26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
25 OCAK 2007 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Kentin kimliğini “referanduma karşı” korumak için UNESCO göreve çağrılmalı 15 ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Kerkük’te ‘kültürel soykırım’ BD işgalinin Irak Anayasası, KerA kük’ün “Kürtleştirilme”si için 2007’de “referandum” öngörüyor. Türk hükümeti ise kente “yeni” yerleşen Kürt nüfusa dikkat çekerek oylamanın “ertelenmesi”ni istiyor... Oysa türkülerinden evlerine “Türk kültürü”yle bezenmiş Kerkük kimliğinin “oylamayla değişemeyeceği”ni savunmak gerekmiyor mu? Bu nedenle Ankara, örneğin hemen UNESCO’ya başvurmalı. Kerkük’teki tarihsel Türk mimarisinin “Dünya Mirası Listesi”ne alınmasını isteyerek şunu söylemeli; “Bir kentin kimliğini kültür birikimleri belirler. Bu evrensel gerçeği yadsıyan bir referandum, uygarlıkların güvencesi sayılan UNECO ilkelerine aykırıdır!..” Benzer şekilde kimi siyasilerimiz de Kerkük’ün “Türk” kalmasını “ordu”muzdan beklemek yerine, önce Kültür Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi kurumlarımızın harekete geçmelerini isteyerek diyebilirler ki: “Anıtların restorasyonu için uluslararası çağrılar yapılsın; öncü uygulamalarla tarihsel kimliğe sahip çıkılsın…” Türkiye’yi yönetenler, Orta Asya’daki tarihsel yapılara gösterilen ilgiyi; Balkanlar’daki Osmanlı mirasının korunmasına verilen desteği, Kerkük için de göstermeliler… Bu konuda anlamlı bir rehber oluşturan Prof.Dr. Suphi Saatçi’nin yayınlarını da tüm uluslararası görüşmelerde masanın ortasına koyarak; sözlerine “bilim”le başlamalılar… Kerkük’ün her yönüyle Türk kenti olduğunu, “milliyetçi bir söylem”den kurtararak “akademik araştırmalar”la kanıtlayan Saatçi’nin kitaplarını Türkiye’nin “resmi görüş”üne kaynak yapmalılar … Aydın, Ne Zaman Aydın Kalır? Şu sıralarda nedense Stefan Zweig’ı sıkça anımsama, kimi denemelerini dönüp bir kez daha okuma gereğini duyuyorum. Bunlardan biri de, yazarın hayatını kendi eliyle noktalamazdan kısa süre önce kaleme almış olduğu, “Montaigne” başlıklı o nefis deneme. Zweig, aslında aydın kimliğinin ve aydınca yaşamanın tam bir çözümlemesini yaptığı bu denemenin bir yerinde şöyle demiş: “Yaşamın soylu değerlerinin, barışın, bağımsızlığımızın.. yaşamımızı daha güzel, daha soylu ve anlamlı kılan her şeyin bir avuç bağnazın ve ideoloğun çılgınlığına kurban edildiği böyle dönemlerde, içinde yaşadığı zamanın etkisiyle insanlığını yitirmek istemeyen insanoğlu için bütün sorular tek bir soruda odaklaşır: Nasıl özgür kalabilirim? Bu çılgınlık ve vahşet ortamında.. düşüncemin hiçbir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını.. nasıl koruyabilirim? (…) Sözlerimde ve eylemlerimde, benliğimin en derin noktasındaki Ben hangi sınırlara kadar gitmemi istiyorsa ancak oraya kadar gitmeyi nasıl başarabilirim? Benliğimin bu tek ve biricik parselini yerleşik düzene, dışarıdan dikte edilen ölçülere uymaktan nasıl koruyabilirim? – Montaigne, bütün yaşamını.. bu sorunun yanıtını bulmaya adadı. Her hareketini, her duygusunu bu özgürlük uğruna gözlemledi, denetledi, sınadı ve eleştirdi. Montaigne’in ideolojilere ve türlü kamplara tutsaklığın egemen olduğu bir çağda, ruhu ve özgürlüğü kurtarmaya yönelik bu arayışı, bugün bizi ona başka hiçbir sanatçıya olmadığı kadar kardeş kılmaktadır. Bugün Montaigne’i bütün sanatçılardan fazla seviyor ve sayıyorsak, bunun nedeni Montaigne’in kendini başka hiçbir sanatçının yapmadığı ölçüde yaşamdaki en yüce sanata, ‘insanın kendi olarak kalabilmesi’ sanatına adamış olmasıdır…” ( Stefan Zweig: Yarının Tarihi, çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, 2. basım, İstanbul 1988, s. 127; alıntıdaki koyu renk basılı sözcükler tarafımdan vurgulanmıştır, A.C.) Hrant Dink’in alçakça öldürülmesiyle, düşündüklerini açıkça dile getirmeye cesaret eden bir beyne daha kurşun sıkılmasıyla birlikte, artık gelenekselleşen anma günlerimize bir yenisi eklendi. Düşünenleri ve düşünceyi yaşatmasını beceremeyen iklimlerin insanları, kendilerini yaşatamadıklarını anmakla avuturlar. Bizler de nicedir böyle bir iklimin insanlarıyız. Düşünmeye ve düşünceye yabancılığımızı, aklımızın başımıza ancak patlayan kurşunlarla veya bombalarla gelmesi –daha da korkuncu, o zaman bile gelmemesi! alışkanlığımızı tüyler ürpertici bir inatla ve umursamazlıkla sürdürdüğümüz için, ister tabutların başında, ister miting meydanlarında veya yürüyüşlerde olsun, tek becerimiz kısa zamanda kalabalıklaşıvermek; buna karşılık günlük yaşamın sıradanlığı içersinde gizlenen sessizliğimize döndüğümüzde, o sessizliği, oradaki tekbaşınalığı olup bitenleri bir de kendi zihinsel süreçlerimizden geçirmek, Montaigne’in dediği gibi, “ideolojilere ve türlü kamplara tutsaklığın egemen olduğu bir çağda” nasıl özgür kalabileceğimizi, “insanın kendi olarak kalabilmesi” sanatını nasıl edinebileceğimizi sorgulamak, çılgınlık ve vahşet ortamlarında düşüncelerimizin “hiçbir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını” nasıl koruyabileceğimizi araştırmak için değerlendirmek – hayır, buna yabancıyız; aydın olmayanlarımızla, daha da fecisi, ‘meslekten’ aydınlarımızın(!) çok büyük bir bölümüyle yabancıyız. Hrant Dink’in eşi, cenaze törenindeki kısa, ama çok anlamlı konuşmasının bir cümlesiyle çok önemli bir yola işaret etti : “Yaşı ne olursa olsun, her katilin bir çocukluğu vardır; çocukları zamanla katillere dönüştüren karanlıkları sogulamadığımız sürece bunları önleyemeyiz!” İyi ama, nasıl? O karanlıkları hangi bilinçle sorgulayacağız? Farklı görüşlerini cesaretle dile getirdiği için faşizme kurban giden birinin arkasından ağlaşırken, günlük yaşamlarımızda bizden farklı düşünenlere gazete sütunlarından, televizyon ekranlarından: “Susun! Kendinize Gelin! Ayıptır! Türklüğünüzden utanın!” diye haykırmamızı, nefret kusmamızı sağlayan kişisel faşizmlerimizde direnerek mi? Her kalabalıklaşmanın ardından kendimizi yeniden, koşulsuz ve tüyler ürpertici bir umursamazlıkla, hiçbir şey olmamışçasına ve olanlar sanki kendiliğinden bir daha olmayacakmışçasına, günlük yaşamlarımızın sığ akıntılarına bırakarak mı? ahmetcemal@superonline. com acem20@hotmail.com 2 1 KENTİN TARİHSEL KİMLİK KAYNAKLARI Mimarlık tarihi ve eski kent dokuları, toplumsal kimliğin de kültürel niteliklerini belirler. İşte Kerkük’ün Türkmen kenti karakterini belgeleyen uygarlık tanıkları... Tarihi kent merkezinden özgün bir sokak (1) “Nakışlı” anlamına gelen Nankışlı Minare Camisi (2), kale ve eteklerindeki sivil mimari doku (3) ve bütün bunların derlendiği Suphi Saatçi’nin son kitabı. lara taşımaktalar; “Altun Hızmav Mülayim / Seni Hak’tan Dileyim…” “Ağam Süleyman / Paşam Süleyman..” “Ağlama Ceylan Balası / Gider Gözüv Karası..” “Hel Hele Verin Geline, / Deste Gül Verin Geline...” “Kalenin dibinde bir daş olaydım..” “Çakmağı Çak / Çırağı Yandırmamışam..” Bütün bu türkü ve hoyratları yaşatan halk sanatçıları Reşit Küle Rıza’nın, Mustafa Kalayı’nın, Mehemet Gülboy’un, Abdurrahman Kızılay’ın, Abdülvahid Küzecioğlu’nun, İzzettin Nimet’in, Sıdık Bende Gafur’un, Mehmet Özbek’in ve nicelerinin yürekleri, nefesleri “referandum”la yok sayılabilir mi? ‘TARİHSİZ’LER TARİHE KARŞI Irak’ın Bağdat, Basra ve Musul’dan son ra 4. büyük kenti olan Kerkük’e, ABD’nin “sömürgeci” stratejilerine göre Kürtlere ait “başkent” rolü hedeflenirken; kentin bununla “çelişecek tarihsel kimlik” değerleri de ortadan kaldırılıyor… ABD, “himaye” ettiği bu sürecin ne denli insanlık suçu olduğunu, “sığ” geçmişindeki kendi kimliksizliğinden ötürü kavrayamayabilir… Ancak, Saatçi’nin son derlemelerini içeren “Kent Dokusu ve Geleneksel Evleriyle Kerkük” kitabı da açıkça kanıtlıyor ki kenti “resmen” Kürt yerleşmesine dönüştürecek her türlü karar, aynı zamanda “kültürel soykırım” anlamına gelecek… Kerkük’ün tarihsel merkezini oluşturan “Eskiyaka” semti, Kerkük Kalesi ve çevresini kapsıyor. Aynı semtte bulunan ve “Anadolu’daki sivil mimari”yle benzer likler gösteren geleneksel “Kerkük evleri” de “Türkçe” mekân adlarıyla “Türkmen yaşamı”nın uygarlık tanıkları… Örneğin yeraltı mahzenlerine “zerzemi”, eşya saklanan odalarına “sırhane”, ocaklarına “buharı”, serin depolarına “küplüğ”, tandırlarına “tendir”, tonozlu geçitlerine “tak” denen bir “mimari”, referandumla nasıl “kimlik değiştirebilir” ki? Ünlü Kerkük türkülerini yaratan “Türkmen sevdaları”, coşkuları, hüzünleri, işte hep bu evlerde yaşandı… Her biri Türk halk müziğinin adeta klasikleşen eserleri arasına giren “hoyrat”lar bu mekânlarda yankılandı… Hele şu örnekler, ABD yine anlayamasa bile Kerkük’ün “tarihsel duyguları”nı kuşaktan kuşağa taşıyıp “yöresel sanatı evrenselleştiren” sözleri, sesleri de yarın NADOLU’NUN AKRABASI Kerkük’ün işte böylesine zengin Türk kimliğine sahip olması, Emevi hükümdarlarından Ubeydullah bin Ziyad’ın getirdiği 2000 Türkmen’e kadar uzanıyor… 1055 yılında Büyük Selçuklu Hakanı Tuğrul Bey’in Irak’ı almasıyla birlikte Türkmen varlığı yaygınlaşıyor… Nitekim Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Kerkük’te kurulan Kıpçaoğulları Beyliği de bir Türk devletidir. Yavuz Sultan Selim 1515’te Kuzey Irak’ı Osmanlı topraklarına katıp; Kanuni Sultan Süleyman da 1534’te bütün Irak’ı Osmanlı eyaleti yapınca; Kerkük her yönüyle bir “Türkmen kenti” olarak varlığını sürdürür… Sözün kısası, binyıllardan bu yana Anadolu halkıyla aynı kültür tarihini paylaşan bir kentin yazgısını “siyaset değil, uygarlık” belirlemeli. Bunu inkâr eden referandum oyununa karşı Türkiye’nin tutumu da “Anadolu Uygarlıkları”na yakışır “derinlik”te ve “kararlılık”ta olmalı. 3 A CUMHURİYET 15 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear