26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 27 HAZİRAN 2009 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Çıldırtılan Türkler ÖZAKMAN’IN kitap adı yanlış değildi. Mütareke yıllarının bozgun, işgal, yokluk, ufuksuzluk, çaresiz- lik ortamında, üstelik Almanya ve Avusturya-Maca- ristan gibi koskoca imparatorluklar bile teslim ol- muşken Yunan istilasına, ardındaki İngiliz des- teğine ve yaklaşan Sevr tehdidine karşı çıkmak çıl- gınlıktı. Demek ki, bireyler gibi halkların da çılgınca işler yaptığı olabilirmiş. Çılgınlık mantığa, sağduyuya sığmayanın, doğal olarak akıllı insanlarca yapılmayacağın yapılması, bir an için aklı, mantığı, sağduyuyu bir yana bırakıp olağanüstü bir davranışın ortaya konmasıdır. Yanan bir evde kalmış çocuğunu kurtarmak için yangının içine atılan ana ya da baba gibi. Anlık bir olgudur çılgınlık. Normalde düşünüp ta- şınarak, ölçüp biçerek yapılmaz. Mustafa Kemal’in yaptığı, belki yıllar boyu dü- şündüğü, zamanı gelsin diye beklediği, hesapladı- ğı, mantık sürecinden geçirdiği bir iş sayılabilir. En azından, daha sonra, tarih perspektifinden bakınca öyle görünebilir. Onunkine çılgınlık demeyip akıllı ve hırslı bir kişinin bilinçli tasarımı demek yanlış olmaz. Ama ona inananların, peşinden gidenlerin, Sakarya cehenneminde mevzilere tutunup sonuna kadar vu- ruşanlarınki düpedüz kollektif çılgınlıktır. Zaten, değerli olan ve özellikle başkalarınca hiç unu- tulmaması gereken de işin bu yanıdır. O başkaları, “Türkler” denen insanların, günü ve sırası geldiğin- de böyle bir çılgınlık yapabileceğini bilmelidirler. Bilmiyorlarsa da, anımsatılmalıdır kendilerine. Ancak, böyle bir halkı durup dururken çıldırtmak ve hele öyle bir işe kasıtlı olarak girişip o halkı bü- tünüyle ya da en güçlü bilinen yanlarıyla zayıflatmak düpedüz kötü niyettir, hatta bir ulusal ihanettir. Çıl- dırtılan ve zorlayıcı koşullar yokken sık sık çılgına dön- dürülen bir toplum, Çanakkale ya da Sakarya tü- ründen çılgınlık yapma potansiyeli yalama edilip tü- ketilmiş, bir bakıma “iğdiş” edilmiş toplum demek- tir; onu ezmek, avuçları içine almak ve normalde yap- tırılamazları yaptırmak isteyenlerin iştahını kabartır. Şu aylarda, şu haftalarda yaşanan budur. Sanki yapılacak hiç başka işi yokmuş, çözmesi ge- reken ciddi sorunları, dev gibi hedefleri yokmuş gi- bi, olmayacak konularla, saçmasapan söylentilerle, ne idüğü belirsiz belge hikâyeleriyle meşgul edilen bir toplumun çeşitli kesimleri birbirine düşürülmüş ve karşılıklı suçlamalarla çıldırtılmıştır. Artık, günü geldiğinde her türlü çılgınlığı göze ala- bilecek bir toplum yerine, sürekli akılsızlık yaşayan bir toplum durumuna dönüştürülüp hura- felere sarılmak zorunda bırakılan toplum olmaya doğru itildiğimizi bilerek aklımızı başımıza devşir- memiz gerekmez mi? mumtazsoysal@gmail.com PENCERE 70 Tane Profesör... Tane alengirli bir sözcük... 70 tane elma, armut, şeftali, ayakkabı, çorap olur da 70 tane profesör olur mu?.. Olmaz... Ne var ki kimi zaman profesörleri bile tane ta- ne saymak kaçınılmaz oluyor.. İran’dan gelen haberlere bakılırsa 70 ya da 71 veya 74 profesör gözaltına alınmış ve de tutuk- lanmış... Doğru mu?.. İran öyle bir sürece girdi ki haberlerin doğru- sunu eğrisini hesaplamak olanaksız... İran’da profesör var mı?.. Sorunun yanıtı boşlukta... Profesör, bilim adamı olmak zorunda, değil mi?.. Bilim adamı da gerçeği keşfedip dile getirmek zorunda... Peki, bilimsel yöntemle araştırılan ve bulunan gerçek, ya şeriata, dinci inanca veya göreneğe ters düşerse ne olacak?.. Avrupa bu öyküyü Galileo’nun serüveniyle ya- şamıştı... İran yaşadı mı?.. Her neyse, bugün İran’dan yansıyan haberle- re göre yuvarlak sayıyla 70 profesörün icabına ba- kılmış... Hayra alâmet bir haber değil bu... Komşuda bir şeyler oluyor... Şimdi siz çıkıp diyebilirsiniz ki: - Komşuda bir şeyler oluyor da bizde olmuyor mu?.. - Ne demek istiyorsun?.. - Bizde de profesörlerin icabına bakılmıyor mu?.. Doğru ya... İran’da yaşananlardan kısa bir süre önce biz- de de profesörlerin, rektörlerin icabına bakılma- dı mı?.. Kimisi tutukevine, kimisi hastaneye düş- medi mi?.. Kimisi yaşam tehlikesi geçirmedi mi?.. Üstelik bizde ne Ayetullah var... Ne de Ahmedinejad... İran’da icabına bakılan profesörler ortalama ra- kamla 70 taneymiş... Bizde kaç tane?.. Profesör tane hesabına girmez... Üç mü beş mi?.. Altmış mı yetmiş mi?.. Profesör, profesördür... Kolay yetişmiyor... İyice bilin ki bir ülkede profesörler, içeri atılmak için toplanmaya başlandı mı sonu kötüdür... Hem İran’dan sağlıklı haber gelmiyor, yapılan işin rakamla saptanması güç... Ama bizdeki olay açık seçik... Ergenekon soruşturmasında toplanmaya baş- lanan profesörlerin sayısı İran’a kıyasla az olsa bi- le yürütülen eylemin ağırlığı komşumuzdakinden daha hafif değildir... Ben tam sayısını bilmiyorum, Türkiye’de kaç profesör toplandı?.. Siz biliyor musunuz?.. B ir süre tutuklu kalan ya da kal- makta devam eden rektör, subay, öğretim üyesi, gazeteci ve sivil toplum örgütlerine mensup kişileri “darbe planları” ile sanõk san- dalyesine oturtan bir davanõn etrafõnda dolan- dõrõlan toprağa gömülmüş, denize atõlmõş ba- zõ silahlar, patlayõcõ maddeler değildir dile ge- tirmek istediklerim. Ne de Mardin’in bir kö- yünde 4 Mayõs’ta 44 kişinin katledilmesine yol açan silahlarõn tüten dumanlarõ, yasadõşõ ör- gütlerle dolaşan canalõcõlar. Toprağõn üstünde gezinen, sayõlarõnõn milyonlara ulaştõğõ ifade edilen ve cana kõymanõn türlü ve sükseli yol- larõnõ gösteren bireysel silahlanmadan bahse- deceğim. Gece-gündüz, sokakta, düğünde, okulda, futbol maçõ sonrasõnda tetiğine basõl- masõ ya da kõlõfõndan çõkarõlmasõ neredeyse ola- ğan sayõlan, başõboşluğun ürkütücü örneklerini veren “cici” tabancalardan, daha güçlü silah- lardan, kesicilerden ve delicilerden söz ede- ceğim. Günü boş geçirmeden patlayan, yara- layan ve öldüren dehşetengiz aletlerden. Medyanın ettikleri Bir futbol maçõ bitmişti; Türk ulusal takõmõ Hõrvatlarõ yenerek Avrupa şampiyonasõnda ya- rõfinale yükselmenin sevincini ve çõlgõnlõğõnõ yaşamak üzereydi; maçõ anlatan spiker besbelli ki tedirgindi olabileceklerden. “Ne olur silah sıkmayın” türünden uyarõlarda bulunmuştu. Haklõydõ; ne var ki gelenek sürecek, kimileri bu sevinçten ve çõlgõnlõktan payõnõ alacaktõ. Er- tesi günkü görüntülü medya Türkiye çapõnda 27 kişinin yaralandõğõnõ bildirecek, balkonla- rõnda oturan aile bireylerinin üstüne kurşunlarõn yağdõğõnõ not edecek, bazõ çekimlerle yansõtõ- lan manzaralarda makineli tüfeklerin havayõ na- sõl dövdüğünü kayõt altõna alacaktõ. ABD or- dusunun Bağdat üzerine ateş yağdõrdõğõ gün- lerin titreşimleri ya da canlõ bombalarõn yarattõğõ fõrtõna İstanbul semalarõnda korku salacak, ya- ralayacak, öldürecekti. TV kanallarõndan, hatta yazõlõ medyadan, ma- sumane uyarõlar ve galibiyet kutlamalarõnõ silaha sarõlmadan yerine getirmelerini öneren köşe yazõlarõ ve seslenişler, yõllardõr şişirilen programlarla, ateş saçan dizi ve filmlerle, bil- gisayarlarõn aşõlamasõyla, seçim meydanlarõnda oy uğruna -hatta günlük konuşmalarda- yapõ- lan çirkin atõşmalarla barut fõçõsõ durumuna ge- tirdiği güruhun hõzõnõ durdurabilir miydi? Fut- bolu afyon yerine kullanarak yaratmak iste- dikleri hava bozulmamalõydõ ne de olsa! Med- ya da bu işi iyi beceriyordu. Futbol maçlarõn- da Viyana kuşatõlmalõydõ, fethedilmeliydi. Nilgün Cerrahoğlu’nun duyarlõlõğõyla (Cum- huriyet, 23 Haziran 2008) söylemem gerekir- se, “yapılan tüm maçlara bitmek tükenmek bilmeyen bir fetih psikolojisi ve retoriğiyle” gitmek engellenmemeliydi! Az yazmamõştõ Zeynep Oral, önde gelen bir İstanbul kulü- bünün stadyum duvarõnda “Seni sevmeyen öl- sün” türünden bir fermanõ kaldõrtmak için. Hükümetin sorumluluğu! Kendi zamanlarõnda çõğ gibi büyüyen, çok büyük bir kõsmõ ruhsatsõz gezinen ve sayõlarõ -Umut Vakfõ’nõn bir süre önce belirlediği ve- rilerine göre- 10 (on) milyon’a dayanan (gü- nümüzde belki çok daha fazla!) silah sahiple- rinin çoğuna võz gelip tõrõs giden uyarõlara, hü- kümet yetkililerinin eklediği “masumane” laf- lara ne söylenebilirdi! Sanki kabine üyelerine “Bakanlar Kurulu Hatırası” olarak silah dağõtan kişi o hükümet mensubu değildi. Sanki TBMM spor oyunla- rõnda tabanca atõşlarõ düzenleyen ve iyi atan- larõn lüks tabancayla ödüllendirildiği millet- vekilleri o Meclis’ten değildi. Sanki Meclis Baş- kanõ’nõn “Meclis’e tabancayla gelmeyin” tavsiyeleri o Meclis üyelerini hiç ilgilendir- memişti. Sanki bazõ yerlerde ortaya çõkan ve “ergenekon” namõyla duyulan davayla iliş- kilendirilmeye çalõşõlan silahlarla ilgili demeç veren Adalet ve Kalkõnma Partisi Başkanve- kili’nin “Silah her zaman tehlikeli bir şey- dir. Tek bir silah bile çok büyük sorunlara yol açabiliyor” türündeki sözleri saltanattaki hükümete ait değildi. Toplumsal belleğimizin tepeden tõrnağa “nisyan ile malûl” olduğu kanõtlanõvermişti birdenbire; unutuluvermişti medyanõn ve hü- kümetin ettikleri! Yasa teklifi verildi; komisyonlarda yapõlan değişikliklerle geçti; TBMM’de kõrpõlmõş ha- liyle biraz mesafe kat etti. Ancak bu tür gös- termelik değişikliklerle nereye varabileceğimiz, medyanõn bu müthiş tehdit karşõsõnda ne tür bir tepki göstereceği ve toplumun davranõşlarõnõn nasõl olacağõ sorusu beynimdeki yerini hiç kay- betmedi; böyle tedavisi zor bir yaraya nasõl mer- hem olunacağõ yolundaki bilmece içimi kemirdi durdu. Silahlarõn bu denli çok patladõğõ geri kal- mõş ülkelere benzetilme endişem, Osmanlõ İm- paratorluğu’nda yaşanan silahlanma yarõşõnõ ha- tõrlattõ bana; köylünün ne yapõp edip silahlan- ma gereksinimi duyduğu, güvensizliğin ve aç- lõğõn sürüklediği korkunç yõllarõ düşündürdü. Yaşamla alay eden çocuk Türkiye Cumhuriyeti ile sağlanan iç barõşõn “Büyük Ortadoğu Projesi” içinde iç ve dõş kõşkõrtõcõlarõn güdümünde nasõl yitirilmeye çalõşõldõğõnõ düşünürken umutlarõm bir kez da- ha dumura uğradõ. Yaşadõklarõmõn, öğrendik- lerimin ve tanõk olduklarõmõn bana seslendiği çağrõlar sõfõrlanõverdi; geleceğim kararõverdi bir kez daha. Öğrendiğim/bildiğim tarih sürecinin tersine döndüğünü hissettim. Bu tersine gidi- şe, kendini silah gösterisiyle kanõtlamak iste- yen bir toplumun nasõl korkutucu boyutlara ge- tirilebileceğine basõn ve yayõn organlarõnda ta- nõk oldum. Sokaklarõn bu denli ürkütücü ola- bileceğini hayal dahi edemez iken o güzelim ülkemde “muasır medeniyet” hedeflerini al- tüst edenlerin nerelere varmak istediklerini dü- şündükçe yüreğim parçalandõ. Genç kuşağõn na- sõl bir çõkmaza girebileceğini istemeyerek göz önüne getirdim. Çok değerli dostum Eray Canberk’in sadece birkaç dizesini sundu- ğum o pek anlamlõ şiirini yeniden okudum, uy- garlõğõn bize ulaştõrdõğõ son görüntüyü üzün- tüyle seyrettim; kendilerince “olur”u alõnmõş ve “isteyerek” işlenen cinayetler için toprak üstünde dolaşan milyonlarca silahõn ürpertisi- ni duyarken, güya yerin ve denizin dibine sak- lanmõş aygõtlar suç unsuru olarak aranõrken: Genç çocukları ölüme özendiren Hinoğlu hin bir düzen yaşlı ve fettan düşünce hayatta kalmasını beceren cinneti fiyaka edinmişlerdir keskin ve olumsuz zekâlarından icazeten ey yaşamla alay eden çocuk onları kazandırdın ölmekle -taammüden- Şiddet ve Silah... Salih ÖZBARAN Emekli Tarih Profesörü Türkiye Cumhuriyeti ile sağlanan iç barõşõn “Büyük Ortadoğu Projesi” içinde iç ve dõş kõşkõrtõcõlarõn güdümünde nasõl yitirilmeye çalõşõldõğõnõ düşünürken umutlarõm bir kez daha dumura uğradõ. Yaşadõklarõmõn, öğrendiklerimin ve tanõk olduklarõmõn bana seslendiği çağrõlar sõfõrlanõverdi; geleceğim kararõverdi bir kez daha. M illiyet’teki köşesinde Taha Akyol “İki Ülke, İki Devrim” başlõğõyla bir yazõ yayõmladõ (22.06.2006 Milliyet). Bu yazõda 1979 İran İslam dev- riminden söz edilmekte, İran’da “Koruma kollama kurumla- rı”nõn işleyişi anlatõlmakta ve İran’da devrimi korumak adõna “Rehberlik Makamı”, “Anaya- sayı Koruyanlar Konseyi” gibi vesayet kurumlarõnõn oluşturul- duğunu, bu kurumlarõn “tarafsız” olmadõklarõnõ belirtmektedir. Bu yargõlar doğrudur. Akyol, ayrõca, İran devriminin en başa- rõlõ olduğu iki alanõn nüfus kont- rolü ve şehirleşme eğitimi oldu- ğunu, eğitimin yaygõnlaştõrõlma- sõnda İran’õn Türkiye’nin önüne geçtiğini belirtmektedir. Bu bilgilerden sonra Akyol, şu yargõya varõyor: “Artık şe- hirleşmiş, okumuş, az çok dün- yadan haberdar olmuş kitleler hem rejimin yasaklarından sı- kılıyor hem de ekonomik dur- gunluktan. Değişim isteği top- lumsal bir dinamik haline gel- miştir.” Bu yargõlardan sonra, Akyol “... iki ülkede de (Türkiye ve İran) devrimin yetiştirdiği nesiller ‘karşõ devrim’ macerası istemi- yor, ama antidemokratik ya- sakların kalkmasını, liberal öz- gürlüklerin gerçekleşmesini is- tiyor” diyor. Yazõnõn başlõğõna bakõnca insan Türk ve İran devriminin değişik yönlerden karşõlaştõrmasõnõn ya- põlacağõnõ sanõyor. Oysa yukarõ- daki paragrafta üzerinde durulan “liberal özgürlüklerin gelişme- si” kavramõndan başka bir karşõ- laştõrma yapõlmamõş. 1923’te Atatürk’ün önderli- ğinde gerçekleşen Türk Devrimi ile 1979’da din adamõ Humeyni ve mollalarõn önderliğinde ger- çekleşen İran İslam devrimi bir- birinden temelde ayrõ olan dev- rimlerdir. Türk devrimi, laik bir Cumhuriyet yaratmõştõr. İlerici bir harekettir, bir ay- dõnlanma devrimidir. Otokratik din devleti yõkõlmõş, halifelik kal- dõrõlmõş ve laik ilkelere dayalõ bir devlet kurulmuştur. Kadõn erkek eşitliğini öne çõ- karan, şeriat yasalarõndan laik yasalara, din eğitiminden çağ- daş eğitime, “biat” kültüründen vatandaşlõğa, ümmetten ulus dev- letine dayalõ yepyeni bir toplum yaratõlmõştõr. İran İslam devri- mi, din temelinde gelişen aslõnda gerici bir harekettir. Laik Türk Devrimi ile İran İs- lam devrimi arasõndaki tek ben- zerlik, her ikisinin de “anti-em- peryalist” niteliğidir. Bunun dõ- şõnda toplumsal yaşam, bilimin yol göstericiliği, eleştirel aklõn öne çõkõşõ, kadõnlara eşitlik sağlanmasõ yönünden Türk devrimi ile İran hareketi arasõnda hiçbir benzerlik yoktur. Akyol, bu yazõsõnda son gös- terileri, bir “karşıdevrim” ma- cerasõ olmadõğõnõ, ama “antide- mokratik yasakların kalkması” ve “liberal özgürlüklerin ger- çekleşmesi” hareketi olarak gör- mekte Türkiye’de de “liberal öz- gürlüklerin gerçekleşmesi” is- temlerine gönderme yapmaktadõr. Bu yargõ yanlõş, mantõktan uzak ve talihsiz bir paralellik kurmak- tan öte bir anlam taşõmaz. Akyol, Türkiye’de türban istemlerini, ta- rikat ve cemaat örgütlenmelerini, liberal özgürlüklerin gerçekleş- mesi gibi görüyorsa, büyük ya- nõlgõ içerisinde bulunuyor de- mektir. Akyol, her ne kadar ertesi gün- kü yazõsõnda görüşlerini yumu- şatmak yoluna gitmişse de; libe- ral etiketini kendilerine uygun gören yazarlarõn tarihi gerçekle- ri saptõrmamalarõ ve toplumsal ge- lişmeleri gerçekçi temellere da- yanarak analiz etmeleri doğru olur. İki Ülke İki Devrim... Alev COŞKUN
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear