01 Haziran 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 30 OCAK 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL İsmail Cem ve Siyasetin Sınırları Kendisini yakından tanıyan birçok kişide bıraktığı izlenim “bu iddia ve birikimdeki bir siyasetçinin mutlaka bir biçimde genel başkan olarak ülkeye hizmet etmesi” gerektiğiydi. Siyasete adım attığı günden başlayarak kendisini en tepeye göre konumlandırmaya yönelmesi, bu izlenimin çok farkında olmasındandı. Madem, “siyaset mümkünün sanatı” diye tanımlanıyordu. O halde ancak başbakan olunursa, bu mümkünün sınırları genişletilebilirdi. Başbakan olmak için de genel başkan olmak gerekiyordu. Ondaki bu başa güreşmek azmi, kimilerine abartılı bir özgüven ve narsisizm gibi gelebilir. diye de bakar. İsmail Cem parti değiştirdi, hem de birkaç kere. Terk ettiği parti dışındakileri sayılmazsa kimse ona pek kızgınlık, kırgınlık ve öfke duyamadı. Bunun, bir değil birçok nedeni var. Bir defa siyaset anlayışını ve siyaset pratiğini rakip ölçeğinde değil fikir temelinde yürütüyordu. Bu onun için vazgeçilmez bir ilkeydi. Attığı her adımı, verdiği her demeci, yaptığı her konuşmayı sol dünya görüşüyle gerekçelendiriyordu. Avrupa solundaki gelişmeleri çok yakından izlemesinin sol siyaset felsefesinin temel kavram ve yaklaşımlarına vâkıf olmasının, tarih bilgisinin ve bilincinin ortalama siyasetçi düzeyinin çok üzerinde olmasının, hem bulunduğu partide hem de halk katında kendisine önemli bir saygınlık kazandırdığını ise ayrıca belirtmeye gerek yok, sanırız. PENCERE Bir Süre İzin... Geçenlerde Ali Sirmen, izne çıkmadan önce köşesinde şu yazıyı yayımladı: “Yıllar önce, Park Otel’de çalışan, ilginç, gözünü budaktan sözünü kulaktan sakınmaz, Ömer adlı garson bir dostum vardı. Cumhuriyet okurdu. Tabii bütün Cumhuriyet okurları gibi, mutlaka lafın bir yerinde İlhan Selçuk’u sorardı. Bir ara sordu: Ne o, dedi, bugün İlhan Selçuk’un yazısı çıkmamış... Son günlerde çok yoruldu, izne çıktı, dedim. Kimden almış izni, diye sordu. Şaşırmıştım. Öyle ya İlhan Selçuk izin iznini kimden alırdı. Onun üstünde gazetede bir tek Nadir Bey vardı. Nadir Bey’den almıştır harhalde, dedim. Ömer terslendi: Olmadı, bak bu hiç olmadı işte, onun okuru benim, bizden alacaktı izni... ... dostum Ömer’in, en sevdiği yazara terslenmesi beni çok etkiledi, sözleri kulağıma küpe oldu.” ? Ali’nin yazısını kesip sakladım, çünkü o günlerde ben de izne çıkmaya niyetleniyordum; kendi kendime: Hazır, bu yazıyı kullanırım, demiştim... Günü geldi, kullanıyorum. ? Peki, izin günü nasıl geldi?.. Artık izin isteyeceğim Nadir Nadi Bey de yok, yalnız okur var... “Nadir Nadi’yi Anma Toplantısı”nı elbirliğiyle gerçekleştirdik; hemen ardından CEO’muz Ertin Akgüç’ün (yazarımız Öztin Akgüç’ün kardeşidir) önerisiyle bir toplantı yaptık... Dedik ki: Saçımız ak mı, kara mı, önümüze düşsün de bir görelim!.. Saçımız akmış... Cumhuriyet 2007’ye iyi giriyor, dengelerimiz yerli yerinde... Borcumuz harcımız yok... Zararda değiliz... Peki, nasıl oldu bu iş?.. ? Sırası geldiği zaman anlatacağım... Anlatacak öyle çok şey var ki... Ama şimdilik sırada izin var... Nadir Bey’in ölümünden sonra büyük bir kriz yaşayan gazetemiz bugün saygınlığının doruğundadır... Çünkü 1991’de dünyanın yaşadığı depremden sonra Cumhuriyet’in dünya güç merkezlerinin ve dış medya odaklarının söylediklerine kapılmayarak öngördüğü her şey gerçek çıktı... Cumhuriyet’in ‘Yeni Dünya Düzeni’ üzerine 1990’lardaki teşhisi bugün somutlaştı... ? Keşke Cumhuriyet’in teşhisi doğru çıkmasaydı... Keşke haksız çıksaydık... İzinden döndükten sonra kaldığımız yerden devam edeceğiz... Şimdi nerede olduğunu bilmiyorum, ama garson Ömer’e selam!.. Arpad Bir İstanbul Yazarıydı... Böyle bir kızgın adam yok; ne basınımızda, ne de edebiyatımızda!.. Haksızlığa, çirkinliğe, basitliğe, görgüsüzlüğe, yanlışlığa karşı hemen direncini, karşıtlığını belirten yok!.. Korkular mı, endişeler mi, ekmek kavgası mı bunca insanı sessizce olup bitenlere seyrici kılıyor! Kimse “Hayır bu kadarı da olmaz” diye sesini yükseltmiyor. Biliyorlar ki bağıranı, haksız da olsa, sustururlar! Burhan Arpad, bir kızgın adamdı. Güzeli, doğruyu severdi, arardı. Yaşam boyu sürdürdü bu kızgın adamlığını... Gazete yazıları, hatta gazeteye ulaştırdığı haberler, tiyatro alanında, sinema alanında ters tutumları acımasızca eleştirmeleri!.. Yıllarca Vatan’da, daha sonra uzun süre Cumhuriyet’te bu sütunda birlikte olduk. Haftada bir yazıyordu son yıllarında. Bir İstanbul yazarıydı. 1940’ta çıkan ilk kitabı “Oyun 6 Tablo”dan başlayarak hep İstanbul’u yazdı. Öyle romantik, duygusal, kolaylıklara sapmadan, açık açık yazdı bu kentin insanlarını, sıkıntılarını... Ayrıca günden güne kalabalıklaşan, gecekondulaşan bir İstanbul’un bu gidişle hangi bataklığa dönüşeceğini!.. ??? “Taşı Toprağı Altın” (Günizi Yayınları) şu günlerde yeni baskısıyla karşıma çıkınca, bütün bu eski zaman parçaları bir bir dirildi. Arpad’ın kişiliği, özelliği, savaşçı niteliği, her türlü güçlüğe karşı direnişi, ardı ardına yapıtları... Bu kitabın ilk baskısı için o günlerde Vatan’da şunları yazmışım: “Arpad’ın insanları küçük serüvenler, küçük düşler besler. Geçinmek ve yaşamak başlıca kaygılarıdır, bunu nice zorluklar, nice çarpışmalarla sağlayabiliyorlar. Büyük kentte hayat pahalılığı devinin ezdiği küçük kişiler...” Ahmed Arpad babasının yıllardır ortalıkta görülmeyen kitaplarını bir bir okurun önüne çıkarıyor. Nedense yazarlarımızı kolaylıkla unutuyoruz. Biri çıkacak da, o yitirilmiş değeri ortaya çıkaracak!.. Günübirlik yaşanıyor artık edebiyatta!.. Kalıcı bir güç taşımayan eserler ve yazarlar silinip gider, ama uzun yıllar gerisinde kalmış bir yapıt, bir yazar er geç değerini duyurur. ??? “Taşı Toprağı Altın”ın yeni baskısına bir önsöz yazan Hıfzı Topuz, toplumdaki değerbilmezliğimizi eleştirerek diyor ki: “Nerede Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Kulüp, Yunus Nadi, Sedat Simavi, Orhan Kemal, Sait Faik ödülleri! Hiç değilse Esentepe’de oturduğu sokağa onun adını verebilirdik. Burhan’ın değerini bilemedik, hakkını veremedik. Çok yazık...” Ahmet TAN C umhuriyet gazetesi okurları İsmail Cem’i 1965 yılında Cumhuriyet’in Pazar günkü baskılarının yazıişleri müdürü olarak tanımıştı. O dönemde Ecevit’in ünlü çalışma ve sendika yasaları gereği, tatil günleri gazetelerde ayrı bir yazıişleri müdürü görev yapmak zorundaydı. Cumhuriyet’e makaleler de yazıyordu. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel üzerine 2. sayfada yazdığı bir yazı çok ilgi çekmişti. Demirel’in konuşmalarındaki mantık yanlışlarını ve çarpıklıklarını mantık üzerine yazılmış İngilizce bir referans kitabına göre irdeliyor ve bu yanlışları Latince adlarıyla tek tek ortaya koyuyordu. Sayın Demirel belki de o “mantık yanlışları” sayesinde, o yazıdan sonra 6 kere daha başbakanlık yapacaktı. Talihin ve tarihin cilvesiyle ise, tam 32 yıl sonra, İsmail Cem’in adının Bakanlar Kurulu listesindeki yerini, Dışişleri Bakanı olarak değiştirecek olan da yine Demirel olacaktı. Cem, aradaki o yıllarda, o İngilizce mantık kitabını Demirel’e armağan mı etmişti? Bilemiyoruz. Bildiğimiz, Cumhurbaşkanı Demirel’in, 55. hükümet listesini onaylarken Mesut Yılmaz ile Ecevit’in de rızasını alarak Şükrü S. Gürel’in adını çizip yerine Cem’i yazdığı ve Gürel’i de devlet bakanlığına kaydırdığıydı. Cem’in ruh dostları Adil Özkol ve rahmetli Ahmet Piriştina ile birlikte idik. Özer Çiller’in açmadığı viskilerden birini yeni görevinin başarısı için yudumladık. Yudumlar ve dilekler yerini bulmuş olmalı ki Cem çok başarılı bir Dışişleri Bakanı oldu. Ama bunda kendisi gibi elit bir aileden, Robert Kolej’den ve gazetecilikten gelen Bülent Ecevit’in, ona sonuna kadar arka çıkan ve üç koalisyonu da ayakta tutup ona 5 yıl hizmet olanağı tanıyan hükümetin payını da hiç unutmamak gerek. Hedefi genel başkan olmaktı Kendisini yakından tanıyan birçok kişide bıraktığı izlenim “bu iddia ve birikimdeki bir siyasetçinin mutlaka bir biçimde genel başkan olarak ülkeye hizmet etmesi” gerektiğiydi. Siyasete adım attığı günden başlayarak kendisini en tepeye göre konumlandırmaya yönelmesi bu izlenimin çok farkında olmasındandı.. Madem, “siyaset mümkünün sanatı” diye tanımlanıyordu.O halde ancak Başbakan olunursa, bu mümkünün sınırları genişletilebilirdi. Başbakan olmak için de genel başkan olmak gerekiyordu. Ondaki bu başa güreşmek azmi kimilerine abartılı bir özgüven ve narsizm gibi gelebilir. Ama İsmail Cem’in özelliklerini, erdemlerini fark edenler ondaki bu olumsuz gibi görünen niteliklerin liderlik özelliği olduğunu kabul ediyorlardı. Kişisel kariyerinde olduğu gibi, toplumsal ölçekte de siyasetin bilgi ve bilinçle desteklenmesi, akılcı ve gerçekçi bir strateji ve planlama, ile yürütülmesi gerektiğine inanıyordu. Evet, talip olduğu her üst makama kendisini yakıştırmayan yoktu. Ama iş realiteye dönüşünce sonuç farklı oluyordu. Örneğin, Özal’ın ani vefatı üzerine 1993’te, Demirel’e karşı cumhurbaşkanı adayı oldu. Ne yazık ki, şeref sayısı denebilecek bir avuç oydan fazla oy veren olmadı. 2000 yılında adı yine Cumhurbaşkanlığı için geçti. Ecevit DSP’nin adayı olarak onun adını verdi. Ama koalisyon ortakları partiler dışı bir aday olmasında anlaşınca kılınca, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nda karar kılındı. Çankaya fırsatı ancak 7 yılda bir çıkıyor. (Bir de Allah korusun görevdeki cumhurbaşkanına emri hak vaki olduğunda ..) Çankaya biraz rastlantı, biraz kısmet, daha çok da konjonktür işi. Ama bu üçüne ise genel başkan olunca hükmetmek daha mümkündü. Onun genel başkanlık hedefindeki ısrarının nedenlerinden biri de bu olabilirdi. Erdal Beye açıkça rakip oldu. Kurultayı kaybetti. Deniz Baykal ve Bülent Ecevit karşısında ise hep “potansiyel” rakip olarak kaldı. 2002’de yani filmin koptuğu son seçimler öncesinde, yaşı altmışı geçmişti. Yakın tarihimizin en kıdemli/ başarılı Dışişleri Bakanı sıfatı ile yetinmek istemiyordu. Dünyada olduğu gibi bizde de (Hariciye Vekili İsmet Paşa’dan bu yana) Dışişleri bakanlarının doğal terfi makamı Başbakan’lıktı. 2002 yılı Temmuzu’na girilirken, Ankara’da yerel siyasal küresel ısınma had safhaya vardı. Rahatsızlanan Ecevit’e “iş göremez raporu” verilmesi, verdirilmesi konuşuluyordu. Hüsamettin Özkan ile birlikte İsmail Cem’in adı “vekâlet”te öne çıkıyordu. . Özkan “babasından öte sevdiği Ecevit”e öfkelenip istifa edince, Cem “rakipsiz” kaldı. Cem üç gün boyunca “vekâlet” yani “Başbakan Başyardımcılığı” bekledi. Ama Ecevit Özkan’ın yerine onu değil de Demirel’in 5 yıl önce çizdiği ilk Dışişleri Bakanı Şükrü Gürel’i atayınca kendisi için denizin tükendiğini görüp istifa etti. Ve Kemal Derviş’in çok uzun süreden beri yaptığı telkinlere uyarak, ona güvenerek Yeni Türkiye Partisi’ni kurdu. Nihayet genel başkan olmuştu... Ama, eskilerin deyişiyle “Bade harabel Basra!” (Basra harap olduktan sonra). Seçimlerde , Yüzde 1 küsura takılmak siyasetin cilvesiydi. Kemal Derviş’e yakalanması büyük talihsizlikte ama asıl hazin olan akciğer kanserine yakalanmasıydı. Cem, her zamanki gibi tebessümünü kaybetmeden bu küçük ve büyük iki felaketi zarafetiyle dengelemeye çalıştı. Böyle olmak, böyle davranmak onun için bir yaşam tarzıydı. Derviş’e de metelik verir görünmedi, kansere de. Yazmaya çizmeye devam etti. Siyasetsiz olmazdı. Eski partisiyle yeniden kucaklaştı. İyileşirse, genel başkan adaylığını denemeye belki de en müsait parti olarak orayı görmüştü. O bunu fazlasıyla hak etmişti. Son söz, kelam ve kalem dostu Necat Aşkın’ın: “Önemli olan şu. Birilerinin meydan kendilerine kalsın ve sakatlıklar çarpıklıklar hiç sorgulanmasın diye siyaseti ve siyasetçileri sürekli kötülediği güzel ülkemizde, İsmail Cem gibi de siyaset yapılabileceğinin gösterilmesi gerekiyordu. Onun en büyük hizmeti bu oldu.” Nur içinde yatsın. Patent Ecevit’indir Dürüstlük, nezaket ve rakibin bile saygısını, güvenini kazanma konusunda siyasal ilk patent elbette Ecevit’indir. Ama bu konularda ona en yakın siyasetçinin de Cem olduğundan kuşku yoktur. Son döneminde Ecevit’e sırt çevirmesini ise, ilahi olmasa bile siyasi bir tecelli olarak görmek gerek. Cem kişilik olarak hep siyasal uzlaşmaya yakın ve yatkın birisi oldu. Yazdığı düzineyi aşan kitaplarında yüzlerce makalesinde ve konuşmalarında örtülü örtüsüz bu uzlaşmayı/ birliği gerçekleştirme çabaladı. Bu çabasının halk katında / seçmen tabanında boşa gitmediğini cenaze töreninde gördük. Keşke o da görebilseydi. Yakın dostu: Nejat Aşkın Cem’in tüm mesleki ve siyasal yaşamı göz önünde geçti. Ama onu daha iyi almak bakımından onun gizli dostlarına da kulak vermek gerek. Cem’in Yıldız Harp Akademileri’nde geçen yedek subaylığı döneminde yazdığı ve bir başvuru kitabı zenginliğindeki “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”nin provalarını okuyan önerilerde bulunan kalem ve kelam arkadaşı, daha sonra siyasette hep özel siyasal danışmanı ve son nefesine kadar dostluğunu hep sıcaklıkla ve içtenlikle korumuş olan, ama fazla ortalıkta da görünmeyen ünsüz sessiz yakın dostlarından biriydi, Necat Aşkın. Söz, Bizim Gazete yazarı Necat Aşkın’ın: “Cem’in yaşamını upuzun bir başarı öyküsü olarak gösterme yanlışına düşmek ona en büyük saygısızlık olur. Onu anlamaya çalışsak daha iyi ederiz. SHP Genel Başkanlığı için Erdal Bey’e karşı adaylığını koyduğunda kazanamayacağı ilk haftalarda belli olmuştu. Kurultay başladığında salondaki herkes, ertesi günkü Parti Meclisi seçiminin kulisiyle meşguldü. Kürsüdeki aday Cem’e kulak veren kimse yoktu. Ama o yine de titizlikle hazırladığı konuşmasını büyük bir ciddiyetle yaptı. Tıpkı hayatında hiç gitmediği Kayseri’den milletvekili adayı olduğunda yaptığı gibi... Kayserililer nezaketinden, ciddiyetinden etkilenmişlerdi. İkinci kez de seçip Ankara’ya göndermeleri bu yüzdendi.” Evet, özel siyasetçilerin kimi özelliklerden halk çok etkileniyordu. Ama delegeyi etkileyen başka türden özelliklerdi. Seçildiği partiyi bırakıp bir başka partiye “transfer olan” siyasetçiye halk çoğunluğu pek iyi gözle bakmaz. Hele bakanlık da yapmışsa, biraz kadirbilmez Birçok yerde kesiştik Bu satırların yazarının İsmail Cem’le meslek ve siyaset çizgisi 1975 yılından bu yana birçok yerde kesişti. 1975’te “Bu da bizim Le Monde’muz olacak” iddiasıyda çıkardığı ve başyazarlığını yaptığı Politika gazetesinde, Altan Öymen’in önerisiyle onun köşe yazarlarından biri olmuştum.. Yazdığımız gazetenin adının ilhamıyla mı, siyasetin kapalı kapılar ardında ne oluyor yolundaki mesleki merakı abartmak nedeniyle mi nedir, her üçümüz de politikaya yöneldik. İsmail Cem ile yakınlığımız ve hukukumuz, daha sonra Uğur Mumcu, Adil Özkol gibi ortak dostlar sayesinde hep sürdü. Aynı gazetede (Sabah) köşe yazarlığı, aynı partide iki dönem milletvekilliği, TBMM Grup Yönetim kurulunda üyelik, aynı kabinede bakanlık yaptık. 29 Haziran 1997 gece yarısı Dışişleri Bakanı olduğu müjdesini (yani listedeki değişikliği) ayıptır söylemesi bendeniz vermişti. Ben de haberi, dönemin istihbaratı kuvvetli Sabah Temsilcisi Fatih Çekirge’nin gece yarısı telefonuyla öğrenmiştim... Milli Güvenlik Kurulu’nun özel oturumlarında PKK terörü nedeniyle “Türkiye’ye gitmeyin telkini yapan ülkelere yönelik politikalar” üzerinde geliştirilen çareleri “devlet”in ilgi ve bilgisine birlikte sunduk.. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin sosyalist grup üyeliğinden, gensoru önergelerinin birlikte kaleme alınmasına dek bir çok unutulmaz anıları paylaştık. Ama en unutulmaz olanı, Dışişleri Bakanı olduğu günün gecesi Özer ve Tansu Çiller’den boşalan Dışişleri Konutu’nu teslim almaya gitmemizdi. Hevesli ve istikrarlıysanız garanti benden... Westminister University ve Premier College sertifikalarına sahip, Londra’da Master Yapmış ÖĞRETMENDEN, BRITISH ENGLISH gramer, iş İngilizcesi, derslere yardımcı, sınavlara hazırlık Acıbadem/İstanbul 0 536 225 07 80 HOBİ AMAÇLI RESİM GÜZEL SANATLARA HAZIRLIK YAĞLIBOYA KARAKALEM KADIKÖY’ DE ATÖLYE ORTAMINDA RESİM DERSİ VERİLİR 0535 794 09 85 ULUSAL SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI BİRLİĞİ KAMUOYUMUZA DUYURU Kurgulanarak planlanmış olduğunu düşündüğümüz Hrant Dink suikastını bir insanlık trajedisi olarak niteliyor ve nefretle lanetliyoruz. Ancak bu acı olayın ardından halkımızın ulusal duyarlılığını yansıtan, terör ve siyasal cinayetleri hiçbir şekilde onaylamadığını gösteren büyük protesto yürüyüşünün, ulusalcılığa ve yükselen dip dalgasına bir darbe vurma girişimine dönüştürülmeye çalışılmasını da nefretle kınıyoruz. Bazı medya organlarının ve köşe yazarlarının kendi sözcükleri ile “düşman yaratma” ya da “linç kültürü yaratma” uygulamasını büyük bir duyarsızlıkla örneklendirdiklerini kaygı ile izliyoruz. Ama biliyoruz ki yeterince yürekli olmadıkları için, başkalarının ağzından “Ulusalcılık, alçakların son sığınağıdır” diyen, vatanseverliği “alçaklık” olarak niteleyen; ulusal bağımsızlık simgemiz olan Türk bayrağının “her tarafta dalgalanmasından korktuklarını” dile getiren marjinal aydınlarımız (!) yurtsever halkımızı hiçbir zaman yanlarında göremeyeceklerdir. İşte bu bilinçle, çok anlamlı bir protesto yürüyüşünün siyasal bir araç olarak kullanılmasını ve Hrant Dink suikastının sorumluluğunun ulusalcılığa ve ulusalcılara yüklenmeye çalışılmasını yeni ve tehlikeli bir kışkırtma denemesi olarak görüyoruz. Çünkü, yürüyüşe katılan on binler, kimi AB sözcülerinin öne sürdüğü gibi, “Ulusalcı bir Türkiye istemedikleri”, “ulusal duyguların yaşandığı bir Türkiye’yi reddettikleri için” değil; şovenizme, ırkçılığa, ayrılıkçılığa, bölücülüğe karşı oldukları, barış ve kardeşlik duygularını destekledikleri için yürümüşlerdir. Kanımızca bu on binler içinde daha önceki yıllarda siyasal cinayetlerde yitirdiğimiz Devrim Şehitlerimizin, terör olaylarında yitirdiğimiz diplomatlarımızın ve ülkemizin bölünmez bütünlüğünü savunurken ölen tüm Mehmetçiklerin derin acılarını yüreklerinde taşıyarak her türden teröre “dur” demek amacı ile yürüyenlerin sayısı çoğunluğu oluşturmaktadır. Yurtsever halkımıza saygı ile duyurulur. ULUSAL STKB CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear