24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B EVET / HAYIR OKTAY AKBAL İlginç Bir Belge... “Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa har- canmış bir zamandır. Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten bu yana sürekli bir gerileyiş içindedir.” Bu sözü söyleyen kim? Az çok tahmin ettiniz, Recep Tayyip Erdoğan!.. Daha Refah Partisi il başkanı, MKYK üyesi olduğu günlerde söylemiş... Kitaplara da geçmiş... Emin Çölaşan’ın 10 Temmuz 2003 tarihinde Hürriyet’te çıkan yazısı: ‘Açıklama yapınız Tayyip Bey’... ‘Kesip saklayın, bir gün gerekebilir’ demiş Çölaşan.. Ben de öyle yapmışım... Uydurma, yakıştırma bir şey değil! Başak Yayın- ları’ndan, Metin Sever ve Cem Dizdar’ın, Ağustos 1993’te yayımlanan ‘İkinci Cumhuriyet Tartışmaları’ adlı kitabı, belgesel bir kanıt olarak ortada duruyor... İkinci Cumhuriyet yanlıları, Turgut Özal’dan Mehmet Altan’a, Aydın Menderes’e, Abdurrah- man Dilipak’a kadar ünlülerin bu konudaki sözleri... Tayyip Bey de soruları yanıtlamış açık açık. Size birkaç parça sunsam mı?.. “Demokrasi bugüne kadar bazen amaç, bazen araç olarak görülmüştür. Bize göre ise, demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır.” Bir başka alıntı: “Cumhuriyet dönemi, kendisine din olarak Kema- lizmi almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte etmiştir.” Aradan on yedi yıl geçmiş, Refah Partisi il başkanı, İstanbul Belediye Başkanı olmuş, daha sonra Refah’tan ayrılıp Adalet ve Kalkınma Partisi’ni arkadaşlarıyla oluşturmuş, genel başkanı olmuş, daha sonra da, türlü zorlamalar sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı!.. ‘Değiştim’ demiş zaman zaman ama hiçbir nok- tada değişmemiş, demokrasiyi araç diye kullanarak o günlerdeki özlemlerini bir bir gerçekleştirmeye başlamış. Atatürk Cumhuriyeti’nden yana olan kim varsa, başlarını türlü dertlere sokarak... Emin Çölaşan son günlerdeki Kürt Açılımı’nın ’93 yılında da Tayyip Bey’in kafasında yaşadığını belir- tiyor: “Bir diğer sıkıntımız milli bütünlüğümüzün tehli- kede olması. Bunu şu şekilde açayım. Resmi ideoloji ırkçı bir kişilik taşıyor. Bu yapısıyla da milli bütün- lüğümüzü koruması mümkün değildir. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerek- mektedir. Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır.” Emin Çölaşan, ‘Bir açıklama yapınız’ demiş ama hiçbir yanıt alamamış! Yıllar geçmiş, ama Tayyip Bey’de hiçbir olumlu değişme yok!.. Emin Çölaşan belgesel bir değer taşıyan yazısını şu sözlerle bitir- miş: “Bu sözleri söyleyen kişi, o kafasıyla şimdi Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetiyor. Yaptıkları, yapmak iste- dikleri ortada... Bu kafa, bu kafalar Türkiye’yi yönetemez. Türkiye Cumhuriyeti bunların eline bıra- kılamaz.” PENCERE Tetikçi ile Etikçi... Medya piyasasında iki sözcük revaçta; bunlar kafiyeli, yani uyaklı: Tetikçi .. Ve etikçi . Tetikçi, patron hesabına sağa sola saldıran kö- şe yazarı ya da muhabir anlamına geliyor; mafya kesimindeki gibi ‘baba’nın emrindeki vurucu... Tetikçiler artık şöhret oldular... Kimi çok satışlı gazetede tetikçiliği genel yayın müdürü de yapıyor... Ya etikçiler?.. Medyada ahlaki değerleri savunmaya çalışan- lar az da olsalar eksik değiller... Tetikçiler etikçilere çok kızıyorlar; veryansın edi- yorlar bu safoşlara... Küreselleşmenin medyaya yansıyan dalgalarında tekelleşme hızlı... Avrupalı da bundan yakınıyor: “İnternet salgını ve sayısal devrim, medyalar ke- siminde görülmemiş bir sarsıntı yarattı. Elektrik, bi- lişim, silah, inşaat, telefon ya da su sektörlerinde faaliyet gösteren büyük sanayi devleri, iktidar hır- sının ve kolay kazancın çekimine kapılarak ha- bercilik sektörüne hücum ettiler. Kısa sürede devasa imparatorluklar kurdular. Kaliteli haberci- lik başta olmak üzere birtakım temel değerleri de bu arada çiğneyip geçtiler.”(Le Monde Diploma- tique- Ignacio Ramonet ) Anlaşılıyor ki dert yalnız Türkiye’nin başında de- ğil; Batı’daki gelişme de kaygı vericidir; düşüne- biliyor musunuz, koca bir silah tekeli Batı’nın “uy- gar” bir ülkesinde medyayı ele geçirmiş; savaş pro- pagandasını ustalıkla yaygınlaştırıyor... Olur mu olmaz mı?.. Fransa’da bu tehlikenin var- lığı öne sürülüyor. Peki, bizdeki durum ne?.. Tekelleşme ‘had safha’da!.. Pislik gırtlağa dek... Rezillik doğallaştı... Medyamızın paçalarından lağım suyu akıyor, şantajcılık çoğu gazetecinin mesleği oldu... Etikçi ve tetikçi kavgası da bu yüzden gazete sayfalarına yansıdı... Bizdeki tekelleşme bir yandan namuslu bürok- ratlara şantaj, öte yandan rakip işadamlarını teh- dit, beri yandan siyasal iktidar kesiminden poli- tikacılarla pazarlık piyasasında doruğa tırmanın- ca, gazetecinin kendi gitti, adı kaldı Babıâli’de ya- digâr... Bugün aynı gruptan ve aynı patrona bağlı iki ga- zetenin iki gazetecisi kıran kırana kavga etse ne yazar?.. Kayıkçı kavgası denir buna... Ancak medyada veya basında kavga yalnız kö- şe yazarları arasında değil ki... Patronlar arasında!.. Sürmanşetlerde... Manşetlerde... Neden?.. Okurun ‘neden’ i anlaması için devlet ile patron ve patron ile patron arasındaki ilişkilere girecek kadar bu işlere yumulması gerek... Bu da güç iş!.. Manşetlere tırmandırılan kavganın arkasında ne- ler olduğunu kavramak kolay değil; ancak okurun bir gerçeği algılamasında yarar çok... Bir medyada fikir özgürlüğünü tehdit eden iki tehlike vardır: Bir: Devlet!.. İki: Tekel!.. Tekel kimi zaman devletten beter olur.. Eğer bir gazeteci (ya da gazete) etikçi ise tekele karşı çıkar... Tetikçi ise tekelden yana çıkar. (04 Ocak 2003 tarihli yazısı) Y oğun yağmurun neden olduğu sellerin ardõndan yaşananlar, yitirdiklerimiz, görüntüler ulus olarak hepimizin canõnõ yak- mõştõr. Masum bir beklenti, bir kişinin çõkõp da bu felakette sorumluluğu ol- duğunu açõklamasõ, görevini bõrakmasõ bek- lentisi yine boşa çõkmõştõr. Suçlu olarak, yağmurun fazla yağmasõ, dereler, insanlar ve hatta insanoğlu gösterilmiştir. Sorumluluğu kendi dõşõndaki kişilerde ve etkenlerde arama hastalõğõ sürmüştür. Acõyla ve felaketle gelen bir fõrsat, durumumuzu gözden geçirme, ye- niden düşünme fõrsatõ yine kaçõrõlmõş görün- mektedir. Bu felaketin birçok karesi üzücüdür. Biz en son kareleriyle ilgilenmek istiyoruz. Utanç ve- rici “yağma” kareleriyle… Yağma, böyle bir felaketi yaşasalardõ Londra’da, Paris’te, Mü- nih’te göreceğimiz bir olgu olmazdõ. Çünkü bu yağmanõn görünen yüzünü değil, arka pla- nõnõ irdelemek gerekmektedir. Son yõllarõn önemli kavramlarõndan olan “yeni yoksulluk”, küresel ekonomik alanda oluşan dönüşümler sonucunda, önceden ken- dini yoksul duyumsamayan kitlelerin yoksul duruma düşmesi, bu yoksulluğun görece ka- lõcõ olmasõ ve bu özellikteki kitlenin giderek toplumsal ve mekânsal süreçlerden dõşlan- masõdõr. Bu dõşlanma ve ötekileşme ya da öte- kileştirme süreci yoksun olmaktan kaynak- lanan ve göreceliğe de dayalõ bir süreçtir. İn- sanõn karnõ doysa da, õsõnsa da ve barõnsa da diğer insanlarõn sahip olduklarõna sahip ola- mama durumu, onlarõ yoksun kõlmakta, yok- sullaştõrmakta ve ötekileştirmektedir. Bu ortaya çõkan yoksulluğun çok önemli özelliği ise kalõcõlaşmasõdõr. Düşük eğitim dü- zeyi ile kentlere gelen insanlarõn, sosyal gü- venceye dayalõ, düzenli çalõşabilecekleri iş- lere sahip olmalarõ oldukça zor olmaktadõr. Bu durum düzenli gelire sahip olmama ve istik- rarlõ bir yaşam kalitesine erişememe sorunu- nu gündeme getirmektedir. Düzenli bir işe sa- hip olanlar bile düşük gelir düzeyine sahip ol- duklarõ ve dolayõsõyla kentteki yaşam kalite- sini tutturabilecek gelir düzeyine sahip ol- madõklarõ için “çalışan yoksul” kesimi oluş- turmaktadõrlar. Türkiye’de yaşanan “Kıyı-Batı ve Dağ-Do- ğu çelişkisi”, yeni yoksulluğun da temelini oluşturmaktadõr. Özellikle yoksul Dağ-Do- ğu’dan eğitim düzeyi düşük insanlarõn Kõyõ- Batõ kentlerine göç etmesi, kõrsallaşan kent- leri ortaya çõkarmaktadõr. Bu insanlar kente gelirken değerleriyle, yaşam biçimleriyle gelmektedirler. Kentlerin merkezlerlerine değil, periferisine yerleşmektedirler. Kent merkezini kuşatan periferi, değerlerini, yaşam biçimini, alõşkanlõklarõnõ kõrsalda yaşadõğõn- dan hatta daha keskin biçimde yaşamaya yö- nelirken, aynõ zamanda yaşadõğõ periferisini bir biçimde kuşatan kapitalist yaşam ve onun tüketim değerleri bu eğitimsiz ve yeni geldi- ği çevrede tutunmaya çalõşan bireyleri içine çekmektedir. Kentin merkezine iş bulmak için gittiğinde ya da onun yaşadõğõ mekânla iç içe geçmiş gökdelenleri gördüğünde, büyük alõş- veriş merkezlerine en azõndan õsõnabilmek için girdiğinde karşõlaştõğõ durum, onun dünyasõnda kurguladõğõ yaşam biçemini allak bullak et- mektedir. Bu bağlamda yeni bir yoksulluk oluşmaktadõr. Zengin Batõ-Kõyõ kentleri olarak adlandõr- dõğõmõz kentlerde yoksul Dağ-Doğu kay- naklõ göçlerle oluşan kentlerin periferileşmesi sorunlarõ vardõr. Bu bağlamda göç alan böl- gelerin nerelerden göç aldõğõna baktõğõmõzda, Kõyõ-Batõ bölgelerinin Dağ-Doğu bölgele- rinden göç aldõğõ, TÜİK (2009) verilerinde çok açõk biçimde görülmektedir. Bu verilere gö- re 2007-2008’de en fazla göç alan İstanbul ve yakõn çevresi olup, göç edenlerin sayõsõ 374.868’dir. İstanbul ve yakõn çevresine ge- len insanlarõn yüzde 58.35’i yoksul Doğu kent- leri ile Karadeniz bölgesindendir. İstanbul bu nedenle diğer göç alan bölgelerden farklõ ola- rak incelenmelidir. İstanbul, kendi içinde zenginliği ve yok- sulluğu bir arada yaşayan farklõ bir megapol konumundadõr. İstanbul için gelir ve tüketim eşitsizliğinin verileri ne yazõk ki yoktur. Bu nedenle bu eşitsizliği hesaplama olanağõ da yoktur. Ancak İstanbul’un farklõ mekânlarõnda biraz gezindiğimizde, Türkiye’deki var ol- duğunu düşündüğümüz “Kıyı- Batı ve Dağ- Doğu çelişkisi”nin, İstanbul’un “Kıyı-İç ek- senli çelişkisi”ne dönüştüğüne tanõklõk ede- biliriz. Dağ-Doğu’da görebildiğimiz olayla- rõn ve olgularõn, İstanbul’un iç kesimlerindeki ilçelerde ve mahallelerinde de olduğunu çok rahatlõkla gözlemleyebiliriz. Bunun nedeni, ka- nõmõzca, kente göç eden insanlarõn oluşturduğu kümelerin, yeterince kamu hizmeti alama- masõdõr. Kamu hizmetinin göçün önünde gerçekleşememesidir. Gelenler kentin çe- perlerinde gelişigüzel, kendilerince mahalle- ler oluşturmakta; daha sonra bu mahallelere kamu elektrik, yol, su, okul, hastane ve altyapõ götürmektedir. Böyle olunca da kent planla- masõna dayanmayan, kent bütünü içinde ta- sarlanmamõş kentçikler oluşmakta; bunlar popülist politikalarla bezendiğinde de kõrsal kesimden daha da kötü koşullarda yaşam stan- dartlarõ ortaya çõkmaktadõr. İstanbul’da ya- ğacak olan bir kar ya da bir yağmur, kolay- ca felakete dönüşmekte, büyük mega kent ya da kapitalist finans merkezi olarak nitelen- dirdiğimiz İstanbul, bir anda kar altõnda ya da sular altõnda kalabilmektedir. Bunun adõna da “doğal felaket” denilmektedir. Oysa doğa kendi dengesi içinde enerjilerini boşaltmak- tadõr. Bunun dünyanõn her coğrafyasõnda bir felakete dönüşmediği de görülmektedir. Ne- relerde dönüşüp nerelerde dönüşmediğinin, ge- lişmişlik, yönetim erginliği, stratejik davranma ve önlem alma ile ilgili olduğu ortadadõr. İstanbul’da yaşanan sel felaketindeki tel- evizyonlara yansõyan görüntülerdeki yağ- malamalarõn ve ölen insanlarõn öykülerinin üs- tünü biraz kazdõğõmõzda, bu “yeni yoksul- luk”un izleri çõkmaktadõr. Kente göç ederek gelen ve hemen hemen her gün kent mer- kezleriyle ilişki içerisinde bulunan, kentin yük- sek gelirli insanlarõnõn izlediği televizyonla- rõ mağazalarda gören, bindiği 4x4 jeepleri dõ- şarõdan izleyen bu insanlarõn, bir sel felake- tiyle sular içinde yüzen bu televizyonlarõ ka- põp götürmesinin, selin arkasõnda bõraktõğõ ye- mek takõmlarõnõ kapõşmasõnõn, arabalarõna dol- durmasõnõn, hatta belki de yaşamõnõ yitirmiş insanlarõn cüzdanlarõnõ karõştõrmasõnõn altõn- da basit bir yağmalamanõn olmadõğõ, yalnõz- ca vicdanla açõklanamayacak gerçeklerin ol- duğunu görmek, saptamak gerekir. Suyun bütün kentleşme pisliklerini ortaya çõkardõğõ bugünlerde, dere yataklarõna izinsiz yapõ yapanlarõn, riskli bölgelere ev kuranla- rõn arka planõnda da yine yeni yoksulluğun bu- lunduğu görülmelidir. Öte yandan “çalışan yoksulluk” örneği de bu sel felaketinde açõkça ortaya çõkmõştõr. Bir tekstil firmasõnõn kamyonetten bozma servis aracõnda boğula- rak ölen yedi kadõnõn öyküsündeki yõrtõk şemsiye figürü, çalõşan yoksulluğu simgele- mektedir. Yerel seçimlerin üzerinden daha 6 ay geçmiştir. Seçilenlerin, 4.5 yõllõk çalõşma izlencelerini oluştururken, bu felaketlerden ye- ni dersler çõkarmalarõ, şapkalarõnõ önlerine koymalarõ, bu arada yeni yoksulluğu önem- semeleri, ciddiye almalarõ gerekir. Yeni yok- sulluğun yeni toplumsal felaketlere neden ol- mamasõ için, bugünden başlayarak çabalar har- camak, felaketten çõkarõlacak derslerden bi- risi olmalõdõr. Yağmanõn Altõndan ‘Yoksulluk’ Çõkar Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK Kocaeli Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Tahsin BAKIRTAŞ Sakarya Üniversitesi Yerel seçimlerin üzerinden daha 6 ay geçmiştir. Seçilenlerin, 4.5 yõllõk çalõşma izlencelerini oluştururken, bu felaketlerden yeni dersler çõkarmalarõ, şapkalarõnõ önlerine koymalarõ, bu arada yeni yoksulluğu önemsemeleri, ciddiye almalarõ gerekir. SAYFA CUMHURİYET 17 EYLÜL 2009 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Birlikteliğin Önemi H acettepe Üniversitesi Alman Di- li ve Edebiyatõ Bölümü’nde son sõnõf öğrencisiyken (1979) alan- la ilgili bir konuda bitirme çalõşmasõ ha- zõrlama zorunluluğu vardõ. Çalõşma ko- nusu olarak ben de, “Almanya’da İşçi Edebiyatı” konusunu seçmiştim. Bu bağlamda Werkkreis grubunun öne çõ- kardõğõ “Emek Dünyasının Edebiyatı”nõ ve bu anlayõşõn bir ürünü olan Hermann Spix’in “Elephteria oder die Reise ins Paradies” (Elephteria ya da Cennete Yolculuk” adlõ romanõnõ incelemiştim. Günümüzdeki tartõşmalara bir katkõ sağ- layabilir umuduyla konuyu güncelleştir- mek istedim. Romanda, Yunanlõ yoksul bir köylü ka- dõnõn (Elephteria) cennete gidiyormuş duygularõyla Almanya’da çalõşan eşinin yanõna gidişi, barakalarda kalõşõ, kocasõyla buluşmaya giderken yaşadõğõ zorluklarõ; kocasõnõn, kendisinin kaldõğõ barakaya ya- sadõşõ yollardan girmek zorunda kalõşõ; Düsseldorf’ta çalõşmaya başladõktan son- ra, iş koşullarõnõn düzeltilmesi için veri- len sendikal savaşõm süreci anlatõlmak- tadõr. Romanõn başlarõnda Elephteria’nõn köyü olan Askos hakkõnda şu bilgiler yer almaktadõr: “Askos’ta yalnızca yaşlılar ve çocuklar vardı. Yaşları yirmi ile 40 arasında olanların çoğu yurtdışına git- mişti. Önceleri Amerika’ya daha son- ra da Almanya’ya. Gidenler, ülkeleri- ni terk etmeye zorlanmıştı; çünkü köy- lerinde öteden beri yalnızca geri kal- mışlık vardı: Yoksulluk, açlık, küçük çiftçilerin büyük toprak sahiplerine ba- ğımlılığı. Oralarda ne iş, ne de endüst- ri vardı.” Almanya’daki işyerlerinde, iş koşulla- rõnõn düzeltilmesi için sendikada bir ara- ya gelip ortak karar almanõn önünde geç- mişte olduğu gibi günümüzde de çok sa- yõda engel bulunmaktadõr. Özellikle ya- bancõ işçilerin işten atõlmasõ, giderek kendi ülkelerine geri gönderilmesi teh- ditleri bulunmaktadõr. Bu tehditler yet- miyormuş gibi örneğin aynõ işyerinde Yu- nanlõlarla Türkleri ortak bir kavga için bir araya getirmek de önemli bir sorun oluş- turmaktadõr. Zaten romanda Yunanlõlar- la Türklerin düşmanlõğõna da vurgu ya- põlmaktadõr. İş koşullarõnõn düzeltilmesi için yapõlan çalõşmalar sõrasõnda Yunan- lõ Elephteria, kendisi gibi ülkesinde tu- tunacak bir dal bulamayõp aynõ işyerinde çalõşan Türk Mustafa’yõ düşman olarak gördüğünden, onunla asla ortak bir sa- vaşõma giremeyeceğini belirtmektedir. Ne var ki iş koşullarõnõn düzeltilmesi, ken- dini düşman sayan taraflarõn da yararõna olacağõ kavranõnca, durum değişir. Eleph- teria ile Mustafa, yakõnlaşõrlar. Bu sava- şõmda, birlikte beklenmedik dayanõşma ör- nekleri verirler. Yunanlõlar ve Türkler ara- sõnda dostluk ilişkileri başlar. Hem de em- peryalist bir ülkenin kucağõnda gerçekleşir bu yakõnlaşma. Bu hep böyledir: Em- peryalistler oldum olasõ kardeşçe bir ara- da yaşamanõn düşmanõ olmuştur. Nerede bir ayrõşma varsa, nerede kardeş kanõ akõ- tõlõyorsa, nerede anlaşmazlõklar bir çözüme kavuşturulamõyorsa, arkasõnda emper- yalistlerin olduğu artõk bilinmektedir. Hele de Türkiye, emperyalistlerce kõş- kõrtõlan savaşlarõn muhatabõ olmuş ve bu savaşlardan başarõyla çõkmõş deneyimli bir ülkedir. Çanakkale ve Ulusal Kurtuluş Sa- vaşõ henüz belleklerden silinmemiştir. Bu savaşlar, emperyalizmin parçalama is- teklerine inat, birlikte savaşõmõn ve birlikte başarmanõn eşsiz örnekleridir. Hem uluslararasõ hem de yerel çõkar gruplarõnõn yönlendirdiği ‘ayrı olma’ ya da ‘öteki’ olma yerine, birlikteliği özen- diren başka seçenekler üzerinde durulmasõ gerekir. İkiyüzlü çõkar ilişkileri pazar olanaklarõ açõsõndan bir yandan küresel- leşmeyi zorlarken bir yandan da farklõ kö- kenden insanlarõn bir arada yaşamasõnõ kü- reselleşmeye engel olarak görmekte ve ay- rõlõğõ zorlamaktadõr. Dünyanõn her yanõnda emperyalist çõkarlardan arõnmõş, birlikte yaşamayõ, birlikte iyileştirmeyi hedefle- yen politikalara gereksinim duyulmakta- dõr. Birlikteliği öne çõkaran yaklaşõmlar, savaştan çõkarõ olanlarõ da açõğa çõkara- caktõr. Çünkü şiddet, her zaman karşõtõ- nõ doğuracak, ölenlerin sayõsõ bugün on binlerle ifade edilirken bu rakamlarõn giderek yüz binlerle ifade edilir duruma gelmesi kaçõnõlmaz olacaktõr. Yaşadõğõmõz çağ, ayrõlõklarõ kõşkõrtma çağõ değil, nerede olursak olalõm, bulun- duğumuz topraklarõ birlikte insanca ya- şanõr duruma getirme çağõdõr. Emeğiyle geçinen çoğunluğun bu konuda zaten bir sorunu bulunmamaktadõr. Sorun, ulu- sal ve uluslararasõ çõkar gruplarõnõ diz- ginlemekte yatmaktadõr. Ulusal bilinç ve birlikte yaşam, içi boş laflarla güven- ceye alõnamaz. Ulusal birliğin güvence- si, emeğiyle geçinen çoğunluğun çõkar- larõnõn gözetilmesinde yatmaktadõr. İşte bunun için ulusal birliği ve dayanõşmayõ savunmak gerekir. Orhan ÖZDEMİR Yrd. Doç. Dr. - Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear