26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 9 AĞUSTOS 2009 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Dinlenceye Çıkmak!.. PENCERE Boru Hatları Haritası?.. Nabucco mabucco derken gazetelerde yayımla- nan fotoğraflar şıppadak değişiverdi... Rusya Başbakanı Putin uçağına atlayıp Türkiye’ye geliverdi; İtalya Başbakanı Berlusconi’nin de katı- lımıyla Türkiye Başbakanı RTE ile “samimi pozlar”da resimler çektirdiler... Ne oluyordu?.. Soruya yanıt vermek için biraz geriye gitmekte ya- rar var; işe Bağdat demiryolundan başlayalım... Osmanlı’da Bağdat bizimdi... Avrupa devletleri Ortadoğu’nun zenginliklerine - en başta petrol- kapıları açmak için Bağdat’a dek tüm Anadolu’yu kateden demiryollarına talip oldular... Almanlar, İngiliz ve Fransızları atlattılar, Osman- lı’yı avuçlarının içine aldılar... Anadolu’da demiryolu öyküsü böyle başladı... Ya karayolu seferberliği ne zaman başladı?.. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu kez de Ame- rika, Türkiye’yi avcunun içine aldı... Demiryolu tu kaka oldu... Dışa bağımlı karayolları seferberliğinde petrol, oto- mobil, kamyon, otobüs, köprü möprü derken bir de baktık ki ülkemizde ulaşımın ancak yüzde 10’u de- miryollarıyla yapılıyor... Yüzde 90’ı karayoluna bağlanmış... Batı’da ise bu oran yüzde 50 karayolu, yüzde 50 demiryoluyla dengesini korumuş... Hem kazıklanmış, hem dışarıya bağlanmışız... Gelelim günümüze... Son günlerde iki kez öpüldük... Birincisi Nabucco idi... İkincisi Putin’in öpüşüdür... Türkiye üzerine yine büyük devletler arasında re- kabet başladı... Çünkü bugünkü dünyada Anadolu, Batı’ya petrol ve doğalgaz aktaracak enerji trafiğine aday görünen tek coğrafyadır... Ne var ki medyanın yayınlarına bakarsanız yine sa- pıtıyoruz... Sanılıyor ki Nabucco’nun tezgâhlanması ya da Pu- tin’le kucaklaşma AKP’nin ya da RTE’nin marifeti- dir... Oysa marifet bizde değil... Coğrafyamızda... Anadolu Doğu ile Batı arasında bir köprü... Batı’nın bize ihtiyacı var... Ya Rusya?.. Rusya birbirine boru hatlarıyla bağlanacak Avru- pa ile Türkiye yakınlaşmasında dışlanmak istemiyor... Vaktiyle büyük devletler Anadolu üstüne çok he- saplar yapmışlardı... Bugün de yapıyorlar... Türkiye, demiryolu ve karayolu dönemlerinde Batı’nın, daha açık deyişle emperyalizmin çok ka- zığını yedi... Bu kez durum vaziyeti değişik. Avantadan para ge- lecek diye ellerimizi ovuşturuyoruz. Ancak Anadolu’da boru hatları haritasını çizerken de şunun ya da bunun oyuncağı olmayalım... Uluslararası gerçeklere dayalı ve ulusal çıkarları gö- zeten bir boru hatları haritasına gereksinmemiz var... Batı ile Rusya bu alanda iki rakip... Peki, Anadolu’da petrol trafiğinin haritasını kim çi- zecek?.. Batı mı?.. Rusya mı?.. Biz mi?.. 2 5 Nisan 2009 tari- hinde Cumhuri- yet’te 1974 yõlõnda son bulan bir dikta- törlükten söz etmiş, Portekiz ve sömürgelerinde yaşanan 50 yõllõk suskunluk ve korkuyla dolu bir süreçten bahsetmiştim. Bugünkü ya- zõm ise, o “sivil” diktatörlü- ğü bir kez daha anõmsatõrken o yõllarda karşõlaşõlan bazõ ür- pertici “adaletsizlikler”i ser- gilemek amacõndadõr. “O günlerde, yasaklanan tüm konular sözlü kültür geleneğine indirgenmişti” biçiminde değerlendirmişti o süreci António de Figuei- redo, 1974 yõlõnda ordunun yönetime el koymasõndan bir yõl sonra. 1926’daki bir askeri darbeyi daha sonraki yõllar- da/onyõllarda kolaylõkla sivil darbeye dönüştüren Antó- nio de Oliveira Salazar sü- recini kastediyordu, üstelik ünlü Coimbra Üniversite- si’nde iktisat profesörlüğü yapmõş, asker üniformasõ ta- şõmamõş bir kişinin damga- sõnõ vurduğu zor günleri. “Elli yıla dayanan Sala- zar rejiminden sonra, Por- tekiz içten parçalanmış be- lirsiz bir ülke haline gel- mişti. En büyük sorun kır- sal nüfusta çoğunluğunu ucuz yiyecek ve şarap sağ- layan kesimin ekonomik sistemdeki başat rollerinin ihmal edilmesiydi. Bu bağ- lamda, yasa koyucular ve sanayide çalışanlar dahil kentlerdeki tüm sınıflar, köylülerin ikincil kalan ko- şullarıyla en azından ken- dilerinin kazanılmış hak- larını sürdürmek için ilgi- leniyorlardı. Tüm bunlar, sınıf farklılıklarının geç- mişten gelen davranışlarda belirgin, sosyal yasaların adeta yabancı bir ırk say- dıkları kırsal nüfusa karşı hâlâ yaşanan ayrımcılığın zihindeki ikilemiydi. İkinci önemli parçalan- mışlık, nüfusun yarısını oluşturan ve erkeklerin göl- gesinde kalmaya mahkûm edilmiş kadınların ataer- kil bir düzendeki boyun eğmelerinden kaynaklan- maktaydı.” Zengin daha zengin, yoksul..! Çalõşanlarõn özgür sendikal ve grev haklarõndan yoksun bõrakõldõklarõ ve en düşük maaşlara zorlandõklarõ sõra- lardaki rejim politikasõ, iş- verenlerce “asgari”nin üs- tüne konulacak en küçük bir ödemenin bile lütuf sayõla- cağõ yolundaydõ. Tanõnmõş bir iktisatçõ olan Eduardo Guerra, anõlan rejimin ilk aşamalarõndaki iktisat politi- kalarõnõ şöyle açõklõyordu: “Çalışan sınıflar kendi- lerini ekonomik gelişme- lerden tamamen dışlanmış hissediyorlardı; bir şey ya- pamıyorlardı ve sonuçları- na katlanıyorlardı. Bu sap- tamanın doğrulanması için, sadece hayat standardın- daki durgunluğu ve mini- mal iyileşmeyi geniş toprak sahiplerinden ve kapita- listlerden oluşan küçük bir grubun elindeki zenginliğin şaşırtıcı artışıyla kıyasla- mak yeterlidir.” 50 yõl süren bir diktatörlü- ğün (üstelik sivil bir dikta- törlüğün) inşasõnda, fakir bir ülkede, güya devlet zengin- leştirilmiş, ama çok daha zengin bir elit yaratõlmõştõ. “Yeni Devlet” parolasõyla yola koyulanlar önceleri, Fi- gueiredo’nun da sõraladõğõ (Batõ Avrupa’nõn gözünü bo- yayacak olan) şu vatandaşlõk haklarõnõ 1933 anayasa mad- deleri içine sokma gereği duymuşlardõ: a) Hiç kimse kişisel öz- gürlüğünden yoksun bõrakõ- lamaz, resmi suçlama dõşõn- da tutuklanamaz. b) Hiç kimse mevcut olan yasaya dayanmaksõzõn suç- lanamaz, cezalandõrõlamaz. c) Savunma olanağõ sağ- lanmalõdõr; suçlamadan önce ve sonra savunma garantisi verilmelidir. d) Hiç kimse müebbet hap- se veya idam cezasõna çarp- tõrõlmamalõdõr. Engizisyon adaleti! “Fakat gerçek farklı te- celli etti” diye not düşmüş- tü Portekizli yazar Figueire- do. Hükümet çõkardõğõ buy- ruklarla önce basõn üzerinde korkunç bir sansür uyguladõ. “Güvenlik önlemleri” ge- rekçesiyle ve suç dayanağõ olmadan yenilenen 180 gün- lük tutuklama süresini üç yõ- la çõkardõ. Politik düşünceleri beğenilmeyen kişiler derhal yurtdõşõna çõkarõldõ, sürgün edildi. “Yeni Devlet” politi- kasõnõ destekleyen yabancõ hükümetler, uluslararasõ ku- ruluşlar ve ünlü kişiler ise ne- dense onu sadece “ılımlı diktatörlük” olarak görü- yorlardõ; ülkedeki ve sömür- gelerindeki zihinsel ve fi- ziksel işkenceleri gözden ka- çõrõyorlardõ ya da görmek is- temiyorlardõ. Ne de olsa, Portekiz Polis Teşkilatõ (PI- DE) elinde bulunanlar rejime ters düşenlerdi ya da komü- nistlerdi! Salazar rejimi Hõ- ristiyanlõğõ savunuyordu ve “özgür dünya”yõ koruyan NATO üyesiydi. Aldatõcõ de- ğerlendirme böyleydi. Ne ki Avrupalõ dostlarõ içteki ge- lişmeleri pek bilmiyorlardõ. PIDE’nin yöntemleri çeşit- liydi: “Örneğin, silahlı olayla- ra karışanları ortaya çı- Bir Diktatörlük Öyküsü Salih ÖZBARAN karma yönteminde PI- DE öyle acımasızdı ki, olaylarda rolleri çok az sayılabilecek ilk şüp- heliler İspanya’daki gi- bi ağır işkenceden ge- çiriliyorlardı... Bir suç yüklenmeksizin 180 gün tutuklu kalmış Portekizliler, Genel Güvenlik Direktörlü- ğü tarafından sürdü- rülen kovuşturma risk- lerini de taşıyorlardı; masum veya fazla so- ruşturma gerektirme- yen önemsiz bir olaya karışmış olsalar bile, tutuklama dönemi ge- çiriyorlar ve hapis ha- linden daha kötü bir süreç yaşıyorlardı.” Devlet, “adaletin ger- çekleri”ni çiğniyordu; amaç başkalarõna ifti- raydõ ve tam bir moral çöküntüsü yaratmaktõ. Tutuklular, sonradan kalp hastalõklarõna, akli denge ve çeşitli sağlõk bozukluklarõna, en azõn- dan bacaklarda şişkin- liklere yol açan ayakta tutulmaya ve günlerce uykusuzluğa maruz bõ- rakõlõyorlardõ. Farklõ po- litik tavõr tehlikeliydi Başbakan Salazar rejimi için. Tutuklu kalmõş olanlarõn ilk ve özgün beyanlarõ sonradan gös- termiştir ki PIDE’nin yaklaşõmlarõ ortaçağla- rõn ENGİZİSYON’un- dan pek farklõ olma- mõştõ. 1960’lõ ve 70’li yõl- larda, Portekiz İmpara- torluğu’nun Asya serü- veni ve Osmanlõlara kar- şõ dünya paylaşõmõ çe- kişmesini araştõrdõğõm günlerde yaşadõğõm ve Başbakan Salazar’õn yarattõğõ rejimin sessiz- liğini ve korkuyu şimdi daha iyi değerlendirebi- liyorum. Bilmem, yaşõ- mõn ilerlemesinden mi- dir, tarihçiliğimin pim- pirikliğinden midir, - bunlarla beraber- Tür- kiye’de yaşanõlanlarõn geçmişte kalan ve beni çok, pek çok endişelen- diren benzerleriyle kar- şõlaşma korkusundan mõdõr; yoksa, tarihsel deneyimlerin bizlere gösterdiği yönün tersine döndüğüne tanõk ol- mamdan mõdõr? Neden- se, Başbakan Salazar’lõ sivil diktatörlük aklõm- dan çõkmõyor bir türlü. Dikkat, “sivil diktatör- lük”ten söz ediyorum! “Böyle bir zamanda dinlen- ceye çıkılır mı?” Kırk yıldır ki- mi okurlarımdan böyle yakın- malar alırım... Böyle bir zaman!.. Bu ülkede her zaman, böy- le bir zaman mıdır? Hiç iyi bir zaman yok mudur? Duyan, düşünen, olup bi- tenlere üzülen, sonra da duy- gularını, düşüncelerini beyaz kâğıtlara döken bir insanın kırk yılda bir, bir deniz kıyısına, bir dağ başına, şöyle serin, ha- valı bir yurt köşesine üç beş günlüğüne çekilip dinlenme- sine kim ne diyebilir? Ama yine de ‘böyle bir za- manda’ sen yazmayı, düşün- meyi, toplumu uyarmayı bırak, git keyfine bak? Ne zaman bir yazının altın- da ‘Bana birkaç gün izin..’ no- tunu görsem aklıma gelir. Vaz- geç derim, işte haziran geldi geçti, ama temmuz geldi, bir türlü geçmiyor. Güneşte otuz beş derece, gölgede yirmi se- kiz... Ah şu temmuz, her yıl ay- nı oyunu oynar. Ama sen ille de deniz kenarına gideceğine, çık Karadeniz’e, çık o güzelim dağlarına tepelerine, tem- muzmuş ağustosmuş, vız gel- sin!.. Çocukluğumda yaz günleri ne yapardık, nereye giderdik? Hele temmuzlarda... Şimdiki gibi miydi temmuz sıcakları? Anılar da unutuluyor. O 1930’lu yazlar bir düş gibi!.. Babamla Yenikapı’da, Kumkapı’daki kı- yı lokantalarında serinlediğimiz, pazarlar içinde bir temmuz, ağustos günü de, Altınkum’a gidişimiz!.. Şimdi Altınkum’u kim bilir? Rumelikavağı’nı geçtikten son- ra plajı, lokantasıyla apayrı bir cennet köşesiydi. Kimi zaman yanımızda bir yemek sepeti, ki- ralık bir taksiyle gidip gölgeli bir köşesinde saatler geçirdiği- miz!.. Ya da Moda’nın, Suadiye, Caddebostan gazinolarında akşamüstleri çalınan tango- larla kendimizi yeni aşkların beklentisiyle avuttuğumuz... Denize girmekse, bir törendi ayrıca!.. Benim gibi korkanla- rı eş, dost, arkadaş ite ite so- kabilirlerdi. Ama Caddebostan plajı, gazinosu yaz aylarının ya- şam boyu izleri kalacak cennet köşeleriydi. Bize öyle geliyor- du o otuzlu, kırklı yıllarda... Ta 1939’a kadar süren mutlu bir yaşamın tadı... Derken savaş, korku, beş yıl sürecek bir ce- hennem ateşi... Kişi bir anda neler anımsıyor. Kırık dökük de olsa bir mutlu an bulmak istiyor. Acılar, yenilgi- ler, umutsuzluklar, kırıklıklar daha mı çok göze batıyor? Ah sen şu temmuz sıcağı!.. Çöllerden getiriyorsun rüzgârı!.. Kumlu bir esintiden ne bekle- nir?.. En iyisi kapanmak loş bir odaya, bir şeyler yazmak, ya- şadığını, yaşayamadığını, ya- şamış gibi... Vazgeç dedim kendime bak Ağustos geldi; git Azmak kıyı- sına, Cennet’e, Halil’e, Ham- di Bey’in Yücelen’ine, Ze- ki’nin Bitez’ine, Anday’ın Ören’ine... O kadar uzakta de- ğiller!.. Tüm umutsuzlukları yenip, biraz yaşama özlemi duymak, sevdiklerine de du- yurmak için... 1960’lõ ve 70’li yõllarda, Portekiz İmparatorluğu’nun Asya serüveni ve Osmanlõlara karşõ dünya paylaşõmõ çekişmesini araştõrdõğõm günlerde yaşadõğõm ve Başbakan Salazar’õn yarattõğõ rejimin sessizliğini ve korkuyu şimdi daha iyi değerlendirebiliyorum.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear