24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
KULTUR Cuma 28 Ekim 2016 EDİTÖR: EZGİ ATABİLEN TASARIM: MÜGE KAYGUSUZ kultur@cumhuriyet.com.tr Almodovar’ın olgunluk filmi Pedro Ayyyy Almodovar’ın son filmi ‘Julieta’, yönetmenin yaşlandıkça olgunlaştığını kanıtlıyor Vedat ARIK ‘Dünyayı ancakgaEPyoürYOHMlü‘doguaBMmlkkonizeéeimlunaraeeaalcbrlhntİIğisdkkrttrauiasktForaeyRenioluaençaunalaıoaynrdikvnğtünFslmbDKieaarusÖr,yöiaaut’oNn’a3ga3ülndnlai’lizd6Dina3ndscündbaıSiezldpıüyğınki’dlnıddi ıü.ea.. Napolyon kurtarır’ 50’li yaşlarını ortalamış, klasik filoloji öğretmeni, Yunan mitologyasına düşkün, üzgün ve süzgün, Madridli bir kadın Julieta (Emma Suarez). Balıkçı kocasını (Inma Cuesta) denizde kopan bir fırtınada kaybetmenin acısına bir de 18’ini bitirmiş kızı Antia’nın (Michelle Jenner) bir şey söylemeksizin evi terk etmesi eklenince, kızının hasretiyle üzüntüden karalar bağlamış Julieta’yı ona bir görüşte sevdalanan sanat yazarı Lorenzo’nun (Daniel Grao) yoğun sevgisiilgisi hayata döndürmüş. Bir gün tesadüfen sokakta rastlaştığı kızının en yakın çocukluk arkadaşı Beatriz’den Antia’nın İsviçre’deki Como gölünün kıyısında yaşadığını ve 3 çocuk sahibi olduğunu öğrenince Lorenzo’yla birlikte önceden kararlaştırdıkları Portekiz’e bir tatil gezisine çıkmaktan son anda vazgeçip Madrid’de kalıyor Julieta yalnızlığı seçerek. Aslında yıllardır hiç de tanımadığı, uzak kaldığı hatta yabancılaştığı kızına, filmin hikâyesini oluşturan, göndermediği samimi mektuplar yazmaya koyuluyor ve biz de 25 yaşındaki ‘sarışın fıstık’ Julieta’nın (Adriana Ugarte) bir gece treninde karşısına oturan kederli bir adamın intiharıyla nasıl sarsıldığını, tren restoranında tanıştıktan sonra kompartımanda ihtirasla seviştiği yakışıklı balıkçıyla başlayan tutkulu beraberliğinin nasıl sürdüğünü seyrediyor, Julieta’nın keder, hüzün ve gamdan geçilmeyen, buruk, dramatik hayat hikâyesini izliyoruz iki saat süresince. Cinsellik, uyuşturucu ve seks Çağdaş İspanya sinemasının “l’enfant terrible”likten (haşarı çocuk) zaman içinde “yıldız yönetmen”liğe evrilen aykırı ismi Pedro Almodovar 40 yılı aşkın kariyerinde dramdan komediye koşturup çeşitli türleri harmanlayarak, tüm yasaklamalara, engellemelere, yaygın erkek egemen anlayışa karşı çıkarak yıllardır yazıp yönettiği, mizahı, alaycılığı, yergiyi de es geçmeyen, aşırılıkta uçlardan uçlara savrulan, özgürlükçü ve kışkırtıcı filmleriyle kendine özgü, melez ve kişisel bir tarz oluşturageldi sinemada bilindiği gibi. Don Kişot’un memleketi La Mancha’nın bir köyünde 1949’da doğup 17’sinde kapağı attığı Madrid’de yeraltı mizah dergilerinde yaza çize, rock gruplarında müzik yapa yapa, sahne tozunu yuttuğu tiyatro topluluklarında bizzat oyunculukla, sahneye koyuculukla uğraşarak (hatta bir pornografik fotoroman da yaparak) sürekli kendini geliştirdikten sonra 8 mm’lik kamerasıyla kısa filmler çekerek başladığı sinemada karar kıldı hazret sonunda. 1975’te Franco’nun ölümüyle 40 yıllık karanlık, baskı dönemini geride bırakıp özgürleşen İspanya’da gay, nemfoman, punk, pedofil ya da travesti kahramanlarının grotesk karakterlere dönüştüğü, kitsch estetiğinin dalağını yararken kadınlara da duyarlıkla yaklaşan, sıradışı hikâyelere ve mizansenlere sahip, sarsıcı filmleriyle ses getiren, dramla komediyi iç içe geçirirken aralara sürrealist şiirsellikler de katan, şenliklişamatalı Almodovar sinemasının geçerli formülünü genelde sınır tanımaz cinsellik, uyuşturucu ve seks üçgeni oluşturur malum. Zaten iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu çoktan kanıtlamış ve tabuları yıkıp uluslararası çapta gerçek bir “auteur” sıfatını da hak etmiş Almodovar’ın Kanadalı, Nobel’li yazar Alice Munro’nun üç hikâyesinden uyarladığı son filmi “Julieta”, yönetmenin yaşlandıkça olgunlaştığını kanıtlıyor, seyirciye de yoğun duygusal anlar yaşatıyor. Nefis kadrajlar Julieta’nın balıkçı kocasının penisi ortadan kesik oturan adam heykelleri yapan sanatçı arkadaşı ya da öğretmenlikten emekli olunca taşrada çiftçilik yapmayı seçip yaşlı, yatalak karısına bakan genç kadınla da mercimeği fırına veren babası gibi etkileyici yan karakterlere sahip filmde, kendine yeni bir hayat kuran kızı Antia’nın aniden çekip gidişinin Julieta’ya yaşattığı büyük acı ve kederi, daha dokuz yaşındayken derede boğulan büyük oğlunun ölümüyle genç anne Antia’nın da yaşadığını vurguluyor Almodovar sanki eden bulur misali. 1988 yapımı “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar”dan hatırlanacak, üstadın gözde oyuncularından Rossy De Palma’nın geleneksel aile değerlerine bağlı, taşralı muhafazakâr hizmetkar rolündeki performansıyla iz bıraktığı “Julieta” kısacası son dönemdeki başarılı Almodovar filmlerinden biri, sıcak müzikleri (Alberto Iglesias), nefis kadrajları (Fransız kameraman Jean Claude Larrieu) ve Julieta’nın değişik yaşlarını başarıyla canlandıran Emma Suarez Adriana Ugarte ikilisiyle. Haftanın öteki filmleri 4 Kasabanın herkesi imrendiren zengin bir meyve bahçesine sahip, evlilik yaşına gelmiş üç güzel kız babası, sert mizaçlı belediye reisi Aziz Bey’le ailesinin 1970’lerin sonunda Hakkâri’de başlayıp 1970’lerin Antalyası’na uzanan hikâyesini anlatan “Ekşi Elmalar”ı başrolünü de üstlenen Yılmaz Erdoğan yazıp yönetmiş. Oyuncu kadrosunda Songül Öden, Zeynep Farah Abdullah, Şükrü Özyıldız da var. 4 ABD hazine bakanlığının gizli suç örgütlerine çalışan çok ze ki bir muhasebecinin (Ben Affleck) peşine düştüğü “The AccountantHesaplaşma”, yönetmen Gavin O’Connor imza lı, J.K.Simmons’la Anna Kendrick’in de rol aldığı, sürükleyici bir gerilimheyecan serüveni. 4 İslam peygamberinin hayatı üstüne çekilmiş, Mecit Mecidi’nin yönettiği, 50 milyon dolarlık büt çeye sahip en pahalı İran filmi olan “Hz. Muhammed: Allahın El çisi” ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın da onayıyla’ bu cuma gösterime giriyor. EZGİ ATABİLEN n Romanlarınızın isimlerinin aslında ilk cümleleri olduğunu söylemişsiniz. Genelde ilk ve son cümleler karın ağrısıdır. Sizde nasıl doğuyor? Aslında isteyerek seçmiyorum bu isimleri, öyle aklıma geliyor. Uzun başlıkları seviyorum. Ama Napolyon üzerine yazdığım üçüncü kitabın (Türkçede Can Yayınları’ndan çıkacak) kısa bir başlığı oldu. Romanda Napolyon baş karakterim. Çünkü bana göre dünyayı IŞİD’den sadece Napolyon kurtarabilir. Benim romanımda Napolyon daha iyi bir kişilikle çiziliyor tabii, çünkü ben karakterlerimin iyi olmalarını ya da iyiye gitmelerini istiyorum... Ayrıca benim için yazmak asla acılı bir şey olmadı. Tam tersi, beni bir çocuk gibi eğlendiriyor. n Üç hafta, bir ay gibi kısa sürelerde yazıyormuşsunuz romanlarınızı. Metroda, otobüste, arkadaşlarınızla buluşmalarda... Ben öyle kendisini odasına kapatan, yazmak için üç ay bir deniz manzarasına bakmaya ihtiyaç duyan bir yazar değilim. Tam zamanlı yazar olduğumdan beri evde daha çok vakit geçirdiğim için eşim ve çocuklarıma yemek, ütü, temizlik filan yapmaya başladım. Kalan zamanda da roman yazıyorum işte! Hint fakirinin romanını metroda gidip gelirken yazdım mesela. Evet, kısa sürede yazıyorum. Çünkü roman spontane gelişiyor. Bir tek romanımı düşünerek, cümlelerin yerini değiştirerek, hafiften acı çekerek yazdım. Sonra editörüme gösterdim, dedi ki, “Öbürleri daha iyiydi”. Onun için hep bildiğim gibi yazıyorum... n DJ’lik, çevirmenlik, hosteslik gibi pek çok iş yapmışsınız. Bir gün ne olduysa yazar olmaya mı karar verdiniz, yoksa hep yazıyordunuz zaten ve belki de yayınevlerinden ret almış pek çok dosyanız mı var? Yedi yaşından 2005’e kadar hep bir ya da iki sayfa yazdım. Üçüncü sayfaya dayandığımda ilerleyemiyordum. 2005’te bir aşk acısı yaşadım ve ondan sonra oturup hızla 300 sayfalık bir roman yazdım. Bu az önce bahsettiğim romandan başka. O da kabul edilmedi. Hatta o aşk acısından sonra toplam sekiz roman yazdım. 2005’ten 2012’ye kadar roman dosyalarımın reddedilmesiyle geçti. Hint fakirinin hikâyesi işte bundan sonra geliyor... Aslında hiçbir zaman yazar olmayı istemedim. Yazar olmam tesadüf. ‘IKEA beni sevmiyor’ n Kitap 36 ülkede yayımlandı. Tüm kapaklarda IKEA’nın renkleri kullanılıyor. Bu sizin seçiminiz mi? Benim seçimim değil. Neredeyse her ülkede kapak tasarımları aynı renklere sahip. İlginçtir, İsveç hariç. İngiltere de IKEA’nın hak talebi olmasın diye turuncu ve maviyi kullanmış. n Malum, kitaplar marka isimleri geçirilerek reklama alet edilmeye de başlandı. Sizin romanınızda dolabın markasının IKEA olması küreselleşmeyi de temsil ediyor tabii, ama yine de sormak istiyorum. Hiç bu açı dan eleştirildiğiniz oldu mu? Ayrıca IKEA’nın tepkisi nasıl oldu? Fransa ve Avrupa’da da insanlar bunu küreselleşmeye tepki olarak okudular. Ama yazarken ben böyle anlaşılmasını da istemiyordum aslında. Odamda bir IKEA dolabı olmasa romanda da olmayacaktı. Ben romanda markaya zarar verecek bir şey yapmak istemediğim gibi, reklamını yapmak da istemedim. Ama IKEA beni sevmiyor işte... Marka renklerinin, logonun kullanılmasını, hatta IKEA kelimesinin geçmesini istemediler. Marka imajlarını kendileri yönetmek istiyorlar. n Peki şimdi roman beyazperdeye uyarlanıyor. Tüm bu anlaşmazlıklar varken film nasıl çekilecek? Filmin bir IKEA mağazasında çekilmesini istemiyorlar. Film ekibi başka bir mağaza kuracak, çekimler orada yapılacak. Film çalışmaları bir buçuk sene önce başladı. Roman ilk olarak “Persepolis” çizgiromanının yazarı Marjane Satrapi tarafından senarize edildi. O romanı fantastik bir hikâye gibi uyarlamıştı. Ama olmadı o. Şimdi Ken Scott yönetmenliğinde hazırlanıyor. Bu uyarlama ise daha çok komedi türünde. n Romandaki Hint fakiri yolculuğu sırasında bir zorunlu mülteciye dönüşüyor adeta. Romanı yazarken mülteci sorunu üzerine düşünüyor muydunuz? Başlarken böyle bir düşüncem yoktu. Fakiri kamyona koyup da yolculuğa çıkarttıktan sonra fark ettim bunu. Fransa’dan ve Avrupa’dan bakınca Türkiye’yi bir geçiş noktası olarak görüyorsunuz. Hep dışarıdan bakılıyor ve aslında Yunanistan’a, Türkiye’ye “Aman bunu aranızda halledin de bize gelmesin” gibi yaklaşılıyor. Bence bu çok zor bir durum. Türkiye’nin daha çok yardıma ihtiyacı var. n Dünyayı bugünüyle oturtacak olsaydınız bir romanınızın baş köşesine. İlk cümlesi, yani başlığı ne olurdu? “Dünyanın ilk telafuz ettiği cümle: Deprem olabilir!” İyi bir fikir bu... Yılmaz Erdoğan İDSO’dan Cumhuriyet konseri Şef Gürer Aykal yönetiminde İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası (İDSO) ve Burak Onur Erdem şefliğinde Devlet Çoksesli Korosu bugün saat 20.00’de Fulya Sanat Merkezi’nde Cumhuriyet Bayramı Konseri verecek. Bülent Tarcan ve Muammer Sun’un eserlerinin seslendirileceği konserin solisti soprano Nurdan Küçükekmekçi. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear