25 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Cannes... 36 yıl önce, 36 yıl sonra... Berat GÜNÇIKAN Dünyanın yeni insan halleri Büyük Londra Oteli’ni neredeyse yüz yıllık uykusundan uyandırdı. Otel şimdi de insanın yabancılaşma, göç, sürgün, kadın, ihanet, erkek, yalnızlık, aşk, ayrılık, kırılma, onarmaya çalışıp bir türlü becerememe hallerine kırmızı bir tanık. Halılar kırmızı, koltuklar da… Rengi şehveti çağrıştırsa da odalarında hep bir yenilgi hali mevcut! Bu hissiyatı yaratansa sinema. Otel, Fatih Akın “Duvara Karşı”da mekân olarak kullandıktan sonra hepimizin göz ucuna ilişti. Yönetmen Cannes’da “Ekümenik” ve “En iyi Senaryo” ödüllerini alan son filmi “Yaşamın Kıyısında”yı da otelden şöyle bir geçirdi, üstelik Hanna Schygulla’nın oynadığı sahnelerle… Bu yüzden filmin oyuncularından, festivalin televizyonlarda canlı yayınlanan ödül töreninde Fatih Akın ve Nurgül Yeşilçay’ın yanında, kendinden emin, hatta Cannes’ın ev sahibi gibi duran Tuncel Kurtiz’in röportaj yapmak için Büyük Londra Oteli’ni adres göstermesi şaşırtmıyor. Uzun zamandır ev niyetine kullandığı Kaz Dağları’nda dolaşırken kırdığı bacağını, ihtimal şimdilerde oynadığı “Kara Duvak” dizisinin çekildiği Midyat’tan aldığı gümüş başlı bastonla dinlendiriyor. Genç yönetmenlerle çalışmaktan keyifli, Cannes’ı, sinemayı, tiyatroyu, yapmak istediklerini, yapamadıklarını, heveslerini anlatıyor… Sizinle daha önce yaptığımız röportaj sırasında, biraz da bedeninizi “Şeyh Bedrettin” oyununuza hazırlamak adına, doğayla insan arasındaki boşluğu kapatmak istercesine kanat çırpıyordunuz. Hâlâ uçuyor musunuz? Gördünüz işte, uçmaya çalışırken ayağı kırdık. Televizyondan görüldüğü kadarıyla ayağınız sizi pek engelllemedi, her yıl oradaymışcasına rahattınız… Bu festivale dördüncü katılışım. İlk kez 1971’de “Umut”la gittim, onu “Duvar” ve “Kuzunun Gülücüğü” (Bu filmle 1987’de, Berlin Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı) izledi. “Umut”la “Yaşamın Kıyısında” arasında 36 yıl var, arada Cannes’da neler değişti? Bu kez gördüm ki festival artık Amerikan sinemasının, yani ticari sinemanın egemenliği altında. Cannes başka bir şeye dönüşmüş… Oysa Fransızlar, Amerikan sinemasının ülkelerinde, hatta kıtada yayılmaması için çok direndiler… Yok yok, orada başka bir şeyler oluyor artık. Birincilik ödülünü Romanya aldı, bu sinemanın sinema, yani sanat olarak sürmesini istediklerini gösteriyor, ama bunun yanında büyük bir ticaret merkezi oluşuyor, partiler, eğlenceler… Bu da bir pazarlama yöntemi mi, derdi olan filmlerin pazar tarafından kuşatılması mı? Sinema bir eğlencedir, ama nasıl bir eğlence? Yıllar önce Onat Kutlar’la bir şema yapmış, “Bir ticari Amerikan estetiği, bir Sovyet idealist estetiği, bir de Avrupa Burjuva estetiği var” demiş, “Biz bunun karşısına ne getirebiliyoruz, bizim estetiğimiz ne olacak” diye sormuştuk. Bu, bugün de devam ediyor… Bizim estetiğimizi bugün Fatih Akın ve diğer genç yönetmenler mi gösteriyor? Gördüğüm kadarıyla Avrupa’daki yeni nesil çok enteresan sinema örnekleri veriyor, çünkü Türkiye onların unuttukları yer değil. Mesela Fatih Akın, Yılmaz Güney, Metin Erksan, Atıf Yılmaz hayranı. Cannes’da Martin Scorsese ile Metin Erksan’ın filmlerini restore edip dünyaya tanıtmak üzere bir görüşme yaptı. Yani Almanya’da büyüse de dünya sinemasını olduğu kadar Türkiye sinemasını da yakından takip ediyor ve o da Yılmaz Güney gibi sürekli “Sinema yapmak istiyorum” di C röportaj DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ 8 HAZİRAN 2007 CUMA Osmanlı ve Günümüz gerici, Cumhuriyet düşmanı akımları ve etnik bölücülüğü de teşvik ve tahrik etmeyi ihmal etmedi; çünkü Türkiye’nin yeniden Osmanlı’nın son dönemindeki gibi sömürgeleştirilebilmesi için milli devletin yıkılması, milli bilincin ortadan kaldırılması, Türkiye halkının millet olmaktan çıkartılıp dini cemaatlere, etnik gruplara bölünmesi gerekiyordu. İşte Türkiye ancak bu anlamda yeniden Osmanlılaştırılacak, yani Abdülhamit’in, Vahdettin’in zamanındaki aciz haline döndürülecekti.” (s. 288). ??? Osmanlı devletinin dünya egemeni olduğu Kanuni döneminden başlayarak nasıl adım adım çöküşe gittiğini anlatan Kanuni’den Vahdettin’e Osmanlı ve Batı’nın temel çizgisi, tarihsel olayları aktarırken ardındaki siyasal, toplumsal ve ekonomik nedenleri de bütün açıklığıyla sergilemesi. Böylelikle tarihin yalnızca savaşlar, antlaşmalar gibi belli olaylardan değil, nasıl bitmez tükenmez bir uluslararası çıkar çekişmeleri süreci olduğu da gözler önüne seriliyor. Kitabın asıl ilginç yanı ise, anlattığı tarihsel olaylarla, bugünün olaylarını birbirine bağlaması. Dünle bugün arasında kurduğu bağlarla uluslararası ilişkilerin neredeyse hiç değişmeyen temel özelliklerini sergilemesi. Yazar, tarihsel olaylar arasında bu son derece ilginç koşutlukları saptarken, anlatımını da türlü zenginliklerle donatmış. Hangi Osmanlı paşasının savunduğu kaleyi kaça sattığından tutun da devlet adamlarının kişisel özelliklerine, bu özelliklerin tarihsel olayların gidişini nasıl etkilediğine kadar son derece ilginç bilgiler birbirini izliyor. Kitabın bir başka özelliği ise, son yıllarda yazılmış kimi tarih kitaplarıyla ve bunların yazarlarıyla hesaplaşmalara girişmesi. Bu da kitaba bir tartışma kitabı niteliği kazandırıyor. Sonunda Kanuni’den Vahdettin’e Osmanlı ve Batı’yı okurken, kendinizi günümüz Türkiye’sinin ulusal varoluş mücadelesinin içinde buluyorsunuz. Cannes’da, kırmızı halının üzerinde bir yönetmen, iki oyuncu. Fatih Akın, Tuncel Kurtiz ve Nurgül Yeşilçay. Kurtiz son derece rahat, çünkü 4. kez festivalde. Umut’la başladı, Duvar, Kuzuların Gülüşü ve Yaşamın Kıyısında ile sürdürdü... yor. Fatih Akın’ı Yılmaz Güney’in devamı olarak mı görüyorsunuz? Kimse kimsenin yerini dolduramaz. Yılmaz Güney ayrı bir yıldızdı, bu çocuk da nevi şahsına münhasır bir Maradona. Yerini doldurmaktan ziyade, bir iz sürmekten söz ediyorum… Yılmaz’ın bir lafını hatırlarım, “Biz gökten zembille inmedik, Lütfü Akad’ın, Atıf Yılmaz’ın sepetinden çıktık” demişti. Etkilenme olmuştur tabii, ama bu etkilenme içinde durmadan kendini yenilemek, kendisini bulmak da vardır. Fatih kendisini bulmak isteyen bir yönetmen. İnsan ararken belirli noktalarda durur, ben kendimi ortaya koyarken “bir tiyatro rejisörüyüm, oyuncusuyum, ama artık noktamı koydum, bitirdim, buraya kadar gelebildim” diyorum, ama bu adam arıyor… Bunların arasında yeteneğini doğru saptayanlar ve çalışanlar başka noktalara gidebiliyorlar. Mesela Serdar Akar, “Gemide” ne kadar güzel bir filmdi… Bunca donanımlı, eğitimli sinemacı var, ama hâlâ hikâyenin yokluğundan yakınılıyor… Mesele orada, hikâyede… Fatih Akın’da işte bu var. Nedeni çok kimlikli olması mı? O ve arkadaşları nereden çıktılar, Almanya’daki gettolardan. Yabancı görüldüler, ama onlar inatla okudular, sinema yapmak istediler. Bizde hikâye yazan arkadaşlarımız acaba Ümraniye’yi, Yenibosna’yı, Gaziosmanpaşa’yı biliyorlar mı? “İyi”, “temiz”, “korunaklı” yerlerden çıkanların anlatacak hikâyeleri de olmuyor mu? Orta sınıf kayboldu, onun yerine paralı okullarda okuyan, hali vakti, her şe Bu tehlikeyi savuşturmanın yolu, derdi olanların kamerayı ya da kalemi ellerine almaları mı? Evet, başka çaresi yok. Son birkaç yıldır Türkiye’de çekilen film sayısı da, izleyici sayısı da artıyor, yani öyle ya da böyle bir “dert” var gibi… Geçen yıl Kars Film Şenliği’nde, birçok Avrupa filmi de vardı, orada Avrupa burjuva estetiğinin nasıl bir yerde sıkıştığını, Kuzey sinemasının “yalnızlık” konusuyla nasıl baş başa kaldığını gördük. Takva, onların ortasında öne çıkıp ödül aldı. “Cenneti Beklerken” de onca filmin arasından sıyrıldı. Zeki Demirkubuz gibi bir adam “Kader”i yaptı, Avrupalı bir yönetmen çıkıp “Tam, tipik Türk işi” dedi. Sonra Uğur Yücel… Alacakaranlık’ta onunla oyunculuğun tadına vardım, sinema tadı aldım. on yıllarda yayıncılığın yöneldiği ana konulardan biri de tarih alanı. Bunun bir nedeni ülkemizin son yıllarda yoğunlaşan altüst oluşlarından etkilenen insanlarımızın tarihe merak salmaları, günümüzün gelişmelerini tarihsel bir bakışla değerlendirmek isteyişleri olabilir. Bir başka neden ise, tarih biliminin giderek geniş okur kesimlerinin ilgisini çekmesine yol açan yayın etkinliklerinin artmasıdır. “Tarih ve Toplum”, “Popüler Tarih” gibi süreli yayınlar da bu ilgi artışının bir nedeni. Kimi tarihçilerimizin televizyon ekranlarında yaygın izleyici bulabilen programlar yapacak denli tanıdık yüzlere dönüşmesi de bir başka neden. Elbette bütün toplumsal davranışlar gibi bu eğilimin de tarihsel, toplumsal ve ekonomik temelleri vardır. Bunca ilgi, yalnızca toplu bir merak ya da hevesle açıklanamaz. Günümüz iletişim olanaklarının kitlelerin bilincini darmaduman edip, sersemleten bombardımanı elbet nedensiz değil. Bölgesel ya da küresel egemenlik peşinde koşanlar, işe insan bilincini etkilemekle başlıyorlar. ??? Selim Somçağ, geçen yıl yayımlanıp geniş ilgi gören Türkiye’nin Ekonomik Krizi adlı kitabından sonra, şimdi de yaygın kabul gören tarih anlayışlarına karşı bir tavırla kaleme aldığı Kanuni’den Vahdettin’e Osmanlı ve Batı’yı yayımladı (2006 Yayınevi). Yazar bu çalışmaya girişme nedenini şöyle açıklıyor: “Günümüzde Türk tarihinin doğru yorumlanması ve Türk kamuoyuna doğru anlatılması Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası bakımından özel bir önem kazanmıştır, hatta milli bir görev olmuştur. Bugün Türkiye’de tarih gerçekten de yalnızca tarihçilere bırakılamayacak kadar önemli bir konu haline gelmiştir. Meslekten tarihçi olmadığım halde kendimi bu kitabı yazmak zorunda hissetmemin sebebi de budur.” (s. 178) Çünkü: “ABD önderliğindeki Batı bloku Türkiye’yi yeniden nüfuz alanına aldıktan sonra Türkiye’de İslamcı, S [email protected] YAKIN TARİHİ YAZACAĞIM Yani bir karakterden söz edebiliyoruz. Var tabii, bu çocuklar çok önemli şeyler yapıyorlar. Demirkubuz’un Kader’ine “Tam Türk işi” denilmesi bir kimliğin olduğunu belgeliyor mu? Birkaç isim dışında kimliğimiz yok maalesef. Valla ben Yeşilçam denilen sinemayı daha çok seviyordum, 200300 işporta film arasından hiç olmazsa on tane başka bir şey çıkıyordu. Sefa Önal, Bülent Oran gibi isimler yüzlerce senaryo yazıyorlardı. Klişe de olsa bir kemiği, omurgası vardı o filmlerin. Biraz önce sinema okullarından mezun gençleri methettim, ama çoğunun da omurgasının olmadığını görüyorum. Fatih Akın’ı sizin yapamadıklarınızı yapan bir yönetmen olarak tanımladınız, neleri yapamadınız, neler eksik kaldı? Sinema yapmak isterdim, bir tek “Gül Hasan”la kaldım, o da kayboldu gitti, oysa bir adımdı. Orhan Kemal’den Avare Yıllar’ı, Baba Evi’ni, Kemal Tahir’den Yediçınar Yaylası’nı yapmak isterdim. Şimdi Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin’iyle uğraşıyorum. Başka bir sinema düşünüyorum, sıkıldım artık bu sinemadan, genel plan çek, yakınlara geç, tekrar dene, ikinci sahneye geç… Lars Von Trier ya da Theo Angelopoulos gibi başka türlü bir sinema yapmak isterdim. Peki şimdi ne yapıyorsunuz, Kaz Dağları’nda? Yakın tarihimizi çalışmak istiyorum, en azından 1945’ten bu yana bir şeyler biliyorum ve elimde belgeler var. Bunların içinden hikâye çıkar mı bilmiyorum, ama uğraşıyorum. Kendisinden sonraki kuşaklarla kurduğu köprü sağlam mı sağlam Tuncel Kurtiz’in. “Yaşamın Kıyısında” filminde rol alıp birlikte Cannes’a gittiği Fatih Akın’dan yeni roller bekliyor, Uğur Yücel’den de. Ona göre sinemanın derdi, hikâyesizlik ve omurgasızlık. “Gül Hasan”la başlayıp biten yönetmenliğin hayallerinden de vazgeçmiyor. O başka bir film yapacak, öyküsü başka, kamerası başka... Biraz kendinizi mi görüyorsunuz Fatih Akın’da, siz de bir hayli arayış içindeydiniz… Tabii de, bir noktaya geldim, yeni bir şeyler yapmak istiyorum, ama tiyatro yapamayacağımı biliyorum, çünkü by passlıyım. Şu anda başka bir hayatı seçtim, sinemada uğraşıyorum, workshop’lar yapmaya çalışıyorum, Şeyh Bedrettin’i film yapmak istiyorum, hâlâ Kroçer Sonat’la uğraşıyorum… Son Tanrıça’yı yaptım, orada kaldım, aşamadım. Bu durum birçok rejisörün hayatında vardır, ama bu çocuk durmadan koşuyor, arıyor, onun için Maradona diyorum. Bu hali çok hoşuma gidiyor, benim yapamadıklarımı yapıyor, bundan sonraki filmlerinde de ufacık da olsa bir rol verirse oynamaktan yanayım. Kendinize haksızlık etmiyor musunuz, her dönemin koşulları farklı… Biz el yordamıyla geldik, Karaköy’de bir dükkânda 16 mm kamera görmüş, günlerce şu kamerayı elde etsek neler yaparız diye hayranlıkla bakmıştık. Oysa kamera olmadan da yapılabilirmiş, ama onu bilmiyorduk bile. Şimdi daha ilkokulda kamerayı görüyorlar. Okulda ışık, kamera, prodüksiyon, reji, oyunculuk dersi alıyorlar. yi yerinde insanlar geldi. Bir Amerikanlaşma, daha doğrusu bir yabancılaşma var. Bir üniversitede öğrencilere bir oyun oynamıştım, oyun sonrasında konuştuğumuzda “Aranızda Sait Faik’i tanıyan var mı” diye sordum. Biri, annesinin kütüphanesinde bir kitabı olduğunu söyledi. Sonra hangi müzikleri dinlediklerini sordum, biri “Led Zeppelin” dedi, ben de “Bak şimdi” diye devam ettim, “Sait Faik Mark Twain ödülünü aldığında, Led Zeppelin ondan imzalı bir kitap istemişti”! Bir Fransız gazetesi saçları nedeniyle İstanbul’da bütün çocukların David Beckham’a benzediklerini yazdı… Televizyon büyük bir tehlike, eğitim sistemi çökmüş bir ülkede seyirci de bunu istiyor, denilip, insanlara hiç işlerine yaramayacak şeyler veriliyor. Festivalde kuşaklar buluşması Evin İLYASOĞLU . İstanbul Müzik Festivali’nin 35 açılışı değişik kuşak yorumcularımızı buluştururken bir yandan da ödüller ve teşekkür belgeleriyle donanmıştı. İKSV, son dört yıldır müzik kültürüne emeği geçmiş sanatçılara ömür boyu başarı ödülleri vermekte. Bu yıl Ayla Erduran, İdil Biret ve İngiliz besteci John Tavener bu ödüllere değer bulunmuş. Açılış gecesinde oldukça yüklü bir program vardı. Zira sponsorlara giderek artan gereksinim, onlara teşekkür törenlerini de giderek artırmakta. Böylece bir yanda olağan açılış konuşmaları, öte yanda sponsorlara teker teker belge sunup resim çekme töreni; festivalin 35. yıl barkovizyonu ardından ödül sahiplerini tanıtan barkovizyon gösterisiyle onların katıldığı konser; Yıldızlar Orkestrası’nın sunduğu “Happy Birthday Çeşitlemeleri” ve de bisleri, derken uzun süren bir açılış töreni yaşandı. Festivalin tarihçesini yansıtan barkovizyonu izlerken duygulanmamak elde değildi. Otuz beş yıl içinde, İstanbul’a tıpkı bir mıknatıs gibi nice büyük müzikçiyi çekmiş! Otuz beş yıl içinde kendi tarihini yazarken evrensel müzik tarihinin de aynası olmuş. Ve de Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş, aydınlık yüzü… Konserin konsepti kuşaklararası bir şölendi: Ayla Erduran Bach’ın üçlü konçertosunu, kendinden sonra gelen kemancılar kuşağının başarılı temsilcilerinden, Cihat Aşkın ve Özcan Ulucan ile yorumladı. Üç solist virtüozitelerini sergiledikleri kadar Bach yorumunun o özel dengesini de korudular. İdil Biret ise Bach’ın ikili konçertosunu yeni harika çocuğumuz Mertol Demirelli ile çaldı. Mertol’un, bu tarihi buluşmada, karşısındaki büyük ustaya başarıyla uyum sağladığını söyleyebiliriz. Ülkemizin yetiştirdiği genç ama usta yaylı çalgılar sanatçılarından oluşan orkestra da düzeyli eşliği, dinamik yorumuyla pırıl pırıldı. Bütün bu gençler Ayla Erduran ve İdil Biret’i birer mentor olarak kabul etmeli, onlardan öğrendikleri müziksel bilgiler kadar adanmışlık, sabır ve çalışkanlığı da sonraki kuşaklara aktarmalılar. Şakir Eczacıbaşı konuşmasında, Aya İrini Müzesi’ni, 35 yıldır festivale ev sahipliği yapan mekân sponsoru olarak adlandırdı. Gerçekten de Aya İrini ne çok konsere tanık olmuş, ne çok heyecanı paylaşmıştı 35 yıldır! Aya İrini’yi konserler için kullanma fikri ilk kez Cemal Reşit Rey’den çıkmış. Binadaki akustiği ölçmüş, beğenmiş, gerekli makamlara başvurmuş, zamanın belediye başkanı da fikri benimsemiş. Ve bir gün kapısını bir milli emniyet denetçisi çalmış: “Aya İrini’yi, bu kutsal mekânı çalgılı yer yapmak isteyen siz misiniz?” Her yıl olduğu gibi yine aynı dileği dileyelim: Artık İstanbul’un bu görkemli festivaline değer bir konser merkezinin projesi ivedilikle gerçekleşmeli. Fotoğraf: Uğur Demir
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle