28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 20 HAZİRAN 2007 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL İstanbul’un Köprü Afişleri ve Montaigne… PENCERE Acaba İstanbul’u yöneten zihniyet, hangi kitapları okudu; Montaigne’i de okudu mu? Okudukları 16. yüzyıldan daha mı geri? İBŞB Başkanı AKP’li diye, herkes AKP’nin propagandasını mı okuyacak bu güzel kentin köprülerinde? tığı yolculukla bir yol açıcı oldu. O diyordu ki, “Herkes önüne bakar, ben içime bakarım, benim işim yalnızca kendimdir, hep kendimi gözden geçiririm, kendimi tadarım”. Yani Montaigne kendini, kendi içindeki ‘ben’i keşfetti. Okuduğu kitaplardan öğrendikleriyle kendi bildiklerini sınadı, denedi… Bunun için yazdıklarına “Deneme” denildi. Yazılışının üzerinden 400 yıl geçmiş olsa bile yazdıkları değerini koruyan eserler oldu. Montaigne’ne gelene kadar, deneme diye bir edebiyat türünden söz etmek mümkün değildi. Dahası Azizler dışında insanların yaşamlarından dersler çıkarmak geleneği de yoktu. Ama Montaigne, bu geleneği yıktı. Üstelik bunu mezhep kavgalarıyla insanların yakıldığı ortaçağda yaptı. Ortaçağ, hepimiz biliyoruz ki dinsel baskının, kör inançların en yoğun yaşandığı dönemdir. Ne zaman ki Rönesans başladı, o zaman bilimin gücü, insanın özgürlüğü de ortaya çıktı, insan sevgisi demek olan hümanizma da etkin oldu…15. ve 16. yüzyıl Avrupası’nda kentlerde doğup gelişti.. Bu kentleri tüccarlar veya prensler yönetiyordu. Kent, Rönesans döneminde her türlü politik, ekonomik ve entelektüel etkinlik alanı oldu. Manastırların yerini kentler aldı. Bu nedenle filozoflar ve yazarlar düşledikleri dünyayı kurmaya çalıştılar. Thomas More, Utopya’yı yazdı. “Düşlerin mimarı” oldu. Bu yapıtıyla insanı baştan aşağı yeniden tanımladı. Bir yandan geçmişe yeni bir boyut kazandırdı, bir yandan da yarattığı utopyalarla, geleceği akıl ve kardeşlik temelinde kurmak istedi. Bunun için de Montaigne, hümanizmin son devrimcisi olarak adlandırıldı. Montaigne, kendi doğallığını yazıya döktü, kendini anlattı; fizik özelliğinden entelektüel yanına varıncaya kadar her şeyini ortaya koydu. Bedeninin, yaşamının, aklının üzerindeki etkileri tanımlamaya çalıştı. Kitabının önsözünde okuyucuya hizmet gibi bir düşüncesinin olmadığını yazdı. Yani denemeleri kendisi, ailesi ve dostları için yazdığını söyledi. Dört cilt olan Denemeler’i 1568’de yayımlanmaya başladı. Bugüne kadar Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle tek kitap olarak yayımlanan Denemeler (2), şimdi tüm metin olarak dört cilt halinde Hüsen Portakal’ın çevirisiyle (3) çıktı. Denemeler’de Montaigne şunu vurguluyor; “İnançlarımızı, düşüncelerimizi, göreneklerimizi başkalarına kabul ettirmeye çalışmayalım”. Batı’daki bu örneğin öncüleri aslında Anadolu’da fazlasıyla var. Yunus Emre’ler, Hacı Bektaş’lar ve öteki halk ozanları asıl hümanizmanın temellerini attılar. Bütün bunları İBŞ Belediyesi’nin köprülere, geçitlere astığı afişlerle değerlendirirsek, 400 yılda ne kadar ileri gidildiği (!) görülür. Yazdığı bireysel yapıtla bile tüm dünyaya örnek olan küçük bir kentin belediye başkanı Montaigne ile dünyanın en güzel kenti İstanbul’un yöneticilerinin uyguladığı ve geleceğe kalan değerleri, varın siz karşılaştırın! İstanbul bir dünya kenti. Acaba İstanbul’u yöneten zihniyet, hangi kitapları okudu; Montaigne’i de okudu mu? Okudukları 16. yüzyıldan daha mı geri? İBŞB Başkanı AKP’li diye, herkes AKP’nin propagandasını mı okuyacak bu güzel kentin köprülerinde? Pazar yürüyüşleriniz yoksa bile, yolunuz buralardan geçiyorsa, lütfen durumu bir de siz değerlendirin! (1) Orhan Veli, Bütün Şiirleri, YKY, 3. bas. 2003, s. 32 (2) Montaigne, Denemeler; çev. Sabahattin Eyüboğlu, Cem Ya. 29. bas. 1997 (3) Montaigne, Denemeler/Bütün Denemeleri 14, çev. Hüsen Portakal, Cem Ya., 2006 Bütünleme HAZİRAN sınavlar ayı olduğuna göre, iç politikadaki durumu öğrenci diliyle anlatmak daha doğru olur: AKP iki dersten bütünlemeye kalmıştır: Demokrasi ve hukuk. Aksi gibi, yine öğrenci diliyle, bunlar “baba dersler”dir. Çünkü ikisi de anayasanın temel ilkeleri sayılır: “Demokratik devlet” ve “hukuk devleti”. emokrasiyi çok basit bir kurala indirgemişlerdi: “Öbür partilerden daha çok oy alan, ülkeyi yönetir.” Meclis’teki sandalyelerin üçte ikisini kazanmış olmak mıydı acaba başlarını döndüren? Aldıkları oy oranının, kayıtlı seçmenlerden dörtte birinin katılmadığı bir seçimde üçte bir olduğunu unutarak. Bilmeliydiler ki, yüksek barajlı bir d’Hondt sisteminin bir cilvesiydi bu. Böyle bir sonuca yaslanarak “Ulusal egemenlik biziz” iddiasıyla ortalığa çıkmak kadar yanlış bir şey olmazdı. Oysa, onlar bu yanlışı sürdürüp cumhurbaşkanı seçmeye, seçemeyince de “derhal seçim” kuralına yan çizmeye kalkıştılar. ukuk devleti ilkesiyle de neredeyse ilk kez tanışır gibiydiler. Onlara göre, parlamentoda ezici çoğunluğa sahip olmak, “kayıtsız şartsız” yetki kullanmak demekti. “Kayıtsız şartsız” deyiminin ulusal egemenliğe özgü olduğunu ve kendilerinin tek başlarına “ulus” sayılamayacağını düşünmüyorlardı. Yakın tarihi biraz bilseler Menderes’in de aynı yanlışa kurban gittiğini düşünürlerdi belki. Düşünmek şöyle dursun, oyçokluğunun verdiği esriklikle, “demokrasi” dedikleri iktidar gücünü arkalarına alıp hukuka saldırmaya başladılar. Yargı kararlarının bağlayıcılığı onlar için yazılmamıştı sanki. Yargıçlara saygı da öyle. Yüksek yargı mercilerine ve oralarda adalet dağıtmaya çalışanlara hücum etmeyi demokrasinin gereği saymaktaydılar. Politika derslerinin en kritik noktasını, yani demokratik devlet ve hukuk devleti ilkelerinin birbirini tamamladığını özümsemiş değillerdi. e yazık ki, bütünlemeye kalmanın anlamını ve gereğini de anlamamışlar. Bütünlemeye kalan, her şeyden önce o konulardaki kendi zayıflığını kabul etmek ve o dersleri çalışmak zorunda değil midir? Oysa onlar, hiçbir şey olmamış gibi, demokrasi ve hukuk konularında bildiklerini okumaya, daha doğrusu bilmediklerini tekrarlamaya devam ediyorlar. Başbakan’ın miting konuşmalarında ve yandaşlarının yazıp çizdiklerinde hiçbir itiraf, hiçbir pişmanlık, hiçbir “ders almışlık” yok. Demokrasi ve hukuk konularında söyledikleri, tembel çocukların eve gelip “Hoca bana garaz!” deyişlerinden pek farklı değil. Onlara göre, devlet başkanı da, yüksek yargıçlar da, ordu da, kısacası herkes onlara garaz. Şöyle bir durup “Niçin acaba?” diye kendi kendilerine sormazlarsa, sınıfta kalabilirler. 150 Yıl Önce 150 Yıl Sonra.. Oktay Akbal pazar günkü yazısında Victor Hugo’nun 1849 yılında Fransız Meclisi’ndeki konuşmasından bölümleri yayımladı. Zamanın Eğitim Bakanı gerici Falloux, laik eğitimi önleyici bir yasa tasarısını meclise getirmişti... Milletvekili Hugo, 150 yıl önce, bu tasarıya karşı çıktı; anımsamak için büyük romancının kimi tümcelerine bir kez daha göz atmakta yarar var. ? Hugo diyor ki: “ Ben öğretimde özgürlük istiyorum. Devletin denetimi altında olmalı bu özgürlük ve devlet de laik, bütünüyle laik, özellikle laik olmalıdır. Yani ben bu denetleme kurulunun ne yükseğine ne de alt kuruluna rahiplerin (papazların) girmesini istiyorum.” Sözünü şöyle sürdürüyor Hugo: “ Hangi eldir bu yasa tasarısını tutan el?.. Baylar bu el din partisinin elidir.” ? Evet bundan yüz elli yıl önce Fransa’da din partisi vardı, 1789’da patlayan devrim altmış yıl sonra bile laik eğitim üzerine mecliste tartışılıyordu... Victor Hugo, 1849’da meclis kürsüsünden ne istiyordu?.. Türkçesiyle ‘Öğretim Birliği Devrimi’, Osmanlıcasıyla ‘Tevhidi Tedrisat Kanunu’, daha başka deyişle devlet denetiminde laik (akılcı, bilimsel) eğitim istiyordu... Bütün bu öykü artık Fransa için tarihtir... Türkiye içinse günceldir... ? Bizde bugün kavga, imam okullarının, daha başka deyişle din okullarının temel öğretim kurullarından sayılıp sayılmaması üzerinedir... Din okulundan çıkan öğrenci üniversiteye gidecek mi?.. Giderse ne olur?.. Başbakan Erdoğan olur ve Harp Okulu’ndan çıkan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile çatışmaya sürüklenir... ABD emperyalizmini de arkasına alarak laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘Ilımlı İslam Devleti’ yapmaya çalışır... Sorunumuz budur!.. 150 yıl önce Fransa’nın sorunu da Hugo’nun mecliste dile getirdiği gibi “din partisi” idi. ? Avrupa’nın ‘Aydınlanma tarihi’ni öğrenmeden, bilmeden, Türkiye’nin bugün içine düştüğü politika tartışmasına ve çatışmasına akıl erdirmek olanaksızdır... Olayı salt askersivil çelişkisine indirgemek yüzeysel, anlamsız, derinliksiz, toplumsal ve tarihsel gerçekliğinden soyutlanmış bir akıl güdüklüğünün dışavurumudur... Bugün 1.5 milyar nüfuslu İslam coğrafyasındaki 52 devlet içinde tek laik Cumhuriyet Türkiye’dir... Laik Cumhuriyetimizin değerini bilelim... ? 21’inci yüzyılda yaşıyoruz, bizdeki dinci Saadet Partisi amacını açıkça ortaya koyuyor; takıyyeci AKP daha uzun vadeli bir planlamayı öngörüyor... Saadet Partisi antiamerikan... AKP Amerikancı... AKP, Saadet Partisi’nden çok daha tehlikeli, kurnaz ve gayri milli... Hikmet ALTINKAYNAK azar günü uzun bir yürüyüş yaptım. Yürümek karamsarlığımı dağıttı. Trafikten arınmış bir İstanbul köşesi bulursanız, size de öneririm… Yürüyüş sırasında ne zamandır sinirlendiğim bir konuyu enine boyuna irdeleme olanağı buldum ve sizinle de paylaşmaya karar verdim. Konuya Orhan Veli’nin çok kısa bir şiiriyle girmek istiyorum: “Gemliğe doğru/Denizi göreceksin;/Sakın şaşırma.” (1) İşte tıpkı bunun gibi, siz de Beşiktaş’tan Maslak’a ya da Boğaziçi Köprüsü’nden Atatürk Havalimanı’na doğru giderseniz, köprülerde İBŞB’nin afişlerini göreceksiniz. Sakın şaşırmayın! Bunlar, AKP İstanbul İl Başkanlığı’nın duyuruları: “Başbakan hesap veriyor!”, “Başbakan ..hizmete açıyor”, “Başbakan kahvaltı ediyor….” “Başbakan…”, “…internet evi açıldı…” vs. Kimse alınmasın ama, bu afişler, sürücülerin dikkatini dağıtıyor, nal gibi puntolarıyla da ayrı bir zevksizliğin örneklerini oluşturuyor. Ayrıca sürücünün dikkatini dağıtan levha ve afişler Trafik Yasası’na aykırı değil mi? Bu afişlerin bulunduğu yerde bir trafik kazası olsa, bu afişler, kaza nedeni olarak gösterilse, haklı olunmaz mı? Ama asıl önemlisi her birinin AKP propagandası amacıyla asılmış olması… Dünyanın en güzel kenti İstanbul’un kent mimarları, kent plancıları nasıl oluyor da böyle bir çirkinliğe izin veriyor anlamıyorum. Öte yandan her iki afişten birinde değil, ikisinde AKP’nin doğrudan ya da dolaylı propagandası P D N H mumtazsoysal@gmail.com na AKP dışındaki siyasi partiler nasıl izin veriyor; şaşıyorum. Öteki partilerin bu olanaktan yararlanma hakları yok mu? İBŞ Belediye Başkanı’nın AKP’li olması, ona bu hakkı vermemeli. Bu bir yetkinin kötüye kullanılması değil midir? Belediye başkanı denince, denemenin babası, Bordeaux Belediye Başkanı Montaigne geliyor aklıma. Bordeaux’nun 1581 ve 1583 tarihlerinde iki dönem belediye başkanlığını yapan Michel de Montaigne (Fransa, 28 Şubat 153313 Eylül 1592), soylu bir ailedendi, iyi bir eğitim aldı, Alman asıllı hocalardan Latince öğrendi. O dönemde tüm soylular siyasetle ve savaşla uğraşırken o, önce Bordeaux belediye başkanı olan babasının isteği üzerine belediyede meclis üyeliği, babasının ölümü üzerine de iki dönem belediye başkanlığı yaptı. Bu göreve gelene kadar ise kendini edebiyata, kitaba adamış, çiftliğine kapanıp sürekli okumuş, sonra da günümüze kadar gelen “Denemeler”i yazmıştı. Montaigne, önce Rönesans’ın yazarlarını okudu. Kendileri de birer büyük okur olan Erasmus (Hollanda/Rotterdam, 1465Basel,1536), Petrarca (İtalya, 13041374), Rabelais (Fransa, 14491553) ve Cervantes’i (İspanya, 29 Eylül 1547 Madrit, 23 Nisan 1616) okudu. Bu yazarların Yunan ve Latin klasikleriyle beslendiklerini düşünürsek, Montaigne de böylece Yunan ve Latin klasikleriyle tanıştı, bu yolla da o kültürü edindi. Rönesans çağı, hümanist kültürün benimsendiği, yaygınlaştığı dönemi okuyup sonra da yazmaya başladı. Kendi iç dünyasına yap CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear