23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Yıldız Silier'den Oburluk Çağı1 Hangi çağda yaşıyoruz? Yirminci yüz yılın başlarında yukarıdaki soruya sosyalist cepheden verilen cevaplardan biri Lenin'e ait. Ona göre yirminci yüzyılda emperyalizm ve proleter devrimler çağında yaşıyorduk. llerleyen yıllarda, bu çağ analizini, devrimlerin Doğu'ya kayması üzerine "kurtuluş hareketleri çağı" mealinden saptamalar izledi. Cerçekte bu saptamalar bir bakıma makro dünya için söz konusuydu ye doğruydu. Birçok düşün ve bilim insanı bunun içini, mikro alanlara yönelerek doldurmayı denedi, bu deneme çabaları günümüzde de sürüyor. Yapılan değerlendirmelere baktığımızda elbette ki günümüzün özellikleri de dikkate alınarak çağ analizleri daha da geliştiriliyor. Çağ analizlerine ülkemizden, felsefe disiplini üzerinden katılan Yıldız Silier'i de bu çerçevede anmak ve anlamak gerekiyor. Yazar yeni çalışmasına Oburluk çağı başlıgını uygun görmüş ve bu argümanını aynı başlıkla kaleme aldığı yazısmda ayrıntılı olarak sergilemiştir. Yazar, kapitalizmin oburluk evresinde yaşayan günümüz insanlarının malına, mülküne ve bedenine gösterdikleri özeni bilinçlerine göstermediklerinden yakınıyor. Bu çerçevede hazırlanmış olan kitap, birbirine bağlı ve dolayısıyla birbirini izleyen birçok makalenin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. O Mehmet AKKAYA | elsefe ve Politik Psikoloji Denemeleri" alt başlıgını taJL şıyan Oburluk Çağinın ana izleğini, kapitalizm koşullarında özgürleşmenin, ahlaklı olmanın, mutlu olmanın imkânsızlığı oluşturuyor. Yine kapitalizmde kadın erkek hakları eşitSAYFA 20 "V liğinin mümkün olmayacağı, açgözlülüğün ve yabancılaşmanın kaçınılmaz olduğunun altı çiziliyor. Bu izlek dikkate alındığında Yıldız Silier'in, yeni kitabında, Özgürlük Yanılsaması adlı önceki çalışmasının izini sürdüğü söylenebilir. Yazar için, araştırma konusu olan tüm sorunlar yabancılaşma ve özgürlük bağlamına indirgenebilir görünüyor. Yazarın optiğinde yabancılaşma, kcndisinden kaçılarak etkisiz hale gelecek bir olgu değil, tam tersine yabancılaşma; zorbalığa, sömürüye ve dışlanmaya karşı örgütlü ve bilinçli bir tutum almakla aşılabilir. Burada bilincin özgürlüğe gönderme yaptığı açıktır. Zira yazar bakımından özgürlük bilinçli olma durumudur. Altı çizilmesi gereken ise özgürlüğün serbestlikle karıştırılmamasıdır. Özgür olmak için bilinçli olmak zorunlu koşul olduğu halde serbest olmak için bilinçli olmak gerekmez. Özgürlük bağlamında liberal teorilerle de polemiğe giren Silier açısmdan, "başkasınm özgürlüğünün başladığı yerde şenj.B özgürlüğün biter" kabilinden savsöz haline gelen anlayış yanlış ve antihümanist. Silier açısmdan tam da bu cümlenin tersini iddia ediyor. Yazara göre "senin özgürlüğün ancak başkalarının özgür olduğu sürece mümkündür" düşüncesi savunulmalı. Yazar'ın Sartre'dan alıntıladığı şu ifade durumu daha iyi özetliyor: "Bence çoğu kişi özgürlük istediğini söylerken aslında kendini kandırıyor. Onlarm asıl istediği, özgürlük değil, serbestlik ya da bedeli ödenmemiş bir özgürlük." (s. 61) Görüldüğü gibi yazar bu noktada, özgürlüğün bir bedelinden söz ederken serbcstliğin bundan muaf olduğunun altını çizer. Özgürlüğün, bedeli olan bir değer olduğunıı vurgulayan Silier, yine Sartre üzerinden örneklemelere başvurur. Önceki çalışmasmda görülen üslup zenginliğini yeni kitabmda da hissettiren Silier, "Ahlak Üzerine" adlı bölümde Marx, Nietzsche, Sartre, Kant ve Mill'i konuşturmayı deniyor. Buradaki konuşmada yazar açısmdan, Nietzsche ve Mül elitist almakla itham edilirken, ilk bakışta Kant, Sartre ve Marx olumlu yerde görünüyor. Mill, özellikle de Nietzsche seçkincidir, çünkü kitleleri küçümser. Mill eşit oy hakkı yerine eğitimlilerin oyunun daha değerli; iki oya eşit olması gerektiğini savunmuştur. Nietzsche daha da ileri giderek ahlaki rezaletin kaynağı olarak ezilen sınıfları görmüştür. Ona göre, gerçekte egemen olan da köle ahlakıdır. Yazar bu iki düşünürün karşısma Marx'ı çıkanr. Marx'a göre Mill, hem babası James . Mill'den geriye düşer hem de insanlann ahlak bakımından eşit doğduklarını söyleyen Kant'tan geridedir. Marx'm Nietzsche'ye itirazı da sert: "Egemen ahlakın köle ahlaki olduğunu iddia edi yorsun ya, işte buna çok şaşırdım. Bence her çağm egemen ahlak anlayışı, egemen sınıflann çıkarlarını yansıtıyor ve bunları sanki herkesin çıkarınaymış gibi evrenselleştiriyor." (s. 69) KOPUŞ YOK SÜREKLİK VAR Son birkaç on yıldır bir bakıma moda olan "kopuşîu", "bittili" yüklemli cümlelerden ibaret analizler bir hayli yaygınlık kazanmış durumda. Entelektüel gündemi her geçen gün daha sıkhkla meşgul eden bu kopuşlar veya süreklilikler meselesi Silier'in de gündemini etkileyen temalar arasında. "Süreklilikler ve Kırılmalar" başlıgını taşıyan açıklamalarında yazar modernizm ve postmodernizm kavramları üzerinde duruyor. Ona göre Marksistler (yazar da bu kulvarda görünüyor) modernizmi kapitalist üretim biçimi bağlamında değerlendirirken postmodernizmi de geç kapitalizmle bağlantısı içinde değerlendiriyor. Dolayısıyla yazar açısından aynı ekonomiktoplumsal ilişkiler geçerli olduğu sürece köklü değişiklikler (yazar kırılma diyor) gerçekleşmiş olmaz. Buradan bakddığında postmodernizmin, modernden bir kopnıa olarak görülemeyeceği de ileri sürülrnüş oluyor. Yazar, bu argümanını kuvvedendirmek üzere E.Meiksins Wood'dan destek alarak güçlü ulus devletlere tekabül cden erken kapitalizm ve zayıf ulus devletlere tekabül eden geç kapitalizm (küreselleşme) ayrımını da redcleder. "Çünkü her iki dönemde de kapitalizmin içsel mantığının uygulanabilmesi için ulus devletlere ihtiyaç vardır." (s. 79) Yazarın açtığı polemiklerden biri de kadın hakları ya da feminizm. Çalışmanın bütünü dikkate alındığmda kadın meselesi merkezi konumda yer alıyor denebilir. Buna yazarın kişisel yaşam ve annclik deneyimi de eklenince daha da bir özgünlük kazandığı anlaşılıyor. Silier tarafından kadın konusu, birçok temada olduğu üzere, Marksist söylem çerçevesinde de ele alınıyor. Denilebilir ki, Engels ve feministler tartışıyor, yazar ise ara boşlukları doldurarak tartışmaya dinamizm kazandırıyor. Silier, 1884'te Engels'in Ailenin, Ozel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adıyla yayımlanan kitabmda, feministleri huzursuz eden iki noktaya neşter atar. Birisi Engels'in, kapitalizm süresince kadınlarm ücretli işçi haline geleceğini söylemiş olması ve bu sayede kadınlarm erkeklerden bağımsız hale gelerek bunun sonunda da ataerkil yaptnın parçalanacağını söylemesi. tkincisi de Engels tara lından, sosyalizm koşullarında özcl nıülkiyet ve miras uygulamalarınm son bulması neticesinde ataerkil yapının dağılacağının ileri sürülmüş olması ve ayrıca Marksizmin kadmm ev içi emeğini görememesi feminisderin suçlamalan arasında bulunuyor. Silier, bu iki kesim arasındaki tartışmayı aynı bağlamdaki çeşitli entelektüel bilgilerle geliştirerek sürdürdüğü çalışmasmda kendine özgü bir çözüm sunarken özgürlüğe bir kez daha vurgu yapar. Ona göre kadınlan özgür olmayan bir dünyada erkeklerin özgürlüğünden de söz edilemez. TÜKETİYORUM ÖYLEYSE VARIM! "Düşünüyorum öyleyse varım" demişti Descartes. Bir yoruma göre var olmanın bir koşuluydu düşünmek. Şimdilerde "Tüketiyorum öyleyse varım" deniyor. Tüketmek, var olmanın bir şartı olarak görülüyor. Silier açısından Oburluk Çağı'nm bir niteliği de tüketime kilitlenmiş kitlelerin varlığı. Obur olmak olumlu değerler için tercih edilebilir elbette. Ancak kapitalizm koşullarında bu olumlu değerlerin sönümlendiği, bunların yerini markalı giyim kuşamlar, elektronik aletler, bedeni çekici gösteren ürünler, kişisel gelişim kitapları, lüks tüketim maddeleri aldı. Gerçekten de ihtiyaca göre değil, gösterişe göre çeşitli ürünlere yönelmek, tüketim çılgınlığını getirdi ve oburluk çağı her ortamda, (kentte ve kırda) tüketim kralları ve tüketim kraliçeleri yarattı. Peki, oburluk çağinın insanı mutlu mu? Sözü Silier'e bırakalım: "Kapitalist toplumlarda hayatlarının büyük kısmının kendi kontrolünün dışmda olduğunu gören birey, güçsüzlük hissi olarak algıladığı özerklik eksikliğini telafi etmek için özel alana (aile ve tüketim) yoğunlaşıyor. Bu alandaki aşırı beklentilerin, hayal kırıklığına ve çaresizliğe yol açmasıyla, kısır döngü kendini yeniden üretiyor." (s.170) Analizini daha da derinleştiren yazar bakımmdan varoluşunu tüketimle bir tutan insan, gerçekte bozulmuş, ezilmiş ve silikleşmiş durumda. Bunun gerçek nedenlerinin farkında olmayan birey, sorunun çözümünü sistemi değiştirmekte görmez ve kendine dönerek, kişisel gelişim kitaplarına bel bağlar. Oysa bunlar bireye yeni çaresizlikler getirmekten başka bir işe yaramaz. Peşinden antidepresanlar, özel terapiler gelir. Yeniden tüketim hissi oluşur ve birey yerine bireycilik gelişmeye başlar. Kısacası yazar açısmdan tüm bu insanı, insan olmaktan çıkaran, onu adeta nesneleştiren sistem şirketlerden ibaret olan kapitalizmdir, kapitalizm çağıdır. Oburluk ise bu çağın görünen suretlerinden sadece birisidir. Yani bu sistem kendi suretinde insanlar yaratır. Dolayısıyla gerçek ahlaksızın, sorumlunun ve suçlunun da sokaklarda, halk içinde aranması yanlıştır; gerçek suçlu bu şirkederdir. Insanların özgürlüğü ise, onlarm bu şirketlerden özgürleşmesine bağlıdır. • Oburluk Çagı/ Yüdız Silier/ Yordam Kitap/192 s. C U M H U R İ Y E T K İ T A P SAYI 1 0 8 3
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear