyleyeceğim sana? Ne söyleyebilirim ki zaten? Bir dokuma ustasının anlatıca görümlediği o ‘eşeleyici zekâ’ seni de ele veren önemli bir ipucu değil mi? nkara’da bir kara kız. Adı Şehriban; Şehriban Ebem. “Şeriban” diyor kendine. Fizik mühendisi, bırakmış sanki fiziği, aklı fikri, işi gücü müziği... Belgesellerimize özgün müzikler yapan müziğin filozofu Can Atilla’yla görüşmelerinin tanıklığını yapıyorum. Nefesi tıkanacak sanki heyecandan kara saçlı, kara gözlü kızın. Kaç yıldır üzerinde çalıştığı Yunus, Pir Sultan albümlerini dinletmiş Can’a, Can dönüp diyor ki Şeriban’a; “Evet, bunların düzenlenmesinde birlikte çalışabiliriz.” Havalara uçuyor Ankaralı kara kız. İşte bu Şeriban, bizim Şeriban, Çek Cumhuriyeti’ne düzenlenen bir geziye katılmış. Prag’la sarhoş olup Kafka Müzesi’yle büyülenirken unutmamış beni, armağan albüm getirmiş: Moravian Love Songs. Zuzana Lapriskova’nın bu albümüne, Milan Kundera da küçücük giriş yazısı kaleme almış kapakta. Bunlar olağan, ilginç olan şu: Orhan Kemal’in Baba Evi (Epsilon, on yedinci basım, 2005) ile Avare Yıllar’ını (on üçüncü basım, 2005) okuyorum o sıra, koydum Lapriskova’nın albümünü, aa, nasıl da örtüştü Orhan Kemal’le Çeklerin halk şarkıları, anlatamam. Bir kez daha gördüm ki masalları, şarkılarıyla halklar burcu burcu tüten bir gâvurlukta buluşabiliyor... Diyeceğim Orhan Kemal’i Lapriskova’nın eşliğinde okudum. Usta işi verimler, dilleri ne olursa olsun örtüşüyor bir biçimde. Kendi dilinde iyi yapılandırılmış bir şiir, öykü, hatta roman hiç anlamadığımız halde bizde de güzelduyusal hazlara yataklık yapabiliyor. Müzikten, tiyatroyla sinemadan hiç söz etmiyorum zaten. Orhan Kemal’in yazınsallaştırdığı aşkları, Çeklerin aşk şarkılarında dinleyebiliyorsak eğer, her ikisinin de evrensel bağlamda ne denli sağlam donanımlarla ortaya çıktığını gösteriyor bu veri aynı zamanda. Bizler, kendi yazarlarının, şairlerinin, tiyatrocularının, sinemacılarının, müzisyenlerinin, ressamlarının oldumbittim hep “alaturka” kaldığına koşullandırılmış bir toplumuz. Ayırdında olan kim bunun? M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası A ‘Eşeleyici zekâ’sıyla Orhan... Bir romancının temel dayanağı elbette kendi yaşamı, ancak onu yazar katına yükselten yanı yaşantıdan kalkarak kuracağı yapıdaki soyutlayım becerisi. İkincileyin de soyutlayımdan kalkarak yapacağı dönüştürüm. Bu çerçevede Orhan Kemal kendi yaşamından taşıyor roman harcını, ama bunları elden geçirerek, seçerek yan yana getirerek eklektik, “yığma” bir yapı kondurmaya da yönelmiyor hiçbir zaman. Örneğin baba, anlatıcının üzerinde baskı simgesi her zaman. Orhan Kemal, babanın yaşam boyu süren perdeleyici rolünü büyük ustalıkla yansıtıyor. Ama bu arada Cumhuriyetle birlikte amansız biçimde düşkünleşmesini, ekonomik darboğaza girmesini de. Orhan Kemal, Atatürk’ü kayırmakla birlikte, “her devrin insanı” diyebileceğimiz kişilerce Cumhuriyetin nasıl yozlaştırıldığını da duyumsatıyor iliklerimizde. “Küçük Adam” Orhan, ne ki “o”, laboratuvarda kurularak roman kahramanı yapılmış biri. Bu nedenle de evrensel. 1920’lerle 30’ların dünyasında Ortadoğu’nun kanayan, kaynayan coğrafyasında çocukluğunu, yeniyetmeliğini, delikanlılığını yaşayan birinin “tip” olmaktan çıkarılırken “tipolojik” temeliyle yine de sapasağlam örülüşüne, “karakter” yapılışına tanıklık ediyoruz. Baba Evi de, Avare Yıllar da bu nedenle çok önemli! Şimdi “küçük adam” imgesine dönebiliriz. Orhan Kemal’in ağzından dinleyelim bu küçük adamı: “...Hiçliğimin altında eziliyorum. Kesinlikle dünyanın en çirkin ve en sıska insanıyım.” “Ah şu zayıflığım, kambur burnum, kuru ellerim, ortayı bile bitiremeyişim, vesaire vesaire vesairem.” “Ben eli ekmek tutmayan, çirkin, pabuçları delik, paçaları tiftiklenmiş (!) biri...” Derken araya giriveren şu tümce: “Dünyanın en güzel erkeği olmayı ne kadar isterdim.” (AY, 62, 64) Zaten, çok önceden bu “küçük adam”lık damgasıyla lekelenmiştir o: “Küçük adam oluşuma hayatımda ilk defa lanet ederek, şaşkın, bekledim.” (BE, 66) Orhan Kemal, dünya yazınında öne çıkan nice kahramanın bir benzeriyle çıkıyor “Küçük Adam”da karşımıza. SOYUTLAYAN, DÖNÜŞTÜREN ORHAN KEMAL ÇAĞDAŞIMIZ ORHAN KEMAL Baba Evi ile Avare Yıllar, “bütün” halinde kaleme alınmış bir roman. Anlatıcının, çocukluk anılarından başlayarak yeniyetmelik, delikanlılık günlerine uzanan, oradan âşık olup evlenmesine dek geçen sürede yaşadığı serüvenlerin yansıtıldığı... Orhan Kemal bunları 1949’da kaleme almış, otuz beş yaşında, yazarlığının gençlik evresinde. “Küçük Adamın Notları” demiş yazdıklarına. Neden böyle demiş? Aslında bilinen bir yaşamöyküsünün “anlatıcı” özelinde yeniden kuruluşu bu. Orhan’ın birebir yaşamöyküsü değil ama! Babası Abdülkadir Kemali, Işık Öğütçü’nün yayına hazırladığı anılarında (Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemali’nin Anıları, Epsilon, 2005), bizi yaşamöyküsüyle yüz yüze getiriyordu doğrudan. Oysa Orhan Kemal, yaşamını anlatmıyor da “Küçük Adam” olarak nitelediği bir kahramanın yaşamını kuruyor andığım romanlarında. SAYFA 26 Orhan KEMAL Bu açıdan baktığımızda Honore de Balzac’ın Fransa, ötesinde dünya için taşıdığı önemin, değerin Orhan Kemal’e de yüklenmesi gerekmez mi? Gerçekten de Balzac’ın “İnsanlık Komedisi”ni çağrıştıracak güçte, özgün bir “Küçük Adam” dizisi bu. Onun hemen her romanı, “Küçük Adam”a özgülenmiş bir yapıt çünkü. Ne nahiflik yansıtan gecekondu ne de teknik hüner yansıtan apartman yapısı gösteriyor yapıtlar. Tersine çimentosu, demiri yerli yerinde gereksinildiği kadarıyla kullanılmış, gereçlerin, uygulayımların hiçbiri göz ardı edilmemiş karkas bir yapı yansıtıyor romanlar. Ekonomisini, sonuçta yaşam döngüsünü, buna koşut kültürel gelişimini kendisini sömürenlere göre biçimlendirmiş bir Türkiye’de Orhan Kemal’in esamisinin okunmayış nedenini burada aramak gerekiyor bana sorarsanız. Oysa örneğin Murtaza, yalnız Türkiye’nin değil dünyanın da önde gelen romanlarından. Daha önce dile getirdiğim bu düşünceyi, “Kitaplar Adası”nın okuruyla da paylaşmış olayım şuracıkta. Sözgelimi konuşmama, hatta yazılarıma sızdığı oluyor, insanların “Murtazalaşması”ndan söz ediyorum. Bu da Orhan Kemal’in yazınımıza, dünya yazınına bir armağanı bildiğimce. Dünyanın bütün dillerinde verimlenmiş öteki romanları okumuş değilim elbette, ancak okuduğum binlerce roman arasında Murtaza’ya benzeyen bir karaktere rastladığımı söyleyemem. Diyeceğim, Cervantes’in Don Kişot’u ne denli sağlamsa Orhan Kemal’in Murtaza’sı da o denli sağlam. Ne var ki sömürgeciler, kolalarını nasıl dünyanın dört bir yanına taşıyorsa yazılı metinlerini de elden ele gezdiriyor, bunlara inanılmaz ölçüde yaygınlık kazandırıyor. Sonra ne mi oluyor? Ayranınızı döktürüp kola tutuşturuyorlar ellerinize, para kıstırmışçasına, kana kana içirtiyor size kolayı, kana kana... Orhan Kemal anlatarak değil, roman evreninin gerçeklikleri arasında bizi kahramanıyla gezdirerek, bu evrene tanıklık ettirerek yapılandırıyor romanını. Orhan Kemal’in romanındaki karkas yapı böyle çıkıyor ortaya. Çocukluk, bunu çevreleyen ilişkiler yumağı; ailenin yurtdışına çıkışı, çocukluktan yeniyetmeliğe geçiş; babayla çatışma, hem derin korku hem bağlılık, hem nefret hem sevgi; Beyrut’ta Araplarla, Ermenilerle, Rumlarla içlidışlı yaşanılan dayanışmalı yoksunluk, acı dolu günler; kitaplarla kurulan minik ilişkiler, yaşanılan ilk aşklar, ilk Fotoğraf: Ara GÜLER cinsel deneyimler; okuma lüksü (“...Benim ortaokulum bir lükstü muhakkak”, AY, 50) ile ekmek kavgası arasında yaşanılan garsonluktan matbaa işçiliğine, dokuma işçiliğinden fabrika kâtipliğine hatta karın doyurma amacıyla çıkılan deplasman maçlarından İstanbul’a “saadet aramaya gitme”ye dek (Avare Yıllar, 29) bocalamayla geçen yıllar; bütün bunların anlatıcıda, ailesinde yol açtığı tepkiler, anlatıcıyı tam anlamıyla yapılandırmasına olanak sağlıyor okurun. Düşler, umutlar, sanrılar birbirine ulanırken yeniyetme anlatıcının neler duyumsadığını, ne gibi yönsemeler içinde kıvrandığını da gözlemliyoruz biz. Orhan Kemal, bu iki yapıtında Adana kadar, bir İstanbul romancısı olduğunu da gösteriyor. Nitekim İstanbul, vitrin süsü olarak yer almıyor romanda. Beyrut için de söylenebilir bu. Orhan Kemal’in daha 1940’larda bir İstanbul romancısı olarak öne çıktığı, ama bunun ancak bugün anlaşıldığı söylenebilir. Gerçekten de onda İstanbul, anlatılan değil tüm dokuları, hücreleriyle yaşanılan kent olarak kendini ele verip belirginlik kazanıyor. Zaten kahramanların rastlantısallıkla temellendirilmediği de ortada. Öyleyse küçük adamın “adam olma” süreci olarak da değerlendirilebilir Baba Evi ile Avare Yıllar. Gerçekten de çocukluktan yeniyetmeliğe, delikanlılığa o büyük hayatın içinde yaşamını kurmaya girişirken işçileri, bir ölçüde işçi sınıfını, ideolojisini tanımaya koyulmuş, “küçük adam”dan “adam”a yani “insan”a dönüşmüş karakteriyle bir “yaratıcı roman” bu. CÂNIM ORHAN... Geçen haftanın “Kitaplar Adası”nda “Orhan’a Açık Mektup” diyerek başlamıştım söze, bitirirken olsun mektuba döneyim... Sevgili Orhan, tutup bir açık mektup yazacağım da ne söyleyeceğim sana? Ne söyleyebilirim ki zaten? Bir dokuma ustasının anlatıca görümlediği o “eşeleyici zekâ” (AY, 120) seni de ele veren önemli bir ipucu değil mi? Ben, olsa olsa kızıma söyleyebilirim... Öyle ya, gelinimin anlaması gerekmiyor; OK’larla COP’ların birbirine karıştığı bu kopkoyu karanlıklar ortasında, bulanıklığın toz dumanındaki ülkemizde. Peki büyük bir yazar olduğunu ne zaman kavrayacağız biz senin? Sait Faik, Cahit Sıtkı, Oktay Akbal, Adnan Özyalçıner’le birlikte önemli bir İstanbul öykücüsü olduğunu; Adana’nın değil ama İstanbul’un öykücülüğünü yaparken Adana’nın romanları kadar İstanbul’u da romanlaştırdığını... Bu arada başka öğreneceklerimiz de yok mu peki? Nâzım’ın öğrenciliğini yaparken, onun büyük bir öngörüyle seni öykücülüğe yönlendirdiğini, içerde onca yıl kaldığını, çoluk çocuğunu geçindirmek için taksitle buzdolabı alıp düşük fiyatla peşin okuttuğunu, yıllar sonra bir köfteci dükkânında “komünizm propagandası” yapmaktan ötürü suçlanıp hakkında dava açıldığını, ama buna karşın Türk bayrağına düşkünlüğünü, nitekim sağlık sorunuyla ancak komünist Sofya ilgilenirken orada öldüğünü, ama vasiyetin üzerine tabutunun ay yıldızlı bayrakla örtüldüğünü, aslında bu bayrağa özleminin Beyrut’taki yeniyetmelik günlerinden geldiğini (“Bir gün Beyrut limanında dolaşırken bir Türk vapuru gördüm. Direğinde bayrağımız... Bu vapur, bu bayrak, bu benim memleketimin, vatanımın bir parçası...” [BE, 73]), nitekim Beyrut’taki yaşamını hep “Ermeni çarşısı”nda geçirdiğini, “bu çarşı(nın), Türkçe konuşması, Türkçe şakalaşması, Türkçe sövüp saymasıyla memleketi(n)den bir parça gibi” (BE, 74) olduğunu... Aah Orhancığım, tuhafına gidecek ama, komünist de kalmadı memlekette. Pek çoğu emperyalizmin işbirlikçisi kesildi başımıza. Azınlıkta kalan öteki vatansever komünistlerinse sözü geçmiyor! Cânım Orhan, kim demiş ben “ağır yazı” kaleme almam diye; adım gibi biliyorum, sen asıl şimdi başlıyorsun yaşamaya! ? KİTAP SAYI 875 CUMHURİYET
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear